?GİRİŞ: GÖLGENİN İZLERİ

2282 Words
"CASSİE! KAHVALTIYA HEMEN İNMEZSEN YİYECEK HİÇBİR ŞEY BULAMAYACAKSIN! BABAN VE THEO HER ŞEYİ BİTİRMEK ÜZERELER!" "Geliyorum, anne!" "CASSİE!" O sabah sekizinci kez adımı duyuşum olduğu için gözlerimi devirmeden edemedim. Annemin her zaman fazla gürültülü bir kadın olduğunu düşünmüşümdür. Çılgın bir anneye sahip olmakla ilgili bir sorunum yoktu, babamın anneme tam da bu yüzden aşık olduğunu biliyordum ama annem bazen gerçekten sinir bozucu derecede ısrarcı olabiliyordu. Özellikle de benim onun gibi olmadığımı anlamadığı zamanlarda ve söyleyebilirim ki bu çok sık olurdu. O yüzden anılarımın büyük bir bölümü onları hatırladığımda yüzümün domates gibi kızarmasına neden olacak kadar gülünçtü. Bir keresinde peri anne ve kızı kostümü giyerek şeker toplamak için kasabayı dolaşmak zorunda kalmıştım - hayatımın en utanç verici cadılar bayramıydı. Bir keresinde de beni King Zone denen ölüm aletine bindirmiş ve lunaparkın tam ortasına kusmama neden olmuştu. Yine de hatırladığımda hafifçe gülümsememe neden olan, güzel, komik anılardı bunlar. Annemi seviyordum. "CASSİE!" Ama sabahın köründe komşuları rahatsız edecek kadar yüksek bir sesle bağırırken pek de sevilesi görülmüyor. İç çekerek uzun, kızıl saçlarımı taramaya son verdim ve yüzüm kızgınlıktan saçlarımla aynı renge bürünürken, onun kadar olmasa da, yüksek bir sesle "Anne, geleceğimi söyledim! Lütfen, bağırmaya son ver artık! Komşuları kapıya getireceksin!" diye haykırdım açık kapıdan aşağı kata doğru. Şükürler olsun ki, annem sesini kesti. Bende rahat bir şekilde okul için hazırlanmaya devam edebildim. Şanslıydım çünkü onları yıkamayı unutmama rağmen formam kurutucudan dün çıkmış, düzgünce ütülenmiş, sabun ve yumuşatıcı kokan bir halde çalışma masamın üzerine bırakılmıştı. Bunun için anneme daha sonra teşekkür etmem gerekecekti. Pijamalarımı hızlıca çıkarıp yerine beyaz gömlek ve pileli eteği giydikten sonra üzerinde gittiğim kolejin şık bir armasını taşıyan ceketi omuzlarıma geçirdim. Odadan çıkmadan önce kenarlarında renkli led ışıklar olan boy aynasının karşısına geçtim ve alışkanlıktan kıyafetlerimi düzelterek kendime baktım. Belime kadar dökülen kızıl saçlarım hem gözlerimle hem de burnumun ve yanaklarımın bir kısmını kaplayan çillerle uyumluydu. Kızıllığımı annemden aldığımı biliyordum çünkü baba tarafım tamamen esmerdi. Annemin soyu ise kısmen İsveç'e dayanıyordu. Büyük-büyük-büyükdedem iş için seyahat etmek zorunda kalana kadar annemin büyükannesi ve büyükbabası orada yaşıyorlarmış. Zamanla da tüm bağları kopmuş. Yarı soyum oralı olmasına rağmen İsveç'i sadece bir yazlığına annem ile ziyaret etmek zorunda kaldığımda görmüştüm. Hayatımda gördüğüm en yeşil yer orası olabilirdi. Bir sürü ırmak ve göl vardı. Annem içlerinden bir tanesinde yüzmeye kalkıp soğuk algınlığı kapana kadar da eğlenmiştim aslında. Derin bir nefes alarak inanılmaz derecede pahalı olan safir rengi ceketin omuzlarını çekiştirdim. Ne yazık ki okul bursum kişisel masrafları içine almıyordu. Babamı böyle bir masrafa sokmak istemediğim için bu formayı satın alana kadar tüm yaz boyunca güneşin altındaki bir dondurma standında çalışmam ve abartısız her kahvaltıda 'Bir okul forması nasıl bu kadar pahalı olabilir!' diye söylenip durmam gerekmişti... Ama gittiğim kolej bölgenin en lüks ve en prestijli özel okulu olduğu için bu kadar pahalı olması normaldi sanırım. Hakkını vermek lazım, Robinson M. Koleji her yıl en çok üniversite kazandıran okullar listesinde en üst sırada yer alıyordu. İnanılmaz yoğun bir öğrenim çizelgesi vardı ve her öğrenciyle özel olarak ilgilenildiğine bizzat şahit olmuştum. Parasını neye harcayacağını bilmeyen zenginler ve ders ortalaması yüksek olan öğrenciler tarafından bu kadar tercih ediliyor olmasının ana sebebi de buydu. Böyle bir okuldan tam burs kazandığım için sevinmediğimi söylesem yalan olurdu. Babamın övgülerine ve annemin övünmelerine katlandığım birkaç aydan ve koleje başladığımdan bu yana aradan geçen üç yıldan sonra okuluma alışmıştım. Aşağı kata indiğimde merdivenlerin dibinde günümü güzelleştirecek olan biri beni bekliyordu. Bir Golden Retriever olan Hedwig beni gördüğü anda yattığı yerden fırladı ve ayaklarıma dolanarak neşeyle etrafımda zıplayıp durdu. Az kalsın beni düşürecekti. "Hedwig! Dur!" diye uyardım ve elimde olmadan parmaklarımı dudaklarıma bastırarak güldüm. Günümün ilk gülücüğüydü bu. Dizlerimin üzerine çöktüm ve Hedwig'in başını ona karşı hissettiğim koşulsuz sevgiyle okşadım. Babam bu köpeği ben on altı yaşına girdiğim gün arkadaşım olsun diye almıştı ve bende o zamanlar tam bir Harry Potter hayranı olduğum için ona Hedwig ismini vermiştim. Şimdi iki yaşında olan bu ufaklık en yakın ve muhtemelen de tek arkadaşımdı. Mutfağa geçmeden önce Hedwig için içi boş mama kasesini ağzına kadar doldurdum. Her zamanki gibi burnunu karnıma sürtüp garip sesler çıkararak teşekkür etti. Bende başını okşadım ve yanından ayrılmadan önce alnına minik bir öpücük kondurdum. Mutfağa girdiğimde babamın ve küçük erkek kardeşim Theo'nun ağzı tıka basa yemekle doluydu. Şaşkınlık içinde yiyecek bir şeyler kalmıştır umuduyla kahvaltı masasına baktım ama büyük bir kısmı çoktan silip süpürülmüştü. Babam hayatımda gördüğüm en iri yarı adam olduğu için onun bu kadar çok yemesini bir nebzeye kadar anlayabilirdim ama Theo bir çalı kadar ince olmasına rağmen neredeyse yemesi gerekenden üç kat fazla yemek yiyordu. Alaycı bir iç çekişle başımı salladım. "Beni bekleme nezaketini gösterdiğiniz için teşekkür ederim." "Rica ederim, abla." "İroni yapıyordum, Theo." Annem topuzundan çıkan kızıl bukleyi geri tıkıştırdı ve o bilmiş, tatlı tavrıyla "Sana yemek kalmayacak demiştim. Acele etmeni söylediğimde beni dinlemeliydin." diyerek kalçasını tezgâha yaslayıp kahve kupasından bir yudum aldı. Her sabah içinde gram şeker olmayan bu sert kahveden içmeye bayılırdı. Bir kere merak edip deneyimlediğim için için zehir gibi bir tadı olduğunu biliyordum ve hâlâ o şeyi nasıl içebildiğine şaşıyordum. Anneme gözlerimi devirerek cevap verdim. Karnım açlıktan hafifçe guruldayınca okula gitmeden önce mideme hiç değilse bir şeyler girmesi için buz dolabından bir kutu süt, dolaplardan birinden de mısır gevreği aldım. İkisini bir kâseye boşalttıktan sonra çekmecelerden birinden bir kaşık bularak sabah kahvaltımın keyfini çıkardım. Oldukça neşeli bir ailem olduğu için bir süre mutfağın içinde gülüşmeler ve kıkırdamalar yankılandı. Annem kahve kupasını yıkarken babam yerinden kalkıp Theo'nun başını okşadı, sonra da bana bir öpücük vermek için yanıma geldi. Bende ona yanağımı uzattım. "Günaydın, tatlım ve güle güle." diyerek yanağıma bir buse kondurdu. Geri çekilirken yamuk duran polis şapkasını düzeltti. "Gidiyor musun?" diye sordum şaşkın şaşkın. Duvardaki saate bakmak için başımı çevirirken kaşlarımı çattım. "Henüz erken değil mi? Normalde daha geç çıkarsın." "Sabah bir hırsızlık ihbarı geldi ve anladığım kadarıyla karakoldaki şu yeni eleman beceriksizin önde gideni. Otoriteyi sağlamak için orada olmam gerek." "Ah, tamam." Babamın otoriteyi sağlamak için orada olması bana hiç de garip gelmemişti. Ne de olsa onun iki kişiliği vardı; Evdeyken sevecen bir babayken, karakoldayken tamamen disiplinli bir devlet memuru oluyordu. Babam mutfaktan çıkmadan önce anneme de veda etmeyi unutmayarak kadının yanağından makas aldı. Sonra da sanki seksenlerdeymişiz gibi "Beni özle, bebeğim." dediğini duydum. Kocasının arkasından aval aval bakan annemin yüzünün parlak bir kırmızıya döndüğünü görebiliyordum. Sonra liseli bir kız gibi kıkırdadı. Evet. Bunu sahiden yaptı. Ben anneme inanamayarak bakarken, Theo'da yapmacık bir şekilde öğürerek midesini tuttu. Ona katılıyordum. Yıllar sonra bile ebeveynlerinizin birbirlerine bu kadar aşık olması bazen sinir bozucu olabiliyordu. Mısır gevreği kasesini kucaklayıp kardeşimin yanındaki sandalyeye oturdum. Annem mutfaktaki TV'yi açmak için kumandayı ararken bana dil çıkardığı için Theo'nun kafasına bir fiske attım. O da bir fare gibi ciyakladı. Kardeşimi sevmiyor falan değildim ama on bir yaşındaki bir velede göre fazlasıyla cesur ve hazırcevaptı. O kadar da sert vurmamış olmama rağmen başını ovuşturarak "Hey!" diye bağırdı. Omuzlarımı silkerek kaşığımı mısır gevreğine daldırdım. "Sen bunu hak ettin, böcek." "Anne! Ablama bir şey demeyecek misin?" "Tabii. Bunu hak etmişti, Cassie." diyen annem TV'nin sesini biraz daha verdi. Ben kıkırdamamı bastırırken mutfağın içini sabah haberlerini sunan kadın spikerin sesi doldurdu. Başta haberler ilgimi çekmemiş olsa da daha sonra bir tanesi yüzünden tiksintiyle irkilerek gözlerimi televizyona çevirdim. Ne kadar ifadesiz durmaya çalışırsa çalışsın, spikerin Barbie bebeğinkini andıran yüzünde de aynı tiksintiden vardı. Ne olduğunu merak ettiğim için yemek yemeye tam tamına beş dakika ara vererek habere kulak verdim. "SON DAKİKA BİLGİLERİNE GÖRE DÜN GECE, GEÇ SAATLERDE, İŞLEDİĞİ CİNAYETLERLE TANINAN H.K SEVK EDİLMEK İÇİN BİNDİRİLDİĞİ SWAT ARACINDAN FİRAR ETTİ. MÂHKUMUN KAÇARKEN ÜÇ POLİS MEMURUNU ÖLDÜRDÜĞÜ DE BİLİNİYOR. KATİLİN BATİ VİRGİNİA YAKINLARINDAKİ BİR ORMANDA OLDUĞUNA VE FAZLA UZAKLAŞMADIĞINA İNANILIYOR! BÖLGE YÜKSEK GÜVENLİK ALTINA ALINDI VE POLİS ARAMA ÇALIŞMALARINI HÂLÂ SÜRDÜRÜYOR. VATANDAŞLARDAN EĞER ŞÜPHELİ BİRİNİ GÖRÜRLERSE HEMEN YETKİLİLERE HABER VERMESİ İSTENİYOR! DAHA ÖNCEKİ GÖRGÜ TANIKLARININ ANLATTIKLARINA GÖRE KATİLİN BİR GÖZÜ KÖR VE YÜZÜNÜN BÜYÜK BİR BÖLÜMÜNDE YANIK İZLERİ VAR..." Annem, "Harika," diye araya girdi ve somurtabildiği kadar somurtarak kanalı değiştirip başka bir haber kanalı açtı. Haber ilgimi çektiği için kanalı değiştirdiği anda dudaklarımın arasından homurdanmadan edemedim. "Hey, dinliyordum!" "Bunu dinlemek istemiyorum." dedi. "Bir anne olarak senin de dinlemeni istemiyorum." "Ya ihbar etmem gereken bir durum olursa ne yapacağım?" Yine o bilmiş bakış. "Duymadın mı? Batı Virginia yakınlarındaymış. Orası kilometrelerce uzaklıkta. Zaten baban birkaç güne yakayı ele vereceğini düşünüyor. Yani endişelenecek bir durum yok." Annem bir muhasebeci olabilirdi ama çoğu zaman onun müthiş bir avukat olabileceğini düşünüyordum. Onunla tartışmak anlamsız ve kazanılması mümkün olmayan bir savaş olduğundan karşılık vermek yerine susmayı tercih ederek bakışlarımı yeniden TV'ye döndürdüm. Bu seferki kanalda Senatör Chauncey vardı. Yine o pahalı takım elbiselerinden birini giymiş, yüzüne yapışmış gibi duran gülümsemesiyle konuşma yapıyor, sorulara cevap veriyordu. İtiraf etmem gerekir ki, Senatör Chauncey yaşına göre oldukça çekici bir adamdı. Gülünce kırışan turkuaz rengi gözleri, şakaklarından ağarmaya başlamasına rağmen hâlâ gür olan koyu saçları onu olduğundan kat kat daha iyi bir aday gibi gösteriyordu ve genelde kazanıyor olduğu için seçimlerde bunun faydasını gördüğünden çok emindim. Şimdi bile, ona gülümsediğinde, röportaj yapan kadının yanakları hafifçe kızardı. Yumruğumu yanağıma yaslayarak konuşmalarını dinledim. Senatör ona sorulan sorulara öyle politik, öyle dikkatli cevap veriyordu ki, istemsizce adamın rahatsız edici bir şekilde mükemmel olduğunu düşündüm. Adamın bu kusursuz tavrı bana ona çok benzeyen birini daha hatırlatıyordu. Annem tek kaşını kaldırarak bana baktığında neyin geldiğini bilerek yumruğumu yanağımdan çektim ve sandalyemde huzursuzca kıpırdanmaya başladım. "Oğlu sizin okuldaydı, değil mi? Onu tanıyor musun?" Şey... Annem beni çoğu zaman şaşırtmazdı. Yüzümü buruşturmadan edemeyerek kaşığımı mısır gevreğiyle dolu olan kâsenin içine daldırdım, daire çizerek dolaştırmaya başladım. "Tanımayan var mı ki?" Sesim bir kedinin mırıltısını andırıyordu. O çocuğu benim gibi bir asosyal bile tanırdı ve ben bunun sadece babasının senatör olmasıyla ilgili olduğunu sanmıyordum. Tıpkı babası gibi o da aşırı mükemmeldi. Yani, demek istediğim, rahatsız edici derecede mükemmel. Sürekli A alırdı, tenis, basketbol ve ragbi oynar, Fransızca ve İspanyolca dersinden muaf olurdu. Dünyanın hemen hemen her yerini gezdiği için sanattan, mimariden ve kültürden anlardı. Piyano çalmayı biliyorsa da hiç şaşırmazdım. Yani - hadi ama! - kıskançlık yapmak istemiyordum ama kim on dokuz yaşında beş dil bilirdi ki? Annem bana hâlâ o dikkatli, rahatsız edici gözlerle bakıyordu. "Hiç konuşuyor musunuz?" diye sorduğunda neredeyse gülecektim, yine de kendimi durduramadım ve dudaklarımdan alaycı bir kıkırdama kaçtı. "Beni tanımıyormuş gibi konuşuyorsun, anne. Açıkçası çocuğun varlığımı bildiğini bile sanmıyorum." Theo yanımda kıkır kıkır gülerek yuvarlak çerçeveli gözlüğünü burnundan yukarı ittirdi. Bu arada, erkek kardeşimin Harry Potter'e aşırı benzediğini söylemiş miydim? Hiç değilse bu konuda şansım yaver gitmişti. "Bende sanmıyorum. Çok çekingensin, abla." Ona dik dik bakarak, "Ne demek bu?" diye sordum. Ama erkek kardeşim tam bir geri zekalı olduğu için aslında bir cevap vermesini istemediğimi, sadece çenesini kapaması için onu tehdit ettiğimi anlamadı. "Şey," diye ağzında geveleyerek omuzlarını silkti ve söylemek istediği şeyi söylemeye cüret etti. "Eminim konuşmayı bile bilmediğini düşünüyorlardır." Çok pişkin, diye geçirdim içimden. Suyla dolu olan bardaklardan birini kaptığım gibi Theo'nun yüzüne bir yığın su fırlattım. Saçlarından, gözlüğünden ve burnunun ucundan sular damlarken Theo'nun ağzı sessiz bir çığlıkla açılıp kapandı. Onun bu tatlı halini görmek bana inanılmaz keyif verdi fakat annem için aynısını söyleyemeyeceğim - evi titretecek kadar yükse sesle bağırarak "Cassie!" diye çıkıştı. "Affedersin, elim kaydı." "Yalancı!" diye bağırdı Theo. Ardından gözlüğünü çıkarıp kazağının koluyla yüzünü silmeye başladı. Gerçekten de Harry Potter'a benziyordu ve tam bir Harry Potter hayranı olduğum için çoğu zaman ona kızgın kalmam pek mümkün olmuyordu. Şu an hariç, diye düşündüm. Tekrar ona su fırlatmak istiyordum ama annemin ikinci bir atışa bu kadar ılımlı tepki vereceğini düşünmüyordum. Fakat - Her zaman olduğu gibi - ona ne kadar kızgın olursam olayım, Theo'nun suratına bakınca fikrim değişti. Uzanıp çocuğun kahverengi saçlarını birbirine karıştırarak "Seni şapşal!" dedim. "Bana daha düzgün davranırsan böyle olmaz." "Ama bu doğruydu!" Doğru olduğunu biliyordum. Aileme karşı öyle olmasam da başkalarına karşı her zaman çekingen ve sessiz bir tip olmuştum. Annem bunun çok sağlıksız olduğunu söylüyor ve kabuğumdan çıkmam gerektiğini düşünüyordu. Haklı olduğunu bende biliyordum ama kabuğundan çıkmak öyle zahmetli bir işti ki.. Uğraşmak istemiyordum sanırım. Annem hemen barışmamız karşısında bize gururla karışık bir sevgiyle bakarak gülümsedi. "Şey... Ben küçükken büyükanneniz her doğru her yerde söylenmez derdi. Bunu aklında tutsan iyi olur, Theo." Kardeşim homur homur cevap verdi. "Deneyeceğim." Biraz daha oyalanırsam derse geç kalacağım için anneme ve kardeşime veda ederek kahvaltı masasından kalktım. Dişlerimi fırçalayıp banyodan çıktıktan sonra Hedwig kapıya gidene kadar kuyruk sallayarak peşimden geldi. Ayakkabı bağcıklarımı bağlarken nemli burnunu yanağıma sürtmesi beni güldürdü ve bu hareketiyle ne istediğini bildiğim için gitmeden önce Hedwig'e kocaman, sıcak bir kucaklama verdim. Bu sarı tüy yumağına sarılmak her zaman bana kendimi harika hissettirirdi. "Benimle okula gelemezsin, Hedwig." Kapıyla arama girip kuyruk sallayarak zıplamaya başladı. Onu gerçekten de yanımda götürebileceğimi düşünüyor olmalıydı. Bense her zaman bu mevzuyu yaşamamıza rağmen Hedwig'in nasıl benimle okula gelemeyeceğini öğrenmemiş olmasına şaşırıyordum. Onu içeri geri göndermek için holdeki dolabın üzerinde duran tenis topunu aldım ve havada salladım. "Hey! Bak, bende ne var? Top oynamak ister misin, kızım?" Hedwig sevinçle havladı. Topu koridora attım, duvarlarda oraya buraya sekerek ilerleyen top oturma odasına girdi. Hedwig'in yerinden ok gibi fırlaması bir saniyeden daha kısa bir sürede oldu. Onu böyle kandırmaktan hoşlanmıyordum ama bir kere bunu yaptığı için beni okula kadar takip etmesi riskini göze alamazdım. O gün onu geri getirmesi için annemi aramak zorunda kalmıştım. Hedwig inatçı bir köpekti ve annemin onu benden ayırmak için bir hayli uğraşması gerekmişti. Böyle bir şeyi bir daha asla yaşamak istemiyordum. O yüzden Hedwig gelip de peşime takılmadan önce kapıyı hızlıca arkamdan kapattım. Evden çıktığımda sarı otobüs duraktan ayrılmak üzereydi. Ne yazık ki, henüz kendi arabam yoktu. Aceleyle koştum ama ben pek sportif bir tip değildim. Otobüsü son anda kaçırdım. Nefes nefese dizime tutunarak babamın geçen Noel'de hediye ettiği kol saatimi kontrol ettim. Diğer otobüsün gelmesine yarım saat vardı ve ilk dersim sabah dokuzda olduğu için, ayrıca taksiye verecek param da olmadığı için, öfkeyle haykırıp ayağımı yere vurduktan sonra okula doğru koşmaya başladım. Tanrı aşkına, ben asla okula geç kalmazdım!
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD