Hayallerin şehri İstanbul, küçüklüğümden beri her yerini merak ettiğim tek şehirdi. Her ilçesinde farklı bir güzelliğin, farklılığın mükemmelliğin olduğu bir şehirdi. Kendimi bildim bileli Ankara’da olmama rağmen ve Ankara sınırlarından bir kere bile çıkmamış olmama rağmen denize âşıktım.
Çocukluğum ve ergenlik yıllarım Ankara Yeni Mahalle’de geçmişti. Benden midir? Bilmiyorum ama hep soğuk insanlarla karşılaşmıştım. Çoğunlukla hiç arkadaşım olmuyordu. Olanlarda benden sıkılıyor sadece lafta arkadaşım kalıyorlardı. Bu durum ile kendimi yıpratmayıp, hayallerime tutunuyordum. En büyük hayalim ise İstanbul’a gelmekti. Oda kazandığım Üniversite sayesinde gerçekleşmişti.
Arkadaşlarım yok bir ailemde mi yok diye soracak olursanız aslında yok. Babamı hiç tanımıyorum. Ne bir resmini gördüm nede kendisini… Onun adına bildiğim tek şey adının Ahmet olduğuydu. Nüfus cüzdanımda bile adı yoktu. Annem olurda araştırmaya kalkarım diye bana sor adını defalarca sormama, kavga etmeme rağmen söylememişti. Annemin ondan nefret etme nedenleri vardı. Annemi bana hamile olduğunu öğrendiği günün ertesi günü
“Benden baba olmaz” yazılı bir not bırakıp terk etmiş ve ortalıktan kaybolmuş. Annem ise beni aldırma süresi dolduğundan mecbur doğurmak zorunda kalmış. Onun için hiçbir zaman anlaşamazdık. 18 yıl boyunca hatırladığım kadarıyla beraber hiçbir şey yapmamış, hiçbir yere gitmemiş, hiçbir konuda aynı fikirde olmamıştık. Aslına bakarsan 18 yıl boyunca neredeyse evet, hayır, istemiyorum, seni ilgilendirmez gibi kelimeler haricinde hiç konuşmamış bile olabilirdik. Sadece bir gün ergenlik krizimi de tetiklediği bir atışma esnasında
“Neden beni sevmiyorsun?” diye haykırmış ve annemin derin bir nefes alıp verişinin ardından buz gibi anlamsız, sevgiden yoksun bakışları eşliğinde
“Tüm kariyerimi seni büyütmeye çabalarken harcadım. Şu anda gelmiş olduğum noktaya yıllar önce gelmiş olmam gerekiyordu. Tüm ihtiyaçlarını karşılıyorum. Hiçbir eksiğin yok. İlk okuldan beridir özel okulda okuyorsun ki üniversite içinde sana mükemmel bir üniversite imkânı sunacağım. Yaşıtların aileleri ile vakit geçirmek bile istemezken sen neden yakama yapışıyorsun? Şımarıklığı bırak ve sende yaşıtın genç kızlar gibi gez eğlen sosyal çevre edin. Ek kartım sende ve limiti de oldukça yüksek. Şu üzerindeki paçavraları artık çöpe at ve bir alışverişe çık. Genç kız gibi giyin. Ve artık çok rica edeceğim şu mızmız ergen genç kız havasından da kurtul. Senin sorumluluğunu aldığımda senden sadece 6 yaş büyüktüm.” Dedi ve daha fazla benimle muhatap olmadan çantasını alıp evden çıktı. Sanırım o akşamda eve gelmedi. Muhtemelen bir iş yemeği, toplantısı veya arkadaşları ile randevusu vardı. O konuşmamız son konuşmamız olmuştu.
