Tanıtım

2030 Words
Merhaba sevgili okurlar... bu hikaye aslında bir yönüyle başka bir hikayenin, yani Yolumda Sen Yoksun isimli çalışmamın devamı niteliğinde ama aynı zamanda dileyenler önce bu hikayeyi okuyabilir. Yani biraz tersten gidiyoruz. Bir önceki hikayemizde baş erkek karakterimizi bilenler zaten biliyor ve geçmişinden küçük kırıntılar diğer hikayemizde yer alıyor. Bu hikayede tamamen tekrar yapmamak adına baş karakterimiz Nejat Erseven ile ilgili kısa bilgi vereceğim ve hikayemize tam gaz başlayacağım. Bu tanıtım bölümü sizlere hem Nejat Erseven hakkında minik bilgiler verirken, diğer yandan ülkemizin o yıllardaki hali ahvalinede gerektiği kadar değinmektedir. Kahramanımızın yaşamını ülkemizin o günkü durumundan ayrı tutamayacağım için zaman zaman ülkemizin durumundan da her yönüyle söz etmek durumundayım. 1960 yılı doğumlu Nejat Erseven, Aydın'lı bir babanın, Tekirdağ Hayrabolu'lu bir annenin tek çocuğudur ve bir ihtilâl çocuğudur. 1964 yılı talihsiz bir yanma olayıyla, çocuklarının derdine derman olmak isteyen aile o günün koşullarında günden güne kötüleyen evlatlarının hayatını kurtarmak için, İstanbul'daki baba tarafından bir akrabalarının yanına gelirler. Acıyla, sızıyla geçen on günlük sürecin sonunda Nejat iyileşmiş ve bu olay, Erseven ailesinin İstanbul'a yerleşme hikayelerindeki ilk basamak olacaktır. Aile, İstanbul'un varoşlarından birinde iki göz salon salomanje kiralık bir evde yeni hayatlarına başlarlar. Baba Hüseyin Erseven, iyi bir aşçıdır ve küçük bir lokantada işe başlar. Anne ev hanımıdır ve küçük oğluyla ilerleyen yıllarda aralarında dinmeyen bir husumet başlayacağından habersizdir. Oturdukları sokakta sevilen, sahiplenilen bu aile tekdüze hayatlarına devam ederlerken, ülkede yavaş yavaş zor koşullar kendisini belli etmeye başlamıştır. 1973 yılı yaz aylarında çocuk Nejat, mahallelinin dedikodusuna uyupta kendisini sigara içmekle suçlayan annesiyle sürekli tartışma halindedir ve günün birinde, aslında sigara içmezken yine annesinin suçlaması sonucu arkadaşlarından aldığı birkaç sigarayı, evlerinin karşısına geçerek ve annesine seslenerek inatla içmeye başlar.. yoldan çıktığı ilk günüdür bu. Nejat'tan... Sene 1973... Yaz ayları... "Bak çocuk duydum etraftan, maalleliden... görmüşler seni, sigara içiyomuşun... vallaii teperim seni çocuk! On üç yaşında sigara içmek ne len?Eh bir yakalayayım seni, bak o zaman o burnunun deliklerine sokmazsam o sigaraları ben de Vildan değilim.. duydun mu beniiii? hemen bırakacaksın o sigarayı Nejaat!! duydun mu haa.. bak hala mal gibi yüzüme bakıyor ya... gel ulen eve!" "Gelmiyom işte gelmiyom... sen inanmıyon ya bana anne.. gelmeyecem işte.. o beni sana şikâyet edenlerde söyle... Nejat size şeyini gösterdi de! yalan söylüyolar işte! Yalan söylüyolaaar!! Bas bas bağırıyorduk annemle birbirimize ve mahalleliye seyirlik eğlence oluyorduk. Ahh o terlik yine beni bulmayı başardı sokak kapısını açıpta dışarıya kendimi zor attığımda. İnsan bir kez olsun sektirmez mi be kardeşim? Ve iki gün sonra, yine beni terlikle disiplin etmeye çalıştığı o sıcak yaz günün akşamında, evde anamdan yediğim dayağın intikamını aldım. Çok kızmışımya anama bana inanmamıştı diye, İstedim arkadaşlarımdan üç tane sigara, geçtim sokakta tamda kırmızı ateş tuğlayla kaplı üç katlı, eski binamızın önüne, giriş katındaki kiralık evimizin balkonunda sokağımızdan komşuların birkaçıyla çay muhabbetinde olan anama seslendim. Hiç unutmam, üstümde yeşilli kahverengili geniş çizgileriyle ekose gömleğim, kahverengi suni deri kemerim, altında da bayramda alınmış ve giymekten büyük keyif aldığım yazlık ucuz bej rengi keten kumaştan pantalonum vardı. "Anneeee! Bak sen istediğin için öyle olmuyo o işler... öyle komşu şikâyetiyle olmuyo o işler anneee!" Annem hem şaşkın, hemde kızgın, arkadaşları ise şaşkın bana baktılar ve ben tek tek yaktığım o üç sigaranın hepsini aynı anda içmeye kalktım. Ulen senin nene gerek sütlü börek diyorum şimdi bugünlerden o günlerdeki çocuğa. O güne kadar sigaradan haz etmeyen ben, bir kez bile ağzına sigara sürmeyen ben, dumandan az daha boğulacaktım. Deli gibi öksürdüm ve aynı anda annemin iyice zıvanadan çıkmış sesini duyuyordum. "İç ulan iç! zıkkımın pekini iç evlat gibi.. seni eşşoğlusu. Allaa belanı vermesin senin çocuk gibi! At ulan onları!" diye ortalığı ayağa kaldırdı.. yetmedi, hızını alamadı, ayağından çıkardığı terliği fırlattı attı bana ama bu kez denk getiremedi. Hazırlıklıydım çünkü. Çocuk bedenimi kavis yapmamla terlik hemen yanıma düştü. Bugün bile o rengini hiç unutmadığım, ancak misafirler geldiğinde yada misafirliğe bir yere gidecek olursa yanında götürdüğü, çok sevdiği o yeni aldığı üstünde kırmızı karanfili olan rugan siyah terliği nasıl oluyorsa tüm detayları ile gözlerimin önünde ve ben önce o terliğe, sonra da anama bakıp pis pis güldüm. Anacım, "ver ulan o terliği bana," dediğinde sesi biraz yumuşamış olsada hala bana ters ters bakıyordu ve biz yine terlikle bakıştık. Dayanamadım, aldım yerden.. yokluğun içinde zar zor alınmış bir terlikti o. Elimde tuttuğum terlikle, balkonun dibine kadar geldim ve uzattım anama..verdim terliğini, aldı oda, alırkende "ah seni yaramaz evlat," der gibi başını sallıyordu... bir an göz göze geldik, korktum o bakışlarından ve az ilerde beni bekleyen arkadaşlarımın yanına koştum. Yoldan çıktığım ilk gündü o... (Yolumda Sen Yoksun'dan alıntıdır) Yıl 1974... Kıbrıs Barş Harekatı yapılmak üzeredir ve "Ayşe tatile çıkıyor!" şifreli mesajı ile harekatın başlanılmasının emri verilmiştir. O yıllarda, özellikle Amerika Birleşik Devletleri tarafından sıkıştırılan Türkiye hükümetinin başbakanı Bülent Ecevit, Türkiye Cumhuriyeti bağımsız bir ülkedir ve Kıbrıs'taki soydaşlarımızı yalnız bırakamayız minvalinde bu baskılara karşı çıkmış, yine Abd'nin başka bir konudaki (Abd kendi ülkemizde ilaç sanayi için Afyon dikimine karşı çıkmaktadır) baskısına hükümet, yine karşı çıkmıştır ve Abd'nin şimşeklerini üstüne çekmiştir. Dolayısıyla bir çok konuda