1984 yılı...
Bir bahar günü...
Ben içeri düştüğümden beri, güneşin etrafında on kere döndü dünya!
Ona sorarsanız: "Lâfı bile edilmez, mikroskobik bir zaman."
Bana sorarsanız: "On senesi ömrümün."
Cezaevinin kapısında, beni özgürlüğe taşıyacak olan o ilk adımı atacağım sırada aklıma Nazım Hikmet'in bu şiiri düştü ve sessizce dudaklarımdan dökülüverdi.
Ben on yıl yatmadım ama yattığım şu dört yılımın her bir günü on yıla bedeldi.
İçeri girdiğimde yaş yirmiydi, şimdi oldu yirmi dört, ama... ama ruhum, ruhum sanki oldu altı onluk... karşımda yine onlar var ama bu kez bir farkla... mahallenin balkon gülü, Atmacamın Sümbülüde gelmiş bu defa... çok istiyorum o hasret kaldığım yüzlerine doya doya bakmayı ama işte, içeri düştüğümden beri gitti benden beni ben yapan ne çok şey... insanın gözünün içine inadına dik dik baktığım o yıllar gitti, geldi yerine hep gözlerden uzak durmak, gözlere bakamamak... bakamaz oldum artık kimsenin gözüne, baktığım nice gözlerde öyle çok acı, korku, hüzün, delilik gördümki, vazgeçtim... bakmaz oldum artık kim olursa olsun sahibi o gözlere...
Necla duramadı daha fazla.. koşuverdi ve geldi tam dikildi önümde.. başım önümdeydi, kaldırıp bakmaya cesaretim yoktu... korkar olmuştum artık acılı bakışlardan.. görmekten bıkmıştım, usanmıştım, nefret etmiştim.
Aniden kollarını kaldırınca refleks işte, kendini koruma iç güdüsü.. elimde tuttuğum valizimi hızla yere bırakırken, kaldırdığım kollarımı yüzüme, başıma siper ettim bir adım geri giderken.
Dondu Necla, kaldı öylece yerinde... kollarımı indirirken iki yanıma, ilk kez bakabildim yüzüne dikkatlice... elleriyle ağzını kapamış, hıçkırıklarının firar etmesini engellemenin derdine düşmüştü.
"kusura bakma Necla... öyle şey ettim işte!" dedim mahçup, utanmış ve her şeye kahretmiş kalbimden kopup gelen bitikliğimle.
"sarılacağım şimdi sana arslan parçası," dedi... gülümsetti beni, hemde hiç istemediğim, hiç halim olmadığı halde.
Yavaşça yaklaştı, kollarını kaldırıp uzattı bana ve çekti kendisine yorgun, zayıf düşmüş bedenimi. Sımsıkı sarıldı bana..
"ne yaptılar sana böyle gülüm, kardeşim, dostum ne yaptılar sana ha!"
Ağlamak değildi ondaki... ağlamaktan katılıp kalmaktı... hıçkırık değildi dudaklarından kopan, adeta can cekişen bir çığlıktı..
Atmaca ve Misket, ağır adımlarıyla yanımıza gelmeye başlayınca, baktım, bakabildim yüzlerine... uzun zaman sonra çekinmeden, sıkılmadan baktığım ilk gözlerdi gözyaşıyla ıslanmış o iki çift göz.
Sırf saniyeler içinde aklıma işkence misali üşülen o düşüncelerden kaçmak için, "niye getirdiniz bu deliyi?" diye sorunca çocuklara, hâlâ boynuma yüzünü gömmüş ağlayan bacım, "bok ye!" dedi birden bana. "yedim zaten!" dediğimde ise, hemen yüzünü boynumdan çekti ve biraz uzaklaşıp bedenimden, yüzüme baktı. "yeseydin eğer, bugün götlerini rahat rahat gezdiremezdi o itler, seni ve senin gibi nicesini yakanlar Nejatım.. kurban olurum senin o yüzüne!" dedi ve yanaklarımı gıcık olduğumu bile bile sulu sulu öptü.
"aha bak kaşlar çatıldı!" derken beni işaret ettiği çocukları ve beni güldürürken, kendiside güldü.
"Selma ablam nasıl?" diye sorduğum anda, birbirimize baktık ve eski günlerdeki gibi yine bastık kahkahayı. * * *
Saatlerce süren otobüs yolculuğundan sonra nihayet İstanbul'a gelebildik.
Topkapı otobüs garında indiğimizde, saatlerdir oturmaktan bacaklarımız uyuşmuştu. Atmaca, valizimi kaptığı gibi otobüsün bagajından yanımıza geldi.
"hadi bir taksiye binelim," dedi. İtiraz etmedim. Ortalık çok kalabalıktı ve sanki her geçen dakika daha da kalabalık artıyordu. Tam bir keşmekeş hali mevcuttu. Elinden tuttuğu çocuğunu ardı sıra adeta sürükleyen ve önden giden kocasına yetişmeye çalışan anneler, bir yandanda evlatlarına hızlı yürümedikleri için kızarak bağırıyorlardı.
Çığırtkanlar durmadan otobüs firmalarına yolcu çekmek için avaz avaz bağırıyorlardı. Koca koca otobüslerin bazıları gara giriş yaparken, bir çoğuda gardan ayrılmak için harekete geçmişti.
Binbir çeşit sokak satıcısı bu garı mesken edinmişlerdi ve üç kuruş para kazanıp akşam eve ekmek götürmenin derdindeydiler yine.
İki kapaklı, ahşap beyaz boyalı kutusunun kulbunu koluna geçiren bir lahmacun satıcısı, aniden karşımda durduğunda ürktüm ve geri çekildim. Lahmacunlarını överken, satın almam için ısrar ediyordu. Acıdım adama. Tam ağzımı açıp ver dört tane diyecektim ki, cebimdeki para yeter mi diye düşündüm. Mis gibide kokunca canımda nasıl istedi.
Misket atladı hemen. "Sar abi ordan ayrı ayrı dört tane, soğansız ama!"
Adam sevinerek, hızlıca tek tek sarıp lahmacunları her birimize uzattı. Aldığım ilk lokmayla gözlerim doldu ve aklıma, hücredeki arkadaşım geldi.. ne çok birlikte kaldık biz onunla yerin sekiz metre altındaki o zindanda.. canım farem, Abduşum... ben gidince artık başkasına yarenlik yapar... ve öldürmezler inşallah onu orda...
Çocuklar, gözlerimin dolduğunu görmesinler diye etrafıma bakmaya başladım. Misket lahmacunların ücretini ödeyince, hemen elimizde sıcacık lahmacunlarla yürümeye başladık.
Bir taksi bulana kadar o güzelim, mis gibi lahmacun çoktan mideme uzun zaman sonra bayram yaşatmıştı.
Taksiye biner binmez Atmacam, "Bayrampaşa abi," dedi. Camdan uzun süredir hasret kaldığım İstanbul'u izliyordum ve yine aklıma düştü o. Altı yıl oldu onu görmeyeli, ondan haber almayalı... altı koskoca yıl. Kesin evlenmiştir o İhsan denen herifle... çoluğa çocuğa karışmıştır ve beni unutmuştur... unutmasın ne yapsın?
Düşüncelerle geçen yolun bittiğini, sokağa girdiğimizde anladım. Evin önü çok kalabalıktı. Nerdeyse bütün mahalle sokağa dökülmüştü.
Taksiden indiğimizde bir an gözlerime inanamadım. Onca kalabalık bana doğru adımlarken, kalbimin sıkıştığını hissettim. Ordaydı.. ama bu nasıl olurdu ki? Sadece gözlerim onu görüyordu, diğerleri yoktu sanki.
Son anda annemin, "oğluum, Nejatıım, evladıım!" haykırışını duydum ve gözlerimi ondan ayırabildim, bana doğru kollarını açmış gelen annemi gördüm.
Kalbim duracak gibi hissettim. Annem bir adım daha attı ve ikinciyi atamadan yetiştim, yere yığılıp kalacakken onu son anda yakaladım. Sarıldım anama... ah bu koku! anamın kokusu... ciğerlerim sanki şimdiye kadar hiç nefes almıyormuş.. o mis gibi kokusu ciğerlerimi doldurunca yaşadığımı hissettim. Anamla birbirimize kenetlemiştik ve ikimizde hıçkırıklarla ağlıyorduk.
Etrafımızda toplanan bütün o tanıdık yüzler tıpkı bizim gibi ağlıyordu ve ben bir anlığına ona baktığımda, onunda ağladığını ama aynı anda bana gülümsediğini gördüm.. memleketime gelen bahar, onun o tebessümüyle gönlüme düştü, beyaz çiçekler açmaya başladı kalbimde.. nasıl büyümüş, ne kadar güzelleşmiş ve o gözleri, tıpkı eskisi gibi bakıyorlardı gözlerime...
Unutmamış beni... tıpkı benim onu unutmadığım gibi... * * * * *