2 ay sonra girdiğim üniversite sınavının açıklanan sonuçları ile tamamı İstanbul olan tercihlerimden biri tutmuştu. O iki ay boyunca hem gündüz hem de gece olmak üzer iki farklı kafede garsonluk yaparak para biriktirmiştim. Fazla bir şey değildi ama beni İstanbul’a götürür ve bir süre idare ederdi. İstanbul’da da bir iş bulabileceğimden emindim.
Okula kayıt yaptırma zamanım geldiğinde kendime annemin paçavra kıyafetlerim ve eşyalarım ile dolu bir valiz hazırlayıp, masanın üzerine
“İstanbul Üniversitesini kazandım. Kartın ve evin anahtarını bırakıyorum. Hiçbir katkın olmadan artık devam edebilirim. Umarım bensiz daha mutlu ve başarılı olursun.” Yazan bir not bırakıp evden çıktım. Tren garına gelip İstanbul trenine bindim ve yeni bir hayata başlamak üzere gözlerimi kapadım. Annem yokluğumu neredeyse 1 hafta sonra fark etmiş olacak ki evden ayrılışımın 1. Haftasında
“Bence de artık ayaklarının üzerinde durma zamanın gelmişti.” Yazan bir mesaj ile bu durumdan ne kadar memnun olduğunu belirtmiş oldu. Böyle düşüneceğini ve beni umursamayacağını biliyor olmama rağmen canımın yanmış olması komikti. Her ne olursa olsun anne olmak duygu istemez mi? Arkadaşlarımın da annesi vardı. Her biri çocuklarına iyi bir hayat sunmak için var gücü ile çalışırdı. Fakat çocuklarına sundukları sevgi imrenilecek boyuttaydı. Öyle ki bazı arkadaşlarım bu sevgi ve ilgiden sıkılıp şikâyet ettiklerinde onların ağızlarının ortasında öfkeyle vurmak istiyordum. Onların ailelerinin onlara sunduğu ilginin sadece yüzde biri beni havalara uçurabilirken, onların şikâyet etmesi beni deli ediyordu.
Neyse ki o zayıf güçsüz zamanlarımın üzerinden tam tamına 3 yıl geçmişti. İstanbul’da bir kafede park time garsonluk işi bulmuştum. İş ve okul birbirine çok yakın olduğu içinde zorlanmadan çalıyordum. Fazlasıyla yoruluyor olmam mutluluğum tarafından bastırılıyordu. Kafe’nin sahibi Hande Ertürk patronumdan çok arkadaşım gibiydi. O kadar yakındık ki bir kız kardeş nasıl oluyor hissediyordum. Gerçi onunla tanışmamızda fazlasıyla komik olmuştu. İstanbul hayali ile yanıp tutuştuğum günlere şimdi gülüyordum.
İstanbul’a geldiğim gün bir otelde kalmıştım. Okul kaydımı yaptırmış ve ev bakmak için okul çevresinde gezinmiştim. Girdiğim bir emlakçı bana mükemmel bir öğrenci evi olduğunu ve kapora bırakmam karşılığında hemen yerleşebileceğimi söylemişti. Bende bir heves ile kapora mı vermiştim ki bu kapora Ankara’da biriktirdim paranın neredeyse yarısıydı. Hızla kaldığım otele gelmiş ve eşyalarımı alıp kaldığım gecenin parasını da ödediğimde geriye pek bir şey kalmamıştı. Asıl şoku emlakçıya geldiğimde yaşamıştım. Emlakçı kapalıydı ve hemen yan taraftaki giyim mağazasının sahibi
“Sanırım senide dolandırdı?” diye alaycı bir şekilde sorduğunda gözlerim kocaman olmuştu. Adam kahkaha atarak,
“Üniversite okumaya gelip de bu kadar salak olmayı nasıl başarıyorsunuz. Evi görmeden anahtar almadan para verilir mi?” diye söylendiğinde ise gözyaşlarımı tutamadan oradan hızla uzaklaşmıştım. Elimde çok az param kalmıştı ki bu para ev tutmama ve iş bulana kadar idare etmeme yetmezdi. Açlıktan bayılmak üzere olduğumu fark edip, İstanbul’a aykırı şirinlikte bir kafenin kapısından girdiğimde mucizelere inanmıştım. Orada Hande ile tanışmış, gözyaşlarıma dayanamayarak yanıma gelip
“Umarım bir erkek için bu yaşlarını akıtmıyorsundur?” diye sorup bana menüyü uzatmıştı. Bu söylediği cümleye kahkaha atıp ardından tekrardan hıçkırıklara boğulduğumda Hande
“Bu tepkiyi hayır olarak kabul ediyorum” diyerek yanımdaki sandalyeyi çekerek oturdu. Harika sarı saçları vardı. Mükemmel mavi gözleri, hiçbir erkeğin gözlerini alamayacak kadarda sıra dışı bir gülümsemesi vardı. Derdimin ne olduğunu anlatmamı beklercesine de bir bakışı vardı. Normalde asla bu şekilde kimseye bir şey anlatmazdım ama sanki dilim çözülmüşçesine olan biten her şeyi anlatmıştım.
Hande gözleri fal taşı olarak beni dinlemiş, ardından dakikalarca kahkaha atmış sonra hangi okulu kazandığımı öğrendikten sonra hayatımla ilgili bir şeyler sorup, kısa bir sohbetin ardından bana
“Bir yardımcı arıyorum. Tam gün çalıştırmam zor ama park time olabilir. Üstelik alt katta banyo ve iki odası olan bir alanım var. Kendime göre mükemmel bir şekilde döşedim. Evdekilerin ilgisinden bunaldığımda ve ikizim Kadir çekilmez bir hal aldığında burada kalıyorum. Dilersen orada kalabilirsin. Okul saatlerini öğrenir ve ona göre bir çalışma saati ayarlarız. Üstelik kira bedeli de kesmem” dediğinde bana dünyaları vermişçesine ona sevinçle baktım. Ardından bu şapşal halime kahkaha atarak
“Bu bakışı kabul ettin diye yorumluyor ve seni işe alıyorum.” Dediği günü hatırladıkça gülüyoruz. O gün bugün 3 yıl geçmiş ve tüm ailesi ile tanışmıştım. Olağan üstü bir annesi vardı. Melek Ertürk, tarif edilemeyecek boyutta mükemmel bir babası vardı Mert Ertürk ki başıma gelen olayı duyduğunda adamı bulup benden çaldığı parayı geri alması sadece 2 haftasını almıştı. İşinde çok iyi bir avukattı. Hande
“Büyükbabam Yiğit Ertürk gibi avukat olmuş babam. Her zaman anlatıyorlar, Büyükbabam çok güçlü ve iyi bir avukatmış” diye sürekli anlatırdı. Babasına aşıktı. Gerçi ailenin tüm üyeleri ile tanışmıştım. Tüm erkekler tapılası derecede yakışıklı, tüm kadınlar olağan üstü güzeldi. Her birinin bakışlarında aşk tutku ve bağlılık vardı. Bir tek Hande’nin ikizi olduğunu söylediği Kadir Ertürk ile tanışmamıştım. Hande hep
“Fazlasıyla soğuk, asabi, kavgacı, hödük, buz kütlesi hatta gıcığın önde gideni bir adam işte… Yakışıklı ama kesinlikle gülmeyi ve sevinmeyi bilmeyen biridir. Bazen kalbinin olmadığını, hatta onu bir yerde unuttuğunu falan düşünüyorum. Saçma ama adam hem adrenalin dolu çılgınlıklar üzerine çılgınlıklar yapıyor. Hem de donuk, soğuk bir şey” diye anlatmıştı. Liseden sonra yurtdışında nerede olduğunu hatırlamadığım bir ülkede okuyor olduğunu biliyordum. Ne okuduğunu veya hangi ülkede olduğunu bilmiyordum ki sorma taraftarı da değildim. Böyle bir ailesi olmasına rağmen o kadar uzağa gitmiş olması kesinlikle sorunlu bir tip olduğuna işaretti. Neyse ki bu garip tiple hiç karşılaşmamıştım.
Yıllar geçmiş 3 yıl boyunca bu mükemmel kafede kalmış, okula gitmiş okulun son senesine kadar da gelmiştim. Fazlasıyla para biriktirmiş olmama rağmen eve çıkmak istememiştim. Bu mükemmel ortamı bırakmak hiç içimden gelmemişti ki Hande ve Mira sürekli gelip burada kalıyordular. Mira Doruk amca ve İpek ablanın kızlarıydı. Aynı onalar gibi neşeli, tatlı fazlasıyla güzel ve narin bir kızdı. Tüm bu anlatımlara aykırı olan tek şey ise şaşılacak derece sert adam dövdüğüydü. Kafeye geldiği neredeyse her gün mutlaka birini benzetiyor ve ardından kahkaha atarak yoluna gidiyordu. Bu 3 yıl içinde annem beni hiç değişmeyen hattımdan bir kere bile aramamış, nasıl olduğumu hiç merak etmemiştim. Bir gün belki oda beni aramak istiyordur ama arayamıyordur diye kendimi cesaretlendirip tam arayacağım esnada aile dostlarımızın yıllardır değişmeyen gıcık yapıdaki salak kızı Büşra’nın beni arayarak
“Annenin düğününe katılmaman ne acı çok güzel gelin oldu” demesi sonucunda onu tamamıyla hayatımdan çıkarmıştım ki zaten oda bunu yapmış olmalıydı ki evleneceğini bile bana bildirmemişti. Şimdilerde bir kızı daha olduğunu görmüştüm. Sosyal bir paylaşım sitesinden kucağındaki kızına bakışı ile içim parçalanmıştı. Demek ki annelik adı altında bir duygusu vardı. Çocuğunu sevebiliyordu. Sorun bendeydi. Beni istememişti. Onu bir başına bırakan adamın bir parçasını istememişti. Diye düşünmüş aile kavramını tamamıyla geride bırakmıştım. Bir annem yoktu. Hiçbir zamanda olmayacaktı.
…………………………………….
Son masanın da üzerini sildiğimde rahatlamış gibi bir nefes verdim ve elimdeki bezi yıkayıp yerine astıktan sonra alt kata inip üzerimdekileri çıkarıp duşa girdim. Ardından pijama takımımı giydim ve tam yatacağım esnada üst kattan tıkırtıların geldiğini duydum. Derin bir nefes aldım ve sessizce yukarıya çıkan merdivenleri teker teker çıkmaya başladım. Hafif eğilip beni görmeyeceği şekilde durup bakındığımda arka taraftaki içecek barının arka tarafında birinin olduğunu fark ettim. Karanlıktan nasıl biri olduğu belli değildi ama kasanın bulunduğu bölümde bir şeyler arıyor olması iyi biri olmadığına işaretti. Parmaklarımın ucunda hızla aşağıya inip telefonumu aldım ve 155’i arayarak kafede bir hırsız olduğunu bildirdim. Bu konuşmanın ardından sadece 5 dakika içinde ekip arabası gelmişti. Kafe’ye hızla girip hırsızı yakalamış ve kelepçeleyip karakola götürmüştü. Uzun boylu, esmer, kaslıydı. Sert bir yüz haltlarına sahipti. Kirli sakalı ve kahverengi gözleri ile hırsızdan çok katalog mankenlerine benziyordu. O kadar soğuk ve buz gibi bakıyordu ki, polisler gelmeden onunla karşılaşmış olsaydım kesinlikle o an bayılabilirdim. Adam karakola götürülürken ‘bir yanlışlık var’ diye söylenmiş ama memurun kendisini dinlemediğini fark edince sadece sırıtıp susmuştu.
Bir saat içinde Hande, Mert amca ve Doruk amca Kafeye gelmiş, panikle iyi olup olmadığımı sormuşlardı. İyi olduğumu, hırsızın beni görmediğini polisin geldiğini ve karakola götürdüğünü üstelik yüzsüz bir şekilde yanlışlık olduğunda direttiğini söylemiştim. Bu açıklamanın ardından Mert amca
“Bir görelim bakalım nasıl bir yanlışlık olmuş” deyip bizi karakola getirmişti. Birkaç dakika içinde karakol amirinin odasında kafeye girmiş ve yanlışlık olduğunu söyleyen hırsızı beklemeye başlamıştık. Gerçi çokta beklememiştik. Kapı açılmış elinde kelepçe koluna eli ile yapışmış bir polis memuru ile yanlışlık olduğunu söyleyen hızsız içeriye girdiğine derin bir sessizlik oldu. Mert amca ve Hande şok olmuş gözlerle hırsıza bakarken, Doruk amca sadece kahkaha atmamak için kendini tutmaya çabalıyordu. Ne olduğunu anlayamamıştım ama
“Kadir” diye hırsıza şaşkınlık yüklü sesi ile haykıran Hande ve sıkıntılı bir nefes veren Mert amcanın başını olumsuz anlamda sağa sola sallaması anlamamı sağladı. Hırsız diye Kadir Ertürk’ü polislere yakalatmıştım. Hande bir sürenin ardından kahkahalara boğulurken, Doruk amcada onu takip etti. Ardından iyice sinirlenen Mert amca öfkeyle
“Senin Fransa’da Demir dayının yanında olman gerekiyordu. Hırsızlıkla yakalanmış karakolda değil” dediğinde sırıtan Kadir
“Yanlışlık olduğunu söylemiştim. Dinlemediler” dediğinde ise Mert Amca, karakol amiri ile göz göze geldi ve
“Kesinlikle tanımıyorum. İçeri atında aklı başına gelsin “dedi ve bu tepkiye amir bile kahkaha attı. Bu durumda ise ben kıpkırmızı olmuştum. Benim suçum değildi. Onu tanımıyordum ve gecenin köründe hırsız gibi kasanın orada bir şey arıyordu. Üstelik onda bir anahtar olduğunu bile bilmiyordum.
………..,
Neyse ki kargaşa bitmiş, Kadir çıkartılmış, kahkaha tufanı eşliğinde kafeye geri dönmüştük. Çaylarını içen Doruk amca ve Mert amca benden Kadir adına özür dilerken mahcup bir şekilde
“Sorun değil ben özür dilerim yanlış anlamaya sebep oldum” dediğimde ise herkes Kadir’e bakıp derin bir nefes verdi. Ardından geç olmasını bahane ederek iyi akşamlar deyip giderlerken Kadir bir adım geride kalıp
“Herkesten özür diledin ama benden özür dilemedin kedicik” dediğinde kaşlarımı çattım ve gözlerine o karanlık çukurlara sert sert bakarak,
“Senden özür dilememi gerektiren bir durum yok. Seni tanımıyordum ve kafeye habersiz girdin.” Dedim ve hızla oradan uzaklaşırken bir anda elime yapışan Kadir beni kendine hızla çekip, benimle burun buruna geldi ve nefesimi kesercesine gözlerini gözerime dikerek,
“Emin ol tanıyacak ve özür dileyeceksin kedicik” dedi. Ardından elimi bıraktı. Gözlerini gözlerimden ayırdı. Hızla diğerlerinin peşinden kafeden çıktı. Ayaklarım titredi. Kalbim tekledi. Nefesim hızlandı. Ayaklarımın üzerinde durabilmek için hemen yanımda duran masadan destek almak zorunda kaldım. Ve elimle kalbimi tutarak kısık bir sesle
“Buda neydi şimdi “diye söyledim….