1. Karşılaşma

2157 Words
Nisan Ayının İlk Günleri Laghetto di Villa Borghese Gölü Roma, İtalya Tarihi, antik çağlara dek uzanan Âşıklar Şehri’nde, gökyüzü mavisinin en güzel tonu kucakladı insanları. Hiçbir ayrım gözetmeden tüm insanlığa ışıklarını sundu güneş. Rüzgâr, en güzel fısıltıları ile doldurdu kulakları. Bahar ayında açan çiçeklerin en güzel kokuları yayıldı etrafa. Bir ressamın tablosundan fırlamışçasına ahenkli renklere sahip olan doğa, en cesur kalplere seslendi. Tarihi bir kent, büyülü dokusuyla ruhları okşadı. Gözlerse dinlenmek için bir deniz aradı ama kuğulu bir göl ile de yetinilebilirdi. Gözlerine sinen hüznü gizleyemeyen genç bir adam, Roma şehrinin en ünlü parklarından birinde bile huzur bulamıyordu. Oturduğu banktan etrafına bakınca tek tük insanların olduğunu fark etmişti. Villa Borghese Gölü’nün sessizken daha iyi olduğuna emindi. Parkta, gözlerinin dokunduğu her bir kare, kendisine hayatının en güzel anılarını anımsatmaktaydı. Başını nereye çevirse bir zamanlar huzur bulduğu ama şimdilerde ona acı veren hatıraları canlandı gözlerinde. Kuğuların ve ördeklerin tatlı sesleri onu kendine çekerken boyunlarını birbirine dolayan bir çift kuğu, iyice dolan ruhunu dayanılmaz bir noktaya getirdi. Sırf bir erkek olduğu için duygularını gizlemesi gerektiği söyleniyordu. Şimdi gözleri nemlenirken aklındaki tek şey “erkekler ağlamaz” diyenlerin yanıldığıydı, hem de çok yanılıyorlardı. Eğer böyle bir kural varsa bunu ortaya atanlar, acının insan kalbindeki etkisini hiç bilmiyorlar demekti. Eskiden ağlamanın bir güçsüzlük işareti olduğunu düşünür hatta insanı zayıf gösterdiğine inanırdı. Uzun bir süre hiçbir şey için ağlamamıştı. Hayatının acıyla sınandığı onca yılını düşündü. Uzaklaştığı dostları, kaybettiği yakınları ve arasına mesafe koyduğu onlarca insan... Hepsi sadece acı getirmişti hayatına. Her şeyden uzaklaşmak için kendini dünyanın pek bilinmeyen bir kıyısına attığında değişen bir şeyler olduğunun farkındaydı hayatında. Onu huzursuz eden kaçtığı geçmişi değildi artık. Geleceğinin her bir gününde yanında olmasını istediği kişiydi tüm endişesi. Üzerine titrediği sevgisiydi onu gerçek anlamda sarsan şey. Hayatında daha önce hiç yaşamadığı kadar paramparça olmasının gerçek nedeniydi belki de kalbine yenilgisi… O günlerden beri hiç eksik olmazdı gözlerinden bulutlar. Sonra yağmurlara dönüşerek damla damla akardı. Gerçeğin yüzüne vurulması gibiydi gözyaşları. Bu yüzden ağlamayı hiç sevmezdi. Sadece bir kişinin gözyaşlarını görmesine izin vermişti ve onu da sonsuza dek kaybetmişti. Şimdi o kuğuların yaptığı gibi sevdiği kadına sarılabilir, özlediği kokusunu doya doya içine çekebilirdi. Sevdiği kadının güzel yüzünün ilk tanıştıklarındaki gibi ışıltıyla gülümsediğini hayal etti. O her zaman mutlu olmanın da başkalarını mutlu etmenin de bir yolunu bulan eşsiz biriydi ama kendisi bunu başarabilen biri olamamıştı ne yazık ki. Üstelik tanıştıkları zamanlarda insanların kendisi hakkında konuşup enkaza dönen hayatından bahsettikleri birkaç silik anı da yer edinmişti zihninde. “Yıkık bir adam.” olduğuna dair söylenen sözleri duymazdan geldiği zamanlar geri de kalmıştı. Ancak o anıları düşünmek geçmişin kötü hatıralarını da beraberinde getiriyordu. Başını sağa sola sallayarak bu anıları kovalamaya çalıştı sanki bunu başarabilirmiş gibi. Sonra yine sevdiği kadını düşündü kötü hislerden sıyrılmaya çalışarak. Sevimsiz bazı anılara dokunmak canını sıksa da sadece onu düşünürken bir zamanlar olduğu gibi yaşadığını hissediyordu. Kapadığı gözlerinin önünde beliren suret, dudaklarının kıvrılmasına sebep oldu. Tam olarak hatırlayamasa da onunla ilgili bir anısını düşünüyordu. Nerede olduklarının çok da önemli olmadığı bir sahil kenarındaydılar. O sıralarda henüz tanışmış değillerdi. Ne zaman onu sahilde otururken görse kendisine çektiği dizlerine kollarını dolamış, ufuk çizgisine bakıyor olurdu. Saatlerce hatta bazen günlerce tenha sahile aldırmaz, o genç kızın kim olduğunu umursamadan tıpkı onun gibi kendisi de ufku seyrederdi. Çünkü hayata tutunmak için tüm sebeplerini kaybettiği karmaşık bir dönemden geçiyordu. İşte tam da hayatının enkaza döndüğü sıralarda tanımıştı onu. Aynı ufku seyrettikleri bir gecenin sabahında, tüm karanlığına güneş gibi doğan o gülümsemesini ilk kez görmüştü. O andan sonra da sadece ona bakmış, sadece onu görmüş ve sadece onu sevmişti. Sevdiği kadını yeniden görmek ve bir daha asla bırakmadan sımsıkı sarılmak istiyordu. Tıpkı bir zamanlar sadece kendi cennetlerinde olduğu gibi sevgiyle kucaklamalıydı onu. Hatırlıyordu da onun en nefret ettiği şey, adının kısaltılarak kendisine Anna denilmesiydi. Bazen elinde olmadan ona “Anna.” dediğinde sevdiği kadın üzüldüğünü belli etmemek için çabalar ama buna rağmen genç adam onun kırıldığını bilirdi. Duygularını hiçbir zaman gizleyemeyen Anna’nın her zaman sevgiye aç bir tarafı vardı ve bunu kimsenin bilmesini istemezdi. Belki de bu yüzden olsa gerek davranışlarıyla gerçekten katlanılmaz birine dönüştüğünde koruyucu bir kalkan olarak kullanıyordu bunu. İşte onun kırıldığı zaman, duygularını gizlemeye çalıştığı tüm davranışları, huysuzlukları ve hatta kaprisleri bile geri gelmeliydi. Eğer şimdi elinde olsaydı asla onu üzecek bir şey yapmazdı. Çünkü o gitmişti ve sevdiğiniz birini kaybettiğinizde dünyadaki hiçbir şeyin anlamı kalmıyordu. “Anlamsız yere uzaklaştığımızda bile kırgınlığını bir kenara bırakan neden hep o oluyordu ki?” diye düşündü genç adam. Kendisine kızıyordu, ona daha fazla sevgi göstermediği için. Küstükleri her seferinde uzak kalmaktan hoşlanmayıp birkaç dakikaya kollarına sığınan Anna’ydı, kendisi değil. İşte bu yüzden onun kendisine sığınışlarını özlüyordu. Şefkatle onu sarmalamak ne kadar hoşuna gitse de bu sefer kendisi muhtaçtı onun şefkatine. Yüreğinin derinliklerinde onu hissetmeye çalıştığı zamanlar sanki küsmüşler de sevdiği kadının barışmak için tekrar kollarına sığınacağı anı bekliyormuş gibi hayaller kurardı. Küstüklerinde birkaç dakika süren ayrılıkları her zaman sevdiği kadının sarılmaları ile son bulurdu. Eskiden birkaç dakika içinde kendisine sarılmaya gelen Anna artık yoktu. Her zaman yaptığı gibi yine küstüklerini düşünerek içinden dakikaları saysa gelmez miydi Anna? Ne kadar çok özlediğini söyleyemez miydi? “Bir, iki…” Gerçi içinde yaşadığı hayal dünyasından başka ne kalmıştı elinde? “Üç…” Eğer mümkün olsaydı ufacık bir umut kırıntısına tutunmaktan başka bir şey düşünemezdi ki... “Dört…” Küçücük bir şans daha dilemekten alamıyordu kendini. “Lütfen, Anna’yı bir kere daha görebileyim…” Dilekleri bir karşılık bulur muydu, bilmiyordu. Lakin bildiği bir şey varsa o da ne kadar zaman geçerse geçsin, sevdiği kadın yine de gelmeyecekti. Sımsıkı sarılıp ne kadar çok özlediğini söyleyemeyecekti ona. Sevdiği kadının çiçek kokan saçlarına başını gömüp kokusunu içine çekemeyecekti. İşte bu yüzden her anısı hasretini artırmaktan başka bir şey yapmıyordu. Hayatının enkaza dönen kısmı Anna’yı tanıdıktan sonra toparlanmaya başlamıştı ve onun gidişiyle zaten berbat olan hayatı eskisinden daha da beter bir hale gelmişti. Onunla mutlu olduğu zamanları özlüyordu ama onunla en güzel günlerinin geçtiği ve sadece onu hatırlatan bir şehirde başını nereye çevirse ondan anılar görmenin canını bu kadar yakacağını tahmin etmemişti. Artık insanlara bile aldırmadan ağlamaya başladı. Yüreğindeki acı taşıyabileceğinden çok daha fazlaydı çünkü. Geçmişin acı veren izlerini değil bir zamanlar deliler gibi mutluluk veren anılarını geri istedi. Hani derler ya “Zaman geriye alınamaz.” diye… O, keşkelerle yaşayıp her yeni güne geçmişiyle uyanan biriydi. Keşke zamanı geri alabilse ve zamanı en sevdiği insan yanındayken durdurabilseydi. Ağlarken aynı zamanda doyamadığı mutluluğuna da ağlıyordu. Baktığı her yerde sevdiği kadının yüzünü görüyor, sesini duyuyordu. Onu, gölün berrak yüzeyinde görüyor, rüzgârın fısıltısında duyuyor ve her bir çiçek demetinde kokusunu anımsıyordu. Şimdiyse, her gününe neden yaşadığını sorgulayarak ve ölümü bekleyerek uyanan biriydi. Ölümü düşünerek değil, yaşamaktan keyif aldığı sabahlara uyanmak istiyordu. Anna ile beraber uyandığı sabahlara dönebilse yeterdi. Bulunduğu bankın diğer tarafına birinin oturduğunu fark etti. Kalkıp gitmekten, insanlardan kaçmaktan başka bir şey düşünmedi. Yanına oturan genç kızın nezaketle “İyi misiniz beyefendi?” dediğini işitti ama bir cevap vermedi. Kendisini duymadığını düşünen genç kız ise önce İngilizce, sonra da İtalyanca olarak sorusunu tekrarladı. Genç adam işittiği incecik sese döndü ve akan gözyaşlarını umursamadı. İyi değildi, bu zaten görülmüyor muydu? Cevap vermek yerine üzgün gözlerle bakmaya devam etti. Sanki gözleri odağını kaybetmiş, kulakları ise tüm sesleri aynı algılıyormuş gibiydi. Arada bir uğultular bile duyar gibi oluyordu ve zihninin ona oyunlar oynadığına ikna etmişti kendini. Banka oturan genç kız acele ile çantasından bir peçete çıkarıp ona uzattı. Hâlâ cevap vermeyen ve uzattığı peçeteyi almayan adamın kimseyi yanında istemediğini düşündü. Belki o da turistlerden biriydi ve sorduğu soruyu anlamamıştı. Yine de karşısındaki adamın ağlamasını durdurmak istedi ve peçeteyle onun gözyaşlarını kuruladı. Usulca sakinleşmeye başlayan adam, o anın verdiği şaşkınlık ile ne demesi gerektiğini bilemedi. Tek bildiği, gözyaşlarını silen bu genç kadının yüzüne bakınca dudaklarına ufak bir tebessümün yerleştiğiydi… Ona bakarken genç kadının yine İngilizce ve İtalyanca olarak bir şey anlatmaya çalıştığını fark ediyordu. Elindeki küçük bir ayıcığı işaret ederek “Ben her üzgün olduğumda buna sarılıyorum. Beni rahatlatıyor. Sizin benden daha çok ihtiyacınız varmış gibi duruyor.” diyerek uzattığı ayıcığı almasını istedi. Genç kız, beklentiyle ona bakarken adamın ayıcığa olan tuhaf bakışlarını yakaladı bir anda. Kendisini ayıcıkla avutulan bir çocuk gibi hissetmiş olmalıydı ama sonra adamın bir şey demek istediğini çekingen tavrından anladı. Genç adam tekrar akmaya başlayan gözyaşları arasında ayıcığa bakarak fısıldar gibi bir sesle “Ben, ben...” deyip devamını getiremedi cümlesinin. Öncekinden çok daha şiddetli bir şekilde ağlamaya tutuldu sonra. “Ona sarılırsam her şey geçer mi?” diye sordu sesinin alabileceği en büyük hüzünle. Ne yapacağını bilemeyen kız kendisini karşısındaki adamın yerine koydu. Çünkü kendi çok üzgün olduğunda “Yanındayım.” sözünü duymayı beklerdi insanlardan ya da yalnız olmadığının hissettirilmesini… Bir şekilde yalnız olmadığını hissettiğinde tüm üzüntüsü geçerdi. Yine o çok sevdiği ayıcığı yanından hiç ayırmamasının sebebi de ona her sarıldığında yalnız olmadığını hissetmesiydi. Kendi durumunun kötü olduğunu düşünürdü ama ondan kötü halde olanlar da varmış demek ki. Ciğerleri parçalanırcasına ağlayan bu adamın kim olduğunu bilmeden, onu hiç tanımadan, içinden kaynayarak gelen bir şefkat duygusuyla ve sadece acılarını dindirme isteğiyle sarıldı. Bunu hiç beklemeyen adam ilk şaşkınlığını attıktan sonra kendisine engel olamadan ağlamaya devam edip sımsıkı sarıldı genç kıza. Ne bir söz söylemeye gücü vardı ne de derdini anlatmaya. Sadece anlasınlar istedi. Çektiği acının asla dinmeyeceğini, içinde harlanan ateşin asla sönmeyeceğini, sadece sevdiği kadının onu sakinleştirmeye gücünün yeteceğini haykırmak istedi ama biliyordu ki kelimelerin gücü yetmeyecekti hissettiklerini anlatmaya. Akdeniz ikliminin bahşettiği bir bahar gününde, Roma’da soğuk bir sisle başlayan hava artık yerini ılımlı bir güneşe bırakmaya başladı. Villa Borghese Gölü sessizlikten uzaklaşarak hareketleniyordu. Ne kadar zaman geçti bilemediler. Hüzünle başlayan soğuk bir bahar sabahı ılımlı güneşten mi yoksa parkta birbirlerine sımsıkı kenetlenmiş gençlerden midir bilinmez yerini huzura bırakmıştı. Ağlaması dinen genç adam derin derin soluklarla belki de kendini tutmaya çalışıyordu. Nedense sonra başını gömdüğü saçlardan yayılan kokuyla, zihninde yankılanan tek şeye odaklandı. “Bu kokuyu biliyorum. Tanrım! Bu bir hanımeli çiçeği...” O andan sonra kötü başlayan günü, sislerin dağılması gibi aydınlığa kavuşmuştu. Uzun zamandır duyduğu huzursuzluk, vicdan azabı ve elem sanki hiç var olmamış gibi bir sükûnete erdi. Dudaklarına yayılan hafif bir tebessüm en güzeliydi özlenen huzurun. Başını gömdüğü saçlardan uzaklaştırırken ona sarılan kızla göz göze geldi. Artık çekinerek bakan kızın koyu kahverengi gözlerine takıldı bakışları. Sardığı kollarını çekerken kız da saçlarını düzeltti. Adamın gözlerinin aralarında kalan ayıcığa kayması ile kız uzanıp oyuncağı aldı. Elindeki en değerli varlığını eskisinden de hüzünlü bakan adama uzatarak, “Sizde kalmasını istiyorum, en azından birkaç dakika, lütfen. Joy’un insana yalnız olmadığını hissettiren bir tarafı var. Bir oyuncak bile olsa Joy benim için özel.” deyip almasını bekledi. Adam ellerindeki oyuncağı alıp teşekkür mahiyetinde başını salladı. Göle doğru dönüp kucağındaki ayıcığın pamuksu tüylerini okşadığında rahatladığını hissederek ördeklerin tuhaf yürüyüşüne baktı. Kuğuların uzaklaşmasını ise buruklukla izledi. Konuşmamaya yeminli hali ikisinin de bakışlarını göle çevirmesine neden oldu. Daha sonra kendisine bakmadığına emin olduğu kadına kaçamak bir bakış atıp oyuncak ayının beyaz tüylerine dokunmaya devam etti. Hüzünle tekrar anılarına yönelen zihni onu yoruyor, tutmaya çalıştığı gözyaşları ise akmak için zorluyordu genç adamı. Bakışları yeniden bulanıklaşırken az önceki bitkin haliyle onu bir daha kimsenin görmesini istemedi. Ara sıra cebinde titreşen telefonunu hissetse de aldırmadı. Kadının da sesi duyduğuna emindi ama cevap vermemesi ya da telefonu açması için herhangi bir ikazda bulunmaması işine bile geliyordu. Ördekler tuhaf yürüyüşler yaptıkları kısa bacakları ile göle girip yüzdüler. Suyun dalgalanması onu en güzel anısından koparırken bu sefer de yanındaki kadının telefonu çaldı. Kadına kısa bir bakış atınca gördüğü asılan yüze, mahvolan bir hafta sonu tatilinin neden olabileceğini düşündü. Kadının yanından uzaklaşması ile yalnız kaldı. Genç kadın telefonu alıp adamı rahatsız etmemek için birkaç adım uzaklaştı. Kiraladıkları sandallarla gölde seyahat eden insanların sesleri daha fazla duyulmaya başladı bu mesafeden. Villa Borghese Gölü, içinde bulunduğu tarihi parka daha bir canlılık katıyor; parkın aslında bir orman olması ise doğa harikası bir görüntünün ortaya çıkmasını sağlıyordu. Kız telefonu kapattıktan sonra derin bir nefes alarak yüzüne gerçek bir gülümseme yerleştirdi. Kapattığı gözlerini açıp arkasındaki banka döndüğünde biraz önceki adamın yerinde olmadığını görüp kısa süreli bir bocalama yaşadı. Sonra başını hızla sağa sola çevirip bakındı ama kendilerine en yakın insanlar bile metrelerce uzaktaydı. Adamın belki biraz önce açmadığı telefonuna baktığını belki de acil bir işi çıktığı için gitmek zorunda kaldığını düşündü. Banka geldiğinde eşyalarını alıp gitmeden önce çantasını kontrol etme gereği duydu. İçinde eksik bir şey yoktu. “Kötü birine de benzemiyordu zaten.” diye düşündü. Aniden bir eksiklik hissetti ve yaşadığı hayal kırıklığını yok saymaya çalıştı. Genç adam beraberinde Joy’unu da götürmüştü. “Ayıcık hırsızı.” dedi. Ancak buna pişman oldu. Üzgün yüzü, yürek parçalayan ağlaması ve yaşlı gözleri aklına gelince “Kim bilir neler yaşadı da bu halde.” diye düşündü. Hafif bir tebessümle “Umarım Joy onu da mutlu eder.” dedi. İçinde büyük bir huzur hissedip ayağa kalktı. Kendisi birilerinin gözyaşlarını silip onları ağlamaktan alıkoymak istese de bunu her zaman başaramazdı ama en azından bazı anlarda onları mutlu edecek şeyler yapmayı deneyebilirdi. Onları mutlu edecek kişi kendisi olamazsa eğer, onlara verdiği bir oyuncak da bunu sağlayabilirdi. Bunun verdiği huzurla Laghetto di Villa Borghese parkının çıkışına yöneldi. Bu sırada kendisini bol yapraklı ağaçların arkasından izleyen adamın ayıcığa sarılıp gözlerinden süzülen yaşlarla ağladığını görmeden yoluna devam etti.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD