Altı ay geçmişti annemin ölümünün üzerinden. Annemi benden alan soğuklar yerini yaz sıcağına bıraktı ama yalnızlığım bir an olsun beni bırakmadı.
Sokakların dili olsaydı mesela her adımımda ne kadar bitkin olduğumu söylerdi. Yorgun olan bedenim değil ruhumdu. Ne ölebiliyor ne de yaşayabiliyordum.
"Günaydın Meysere." diyen patronuma göz ucuyla bakıp "Günaydın Hakan Bey." dedim.
Hakan Bey kasada beklerdi genelde. Bugün herkesten önce işe gelmişti. Aslında mahalleden komşumuzun oğluydu. Zaten bu sayede işe alınmıştım. Hakan Bey esmer, zayıf bir adamdı. Sivri burnu ve ince dudakları bana annesini hatırlatıyordu. Bazen bana olan yaklaşımı bile annesi gibiydi. Acınası ve savunmasız bir halde olduğumu hatırlatıyorlardı.
Başımı kaldırmadan lokantanın mutfağına doğru yürüdüm ve beyaz önlüğü belime bağlayıp tezgahın başına geçtim. Geceden kalmış bulaşıkları yıkarken aklımdan geçen sadece annemin gülüşüydü. Sadece bana gülümser ben yanındayken mutlu olurdu.
'Kaybettiğim ne varsa seni kucağıma alınca geri kazandım. Sen bana babanın en güzel hatırasısın.'
'Babam seni çok sever miydi anne?'
'Çok severdi kızım... Yaşasaydı seni de severdi.'
'Olsun anne onun ruhu bizimle olacak ve bizim onu ne kadar sevdiğimizi hep duyacak. Seni çok seviyorum baba!'
Babam belki bizi hiç duymadı ama ben boşluğa ona olan hasretimi dile getirmekten hiç vazgeçmedim. O boşlukta artık canımı daha fazla yakan biri daha vardı. Annem...
"Sizi çok seviyorum." dedim kalbimin sesine dur diyemeden. Gözümden düşen yaşları kimse görmesin diye elimin tersiyle hızla sildim.
Garson kız, kirli tabakları birer birer getirmeye başlayınca ben de hızla onları yıkamaya başladım. Elim boş kalmayınca sanki daha az düşünüyordum annemi kaybettiğim gerçeğini...
Gün boyunca tezgahın başında durmadan çalıştım. Ellerim soğuk suyun etkisiyle, kızarıp çatlasada ben yıkamaya devam ettim.
Çok az yemek yiyor, sürekli bir işe koşturuyordum. Evde olduğum zamanlarda ise halk kütüphanesinden aldığım kitapları okuyup duruyordum. Hayatım artık bundan ibaretti.
Arkamızdan gelen ayak sesleri ile elimdeki tabağı kenara koyup gelen kişiye baktım.
"Hatice sen artık çıkabilirsin." dedi Hakan Bey.
Hatice, düz bir sesle, "İyi akşamlar." deyip çıkarken ben de son tabağı kurutup rafa kaldırdım. Hatice ile arkadaş değildik. Çocukluğumdan bu yana kimse benimle arkadaşlık kurmak istememişti. Çünkü fakirdim. Onlara verecek sadece sevgim vardı ama onların sevgiye değil hediye alabilen arkadaşlara ihtiyacı vardı.
Ellerimi yıkayıp çıkacağım sırada Hakan Beyin hala kapıda olduğunu fark ettim. Hakan Bey mutfağın kapısından içeri girdiğinde bir an göz göze geldik. Muttfağın kapısını örttüğünde istemsizce yerimde irkildim.
"Gidiyor musun Meysere?"
"E... vet!" diye kekelemem hoşuna gitmiş gibi gülümsedi. Umursamaz bir tavırla adım adım yanıma yaklaştı.
"Bara gidelim mi? Eğleniriz biraz..." diye sorduğunda kaşlarım çatıldı. Ne demek istediğini anlamıştım. Kimsesiz kızların kaderi bu olmalıydı.
"Evime gideceğim, izninizle Hakan Bey."
Korkmamalıydım. Eğer korkarsam bu ona cesaret verirdi. En azından kazasız belasız bu lanet yerden çıkmayı başarabilirdim.
"Beni kırıyor musun? Seni işten çıkarırsam ne yapacaksın?"dediğinde neredeyse yanımdaydı. Elini omzuma koyup hafifçe sıktığında irkildim.
"Hakan Bey, benden uzak durun!" dedim kızgınlıkla.
"Neden Meysere? Yaşlı adamlarla takılmak mı hoşuna gidiyor?"
"Ne demek istiyorsunuz? Anlamıyorum sizi."
"Meysere... Küçük sürtük! Artık oyun bitti! Bu gece benim olacaksın!"