ambargoya maruz kalan ülkemizde 1974 ve sonraki yıllarda öncelikle ekonomik sorunlar baş göstermeye başlamış, birçoğumuzun filmlerden, kitaplardan, belgesellerden yada o dönemi yaşayanlardan birebir duyduğumuz meşhur yağ, tüp, şeker kuyruklarının başladığı bir dönemece girilmiştir. Bu kardeşinizde et balık kuyruklarında annesinin eteğine yapışıp sabahın köründe çook beklemiştir.. zordu, çook zordu ve küçük olduğum halde o yılların zorluğunu hissetmiştim. 1975 yılı... Kış ayları... Nejat'tan... Yorgun, argın çıkmışım sanayiden... soğuğa inat, titreyen parmaklarımın arasında tuttuğum cigaramı, tüttürüyorum da tüttürüyorum...bir yandan da Cem Karaca'nın yeni çıkan şarkısını mırıldanıyorum.. nasılda beni anlatıyor kardeşim bu şarkı ya... okulu anama kızıp bırakınca, babam baktı olmuyor iyice yoldan çıkacağım düşüncesiyle verdi beni sanayiye.. etim ne kemiğim ne benim... olduk çırak işte.. birde sevdaya düştüm ki feleğim şaştı.. benim arkadaşlarda biliyo işi... dalga geçip duruyorlar benimle.. geçin bakalım, geçin o dalganızı.. görücem bende siz birine sevdalandınız mı kıçınızı diye her gün posta koyuyorum onlara.. okul çıkışı, bahçe kapısında alıyorum soluğu.. bekle bekle yok... göremedim.. kızla iki laf konuşmuşluğumda yok.. konuşmaya kalksam kekelerim kesin.. öyle de utanıyorum.. bir Allah'ın kulu kalmayınca, düştü omuzlarım... eve gideyim bari düşüncesiyle, başladım yürümeye.. Noluyo lan dememe kalmadı baktım Misket İbo, koşarak yanıma geldi. "Olum noluyo kim bunlar?" diye sokağın ortasında kapışan, birbirini pataklayan kalabalığı işaret ettim. "Ali, İbrahim, Murat... sıkıştırdılar çocukları ya!" dedi ya İbo.. Allaah! Kim tutar beni.. üç yakın arkadaşım... "laaaaan! Savuluuun ibnenin evlatlarııı!" diye bodoslama daldım kalabalığa.. Allah ne verdiyse vuruyorum ama çoğu karavana anasını satayım! Yaş on beş... eh öyle çok kalıplıda değilim... vay arkadaş! olduk mu patates? her şeyi, herkesi çift görüyorum Kur'an çarpsın... kaş gitti, ağız burun dağıldı.. kafanın her yerinde yumrular çıktı.. tam çillenmiş patates olduk a.... na koyayım ya! bizi pataklayanlar bi de bizden büyük... yaşları on sekiz, on dokuz... çuval gibi üst üste yığdılar bizi, siktir olup gittiler.. kaldık mı yerde, tozun, toprağın içinde... çamur olmadığına şükrettik ve zar zor birbirimize tutuna tutuna ayağa kalkabildik.. anam anam anam... kemiklerimi kırdılar sanki... "Lan olum biz niye dayak yedik şimdi?" diye sordum yere kanlı tükürüğümü attıktan sonra. Ali, dudağının kenarındaki kanı, pantalonuna silerken, "onlar sağcı," dedi... bende kanı dursun diye kaşımın üstüne bastırırken, öyle bir kaldım.. "e siz?" diye sorunca, "bizde solcuyuz!" dedi ve ben hepten şaşırdım. "O ne lan.. sağcı solcu... bandoya falan mı girdiniz mahallenin?" dediğimde onlarda birbirlerine baktılar. "Bilmiyoruz ki!" diyince ben hepten şaşırdım. "Lan biz şimdi bilmediğimiz bir şey yüzünden mi dayak yedik?" diye afkırınca ben, bunlar bir iki adım geri gittiler. Zoruma gitti be... ne bok olduğunu bilmediğim bir şey için bir araba dayak yedik be şerefsizlerden... zaten kızıda görememişim... üstüne birde mükafat gibi dayak! Tam oldum... öyle bakıyom çocuklara sinirli sinirli... onlarda tırstılar tabii.. sinirim geldi mi babamı tanımıyorum artık.. en kısaları Ali, biraz daha öyle kötü kötü baksam, salacak çişi pantalonundan aşağıya.. ulan düşünüyorum düşünüyorum, çıkamıyorum işin içinden... e gurur da yaptım o biçim.. "olsun lan! Ne bok olduğunu bilmiyom ama bende solcuyum bundan sonra... öğreniriz elbet neymiş bu zıkkımlar... anca beraber, kanca beraber!" dedim ve halimize bakıp, bastım kahkahayı... çocuklarda rahatlayıp başladılar gülmeye... omuz omuza vura vura dağıldık evlere... sanki az önce anası ağlatılan biz değildik! (Yolumda Sen Yoksun'dan alıntıdır.) Yıl 1978... Sağ-sol çatışmasının pompalandığı, ülkede ajanların cirit attığı, gençlerin birbirine kırdırıldığı, çok farklı projelerin sergilendiği oyun sahası haline gelen ülkemizde hayat iyiden iyiye zorlaşmış, 1980 darbesine dolu dizgin gidilen bir döneme girilmiştir ve Nejat, sokak ortasında çıkan bir çatışma sonrası gözlerinin önünde can veren yarenlerinden birinin, aylar sonra kurduğu bir pusuyla, yareninin ölüm emrini veren üç kişiyi yaralamaktan iki can dostuyla ilk cezaevi deneyimini yaşamıştır. On sekiz yaşındadır ve içerde yaşadıklarını aslında kimseye anlatmamıştır. Gözlerinin önünde avluda kendisi gibi bir gencin iki dakika içinde ajan olduğuna karar verilip, nasıl öldürüldüğüne şahit olmuş ve bunun ağır travmasını yaşamaktadır. İçeri giren Nejat ile dışarı çıkan Nejat arasında artık dağlar kadar fark vardır ama bunu hemüz kendisi de bilmemektedir. Onu koruyan kollayan dönemin birkaç büyüğü tarafından, arkadaşları ile birlikte bir süre sonra dışarı çıkmayı başarmışlardır. Eve dönüş aslında birçok yönden sancılı bir sürecinde başlangıcıdır. Nejattan... Sokağın ortasında öylece dikiliyordum ve dönüp, yandaki tek katlı ev ile bizim ev arasındaki dar koridora baktım. O yol işte beni evime götürecekti. Derin bir nefes alıp, o koridordan giriş yapıp, adımlamaya başladım. Evimizin önündeki iki basamaklı merdiveni çıktım ve kapının tam önüne geldiğimde öylece kalakaldım. Anamın, babamın hasretiyle yanıp kavrulan yüreğim deli gibi çarpmaya başlamıştı. Çok heyecanlıydım ama bir o kadar da korkuyordum. Anama da, babama da cezaevine ziyaretime gelmelerini yasaklamış, eğer gelecek olurlarsa kendimi öldürtürüm diye haber göndermiştim. Onlarda korkup tek bir ziyarete bile gelmemişlerdi, gelememişlerdi. O kafeslerin ardından onları görmeye dayanamazdım biliyordum, ve şimdi çok tedirgindim, korku içindeydim. Acaba bana gönül koymuş muydu anam babam? Hiçbir fikrim yoktu ki! Beni nasıl karşılayacaktı ki anam? Babamın evde olmadığını tahmin ediyordum. Kaldırdığım ve yumruk haline getirdiğim elim, birkaç saniye havada asılı kaldı ve sonunda kaçınılmaz sondan kurtulamayacağıma karar verdiğimde cesaretimi topladım. Kıvırdığım işaret parmağımın ucuyla nihayet kapıyı tıklatabildim. İçerden gelen ve çok tanıdık olan anamın terliğinden yükselen o adım seslerini duyduğumda nefesimi tuttum. Evimizin kapı açıldığında ise tuttuğum o nefesimi bıraktım bir anda. İşte karşımdaydı anam ve beni gördüğünde öyle derin bir hiiiihhh çekip, o emektar elleriyle ağzını kapattıki, ne diyeceğimi, ne yapacağımı bilemedim. Şaşkınlığıyla birlikte, "oğluuum!" diye beni kendine öyle bir çekişi, öyle bir bana sarılışı vardıki, o an eridim bittim. Sonrasında beni bırakıp gözlerine inanamıyormuş gibi yüzüme bakışı, tekrar sarılışı ve sonra yine beni bırakıp o nasır tutmuş elleriyle yüzüme, benim gerçek olduğuma inanmak ister gibi dokunuşlar bırakması ve sonunda oğlunun gerçekten karşısında olduğuna inanmasıyla yüzümün her bir noktasını öyle bir öpmeye başladıki, artık dayanamadı ne yüreğim, ne de gözlerim... ona karşı öyle hasret doluydumki ağlamaya başladım bende, tıpkı onun gibi, tıpkı anam gibi... tüm bedenim sarsıla sarsıla ağlıyordum artık. Ne çok özlemişim onu... ne çok! (Yolumda Sen Yoksun'dan alıntıdır. 40-41-42-bölümler detaylı anlatımlıdır.) * * * 1... Dumanı üstünde tüten çorba... Annemin yemeklerini nasılda özlemişim. Dumanı üstünde tüten mis gibi Trakya tarhanası doldurduğu kaseyi, altına koyduğu yemek tabağıyla getirip masaya, tam önüme bıraktı. Yine sahlep kıvamında yapmıştı. "Ay dur yağını unuttum oğul," dediğinde o heyecanını bana nasıl hissettirdiğinin hiç farkında değildi. Alimunyum tavasında azıcık yağda kavurduğu naneden bir kaşık alıp çorbamın tam ortasına döktü. Elleri titriyordu. Onun bu halleri benimde yüreğimi titretiyordu. "hadi başla aslan parçam benim," dedi. Şaşırdım. İlk kez annemden böyle bir söz duyuyordum. Gülümsedim. Gönlümü nasılda hoş etmişti o sözü. İlk kaşığımı ağzıma götürdüğümde, o gözleri yüzümün her bir noktasında, sanki beynine kazımak istercesine geziniyordu. Boğazımdaki kahrolası yumru, yutkunmamı nasılda zorlaştırıyor. Bakma annem bana öyle bakma... alışık değilim ki ben senin bu bakışlarına. Ellerini masada, tam önünde üst üste koymuş, merak ve heyecanla bakmaya başladığında anladım. "çok güzel olmuş, ellerine sağlık," dedim. Bunu duymak istediği o mavilerinden belliydi. Tatlı bir mutluluk ışığı o mavilerden göz kırptı bana ve dudağının kenarındaki utangaç tebessümü ne de yakıştı o yüzüne. Kırklarına merdiven dayayan bu kadının kalbindeki o bana hissettirmemeye çalıştığı acıyı, yüreğimin her hücresini yaktığını hisseder oldum. "babam nasıl anacım?" diye sorunca, "iyi, iyi oğlum... seni görünce daha iyi olacak," dediğinde sesi titredi, bana bakan gözlerini kaçırdı. Onun bu hali yüreğime, acının yanına garip bir korkuyu yaren yaptı. "bir şeyi yok değil mi?" diye sordum ama alacağım cevaptan büsbütün korkar oldum. "yok be oğluum.. baban efedir, bilmez misin sen onu? iç bişeyciği yok.. adi soğutmada iç çorbanı," dedi ve ayaklandı bir anda. Vardı bir garipliği ama çözemedim bir türlü. * * * * *
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD