Umut bir insanın her şeyidir. Onu hayata bağlayan, yaşama isteği veren ve ayakta kalıp savaşmaya devam etmesine sebep olan yegâne mefhumdur. Kimi zamanda tarifi imkânsız bir işkence... Umut etmeye devam ettikçe insan sonunda ölüm olduğunu bilse bile yine de savaşmaya devam eder.
Umut, bizi öyle bir karanlığa sürükler ki farkında olmadan kendimizi bir uçurumun kenarında dengede durmaya çalışırken buluruz. Düşeceğimiz o kadar barizken oysa. İçimizde yeşermiş olan o filizi canlı tutmak için varımızı yoğumuzu ortaya koyarız. Yeter ki o filiz çürümesin ruhumuzda. Çünkü bizi ayakta tutan ve savaşmaya devam etmemize sebep olan o koruma içgüdüsüdür çoğu zaman. Umut filizini korumak için boşuna bir çabanın içindeyizdir; bunu bildiğimiz halde, boşa kürek çekmeye devam ederiz.
Bilinmezlikle dolu olan bu yolda, her an karşımıza bir yerden mutant çıkabilecek ihtimali varken; ölümün nefesini ensemizde hissederken bir umut ile nefes almaya ve ilerlemeye devam ediyordum.
Kalbimde tarifi imkânsız bir acı vardı. Her ne kadar gerçeği öğrendiğimde bir süre bu acıyı derinlere gömüp şimdiye odaklanmaya çalışsam da birkaç saat sonra onu gömdüğüm yerden çıkıp karşıma dikilmişti. İliklerime kadar işleyen keskin bir acı, kalbimin her atışında şiddet ile artıyordu. Kalbim dursun istiyordum bu acıyı çekmemek için. Ruhum bedenimi terk etsin ve daha fazla bu acı ile kavrulmasın istiyordum. Nefes almaya, kalbim atmaya ve yürümeye devam ediyordum ama. Mecburdum çünkü. İlerlemeye devam etmek zorundaydım.
Sam için. Onun intikamını alabilmek için. Elimde hiçbir şey yoktu. Neyi nasıl yapacağımı, Sam'in intikamını nasıl alacağımı bilmiyordum. Onun cansız bedenini bulabilecek miydim, bundan da emin değildim. Hiçbir şey bilmediğim halde yanımda Caleb ile birlikte bir şeyler bulabilmek adına yürümeye devam ediyordum. Öyle bir keşmekeşin içindeyim ki, tarif etmem imkânsız gibi geliyordu. Sam, sevdiğim adamdı. İlk aşkımdı, varlığımın sebebiydi. Birbirimizin her şeyiydik. Ta ki Arınma dedikleri o sabaha uyanana kadar. Onun peşinden ölüm yolculuğuna çıkmıştım ve sonra yollarımız ayrılmış, ben de hafızamı kaybetmiştim. Onu hatırlamadan geçen aylarda beni kurtaran, hayatta tutan ve bana âşık olan Caleb ile birlikteydim şu anda. Sam'in anılarımda olmadığı, hafızamın bomboş olduğu o aylarda Caleb'i sevmiştim. Hala daha seviyordum. Ama kalbimin en derinlerinde Sam'e olan aşkım nefesimi kesecek kadar şiddetliydi.
NULL onu benden almıştı. Sam'imi, sevdiğim adamı ölüme göndermişlerdi. Onu benden almışlardı. Gözlerim yanarken kalbimin şiddetle sızlamasına engel olamıyordum. Kendimi çaresiz hissediyordum, elim kolum bağlanmış şekilde karanlık bir okyanusun dibine gittikçe batıyordum. Ne yapacağımı, ne hissedeceğimi, kısacası hiçbir şey bilmiyordum. Acı her şeyi ele geçirmişti. Kalbimi ve beynimi.
''Biraz mola versek iyi olacak sevgilim. Karanlık çökmek üzere, sığınak bulmak zorundayız.'' Sol elimin çekiştirilmesi ile düşüncelerimden sıyrıldım ve Caleb'e döndüm. Dediklerini idrak etmek için bir süre yüzüne boş bakışlarla baktım ve ardından derin bir nefes alıp etrafıma bakındım.
''Bir hiçliğin ortasında gibiyiz.'' Mırıldanarak dediklerim ile gözlerimi çorak arazide dolaştırıyordum. Caleb'in ve Göçebe adlı atalarımın bahsettiği Karanlık Savaş sonucunda önümüzde uzanan arazi, sanki kocaman bir süpürge ile süpürülmüş gibi bomboştu. Ne Horus'ta bulunan ve gördüğüm bitkilerden vardı ne de ardımızda bıraktığımız şehirde var olan binalardan. Nereye sığınabilirdik? Kendimizi nasıl korumaya alabilirdik ki?
Yanağımda Caleb'in dokunuşunu hissederken bakışlarımı ona çevirdim. Yüzünde buruk bir tebessüm ile bana bakıyordu. Şu anda ne hissettiğini bilmeyi o kadar çok isterdim ki... Bu buruk tebessümünün altında yatan düşünceleri, bana hüzün ile bakan gözlerinin ardındaki gerçeği öğrenmek istiyordum ama ağzımı açıp tek bir kelime bile etmedim. Edemedim. Kendimi Sam'i aldatıyormuş gibi hissetmekten alıkoyamıyordum çünkü.
Caleb bana doğru bir adım atıp aramızdaki mesafeyi azalttı ve ben gözlerine bakabilmek için kafamı geriye doğru eğdim. Kendimi, geri adım atıp az önce Caleb'in kapattığı mesafeyi arttırmamak için zor tutuyordum.
''An, aklının ve kalbinin karmakarışık olduğunu görebiliyorum. Son üç saattir susmamın sebebi de bu zaten. Düşünmen ve öğrendiğin gerçekleri kabullenmen için seni rahatsız etmek istememem. Benim için sorun değil, düşündüklerin ya da hissettiklerin sorun değil. Zaman her şeyin ilacıdır derler. Geçmişten beri bu böyle. Senden tek bir ricam var sadece. Kendini toparlayana kadar her şeyi bana bırakman. Hiçbir şey için endişelenme, tamam mı? Ben buradayım, yanındayım.'' Caleb'in dediklerini dinlerken gözlerim yanmaya başlamıştı ama ağlamayacaktım. Derin ve titrek bir nefes alıp kafamı olumlu anlamda sallayarak geri çekildim. Gözlerimi kaçırıp bakışmamızı sonlandırdığımda mırıldandım.
''Teşekkür ederim Caleb.'' Bakışlarını hala daha üstümde hissederken ben gözlerimi tekrar etrafımda gezdirdim. Sığınacak bir yer bulmak zorundaydık, daha doğrusu Caleb her şeyi halledeceğini söylemişti ama yine de ona yardım etmek istiyordum, ama bunu nasıl yapacağımıza dair bir işaret görmüyordum. Dümdüz arazide, bizi mutantların açık büfesi olmaktan koruyacak hiçbir şey yoktu. Ne bir yapı, ne de doğal bir unsur.
''Gel benimle.'' Caleb'in dedikleri ile kafamı olumlu anlamda salladım ve o önde ben de peşinde yürümeye başladık. Kısa bir yürüyüş ardından bir tepeyi çıkmıştık ki Caleb birden durdu ve etrafına bakındı.
''Buralarda bir yerdeydi. Sanırım...'' Kendi kendine mırıldanıp birkaç adım attı ve bakışlarını etrafında gezdirdi. Ne aradığını, nerede aradığını anlamazken derin bir nefes aldım ve elimdeki çantayı yere bıraktım. Tuhaf bir ses gelirken çantayı bıraktığım yerden, Caleb bakışlarını hızla bana çevirmişti. Ondan bakışlarımı çekip çantaya çevirdim ve şaşkınlıkla durdum.
''Çantayı bırakır bırakmaz tuhaf bir ses geldi. Altında ne var ki?'' Soru sorar bakışlarımı Caleb'e çıkardığımda gülümseyerek yanıma geldi ve sırtındaki çantaları çıkarıp elindeki ile birlikte bir kenara bıraktıktan sonra yanıma gelip yere diz çöktü. Ayaklarımızın altındaki toprağı elleri ile kazmaya başlarken kaşlarım şaşkınlıkla havalandı.
''Burada, yani seni bulmaya gelirken bu civarlarda eski bir araba hurdası görmüştüm. Geri dönüşte mola vermek için ihtiyacım olacağından üzerinde biraz uğraşmıştım. Buralarda kum fırtınası çok olduğundan sanırım üstü örtülmüş.'' Caleb'in dediklerini dinlerken kafamı yavaşça aşağı yukarı salladım. Horus'ta eğitim aldığım sürede dünyadaki araçlar hakkında birçok şey öğrenmiştik ama daha önce hiç araba görmemiş olmamın yanı sıra aklım, kum fırtınasına da takılmıştı. Az önce yere bıraktığım çantayı aldım ve Caleb'in çıkardığı çantaların yanına gittim. Ona yardım etmeliydim.
''Sen etrafı kolaçan et. Ben hallederim bunu.'' Caleb'in dedikleri ile kaşlarımı çatarak ona döndüm. Kazma işine devam ediyordu. Ona yardım etmeli ve bir an önce o arabayı ortaya çıkarmalıydık. Tam ağzımı açıp itiraz edecektim ki ensemdeki tüylerin ürpermesi ile gözlerimi kıstım. Sağ elime belimdeki kınından hançerlerden birini alırken etrafıma bakıntım. Yer yer tümsekler ile dolu arazide gözlerimi gezdirirken en ufak bir kıpırtı görmek için dikkat kesilmiştim.
''Caleb? Bir şey hissediyor musun?'' Mırıldanarak sorduğum soru ile bakışlarımı ona çevirdim. Sonuçta Caleb ile ben bir bakıma aynıydık. Uzaylı kanı taşıyorduk. Atalarımız Göçebe'lerin kanı bizim damarlarımızda dolaşıyordu. Kazma işine ara verip kaşlarını çatarak bana bakmıştı.
''Ne gibi?'' Caleb'in sorduğu soru ile derin bir nefes aldım ve tekrar etrafıma bakınmaya başladım. Ensemde hissettiğim ürperme tüm bedenime yayılmış ve karıncalanma halinde bir nabız misali sürekli arttırıyordu. Bunun sebebi neydi bilmiyorum ama hiç de iyi bir şeymiş gibi hissetmiyordum.
''Bilmiyorum ama içimde kötü bir his var.'' Sağ elimdeki hançerin kabzasını sıkarak Caleb'e bakmadan konuşurken bir an bile gözümü kırpmadan etrafıma bakınıyordum. Karıncalanma şiddetini arttırırken sol elime de bir hançer aldım ve savunma pozisyonu aldım. Yakında, çok yakında kötü bir şey olacaktı. Bunu hissedebiliyordum. İliklerime kadar...