?7.BÖLÜM: CEZA VE TEHDİT

3078 Words
Andy, Barry ve Alfred ile birlikte müdürün odasındaki koltuklarda yan yana otururken Bay Johnson avuçlarını suratında dolaştırarak bıkkın bıkkın soludu. Onaylamayan, öfkeli bir sesle "Yine ne yaptınız, sizi haylazlar!" dediğinde bu üç Dalton'un buraya sık sık geldiğini anlamış oldum, ki zaten bu çok tahmin edilebilir bir şeydi. Üçü de pek uslu olmalarıyla tanınan öğrenciler değillerdi - benim aksime. Kahretsin! Annem ve babam bundan hiç hoşlanmayacaklardı! Kendimi adi bir suçlu gibi hissediyordum. Andy ne yaparsa yapsın, ne derse desin, ona o şekilde vurmam doğru değildi ve şimdi bu gerçek bana bir tokat gibi çarpıyordu. Aynı onun gibi davranmıştım; Zorba bir pislik gibi... Ona vurduğumda, canını yaktığımda ondan ne farkım kalmıştı? İşin kötüsü, bunun ne fena bir şey olduğunu zaten biliyor olmamdı. Ben zorba değildim, asla da olmak istemiyordum ama az önce tam da öyleymiş gibi davranmıştım. Bu düşünce beni hem iğrendiriyor hem de dehşete düşürüyordu. Andy gibi insanların beni kışkırtmasına, derimin altına işlemesine izin vermemeliydim. Böyle düşünmeme rağmen Andy'ye baktığımda hissettiğimden emin olduğum tek şey tarif edilmez bir öfkeydi. Benim hakkımda ve Elias hakkında söylediklerini sindirmekte hâlâ zorlanıyordum. İğrenç imasını düşünmek bile midemi bulandırıyordu. Oturduğum siyah, deri koltuğun kenarlarını tuttum ve tüm gücümle sıktım. Aptal çocuk! Başka insanlara da bana davrandığı gibi davranıyorsa bu yaşına kadar öldürülmeden gelmiş olması bir mucizeydi. Sakinleşmek için elimden gelen her şeyi yaparak gözlerimi kapattım ve iç geçirirken içimden yirmiye kadar saydım, bu yeterli olmayınca da kırka kadar saymaya devam ettim. Sakinleştiğimden emin olduğumda da gözlerimi açtım. Andy hâlâ oradaydı ve hâlâ bana ters ters bakıyordu. Yediği tekmenin acısı geçmiş olsa da olanlar yüzünden yüzü hâlâ kıpkırmızıydı. Barry ve Alfred ise gülmemek için kendilerini zor tutuyor gibiydiler. Andy - Nihayet!- öfkeyle harlanan gözlerini benden çekti ve ellerini teslim olur gibi havaya kaldırırken, müdüre, "Bu sefer benim bir suçum yok!" diye yakındı. "Sen ciddi misin yahu?" diye homurdanarak kollarımı göğsümde kavuşturdum, öfkeyle inlememek için kendimi zorlukla tutarken Andy'e dik dik baktım. Nasıl kendinden bu kadar habersiz olabilirdi? Nasıl hiçbir suçu olmadığını söyleyebilirdi? Her şeyden önce, beni sözleriyle TACİZ etmişti! Fakat şimdi bundan tamamen habersizmiş gibi kızgınlıkla bakıyordu bana... "Her şeyi başlatan sensin, ben değil!" "Dalga mı geçiyorsun benimle? Pisliğin teki gibi davranarak beni kışkırtan sensin. Herkesin iyiliği için düşünerek, empati yaparak konuşmayı öğren. Ağzından çıkanı kulağın duysun biraz." Andy'nin mantıklı tarafına ulaşmaya çalışmanın faydasız bir çabadan ibaret olduğunu biliyordum. Asla mantıklı düşünecek biri değildi. Ona yaptığının yanlış olduğunu kabullendirmenin hiçbir yolu yoktu ve bir şekilde kabullense bile bunu kabul etmeyecek kadar kibirli biriydi. O yüzden dudaklarımı öfkeyle birbirine bastırarak gözlerimi ondan çektim ve iç geçirerek kendime yine 'Sakin ol.' dedim. Bay Johnson, dikkatimizi üzerine çekmek için avucunu birkaç kere masaya vurdu. Çıkan tok sesle birlikte üçümüzün de gözleri sıkıntılı ifadesi daha da artmış gibi görünen müdüre kaydı... Şimdi sıkıntılı ifadesinin yanında bir de şüphe belirmişti, gözlerini Andy'den çekip bana dikerken sanki alacağı cevaptan korkuyormuş gibi sordu. "Ne kışkırtmasından bahsediyorsun, Cassie?" Hemen "Hiçbir şey!" dedi Andy, paniklemişti. "Andy, Elias'ın babasının ölümü hakkında atıp tutuyordu. Aramızdaki kavga da bu yüzden başladı. Sonra bir de iğrenç imalarda bulundu." diye cevap verdim. Ben bunu deyince, olaya öyle ya da böyle, bir şekilde karıştığı için cezadan kaçamayacağını anlayan Barry yüksek sesle homurdandı. "İspiyoncu seni! Bu yüzden kimse seninle arkadaş olmak istemiyor işte. Sen çeneni kapalı tutmayı bile beceremeyen bir-" Diyeceği şeyi demeden önce "Hey! Hey! Kes şunu, Barry!" diye azarladı onu müdür ve sonra da gözlerini hemen yan tarafımdaki koltukta oturan Andy'ye çevirdi, onaylamayan bir biçimde "Bu doğru mu, Andy?" diye sordu. "Ona inanmayın hocam. Cassie yalancının teki. Hep böyle saçma sapan konuşuyor." "O halde Elias'la görüşmeli miyim?" Bay Johnson meydan okuyan bir tavırla kaşlarını kaldırınca üçü de suspus olarak birbirlerine bakındılar. Hiçbirinin diyecek bir şeyi yoktu çünkü müdürün bu sorusunu kabul ettikleri taktirde Elias'ın onlar hakkında ne söyleyeceği çok net bir şeydi. Bu düşünceyle giderek rahatlarken yüksek sesle kahkaha atmamak için alt dudağımı ısırmak zorunda kaldım; her şeye rağmen dudaklarımdan küçük bir kıkırdama firar etti... "Arkadaşınıza büyük saygısızlık ettiniz!" diye çıkıştı Bay Johnson. "O bizim arkadaşımız değil." Andy bunu çok sakin bir şekilde, sanki bundan iğreniyormuş gibi söylemişti. Müdürün tepesini attıracak, diye düşündüm; öyle de oldu zaten. "Ben sana konuşabilirsin demeden ağzını açayım deme Andy! Ne laftan anlamaz çocuklarsınız! Her seferinde velinizle mi görüşmem gerekiyor? Ve sana gelince Cassie..." Tamamen suçsuz olmadığım için olayın bir şekilde bana da sıçrayacağını tahmin etmem gerekirdi sanırım. Yüzüme hemen masum ve mahcup bir ifade yerleştirmeye çalışırken parmaklarımı kucağımda birleştirdim, hafifçe iç geçirdim. "Şunu unutma ki, sen okulumuzun birincisisin. Böyle şeylerin imajını zedelemesine izin vermemelisin. Bir sorun olursa bunu konuşarak çözebilecek olgunlukta olduğunu zannediyordum." "Ben... Ben özür dilerim, efendim. Bir daha asla böyle bir şey olmayacak." Özürüm içtendi, bunu fark eden Bay Johnson'ın gözlerindeki sertlik biraz yumuşadı ve daha sakin bir sesle devam etti. "Pekâlâ. Seni tanıyorum ve özürünün içten olduğuna inanıyorum. O yüzden bu defalık sana ceza vermeyeceğim ama lütfen, bir daha böyle bir şeyle gelme karşıma. Ve size gelince... Sizi görmekten bıktım usandım." Andy, tüm küstahlığını ortaya sererek "Biz de burada olmak istemiyoruz zaten." diye karşılık verdi. "Kapa çeneni, Andy! Dün yaptıklarınızı da düşününce, bugün de olanlardan sonra, velinizle görüşmek zorunda kalacağım. Ve hepiniz uzaklaştırma alacaksınız." Alfred ve Barry aynı anda yüzünü buruşturdu. Andy ise kaşlarını sertçe çattı ve hızla doğrulurken, rahatsız edecek kadar yüksek bir sesle, "Ne?" diye soludu; Sonra da beni işaret etti. "Ben ceza alıyorum da o neden almıyor?" dedi suçlarcasına. "Çünkü Cassie üç yılda ilk kez odama geldi, sense iki ayda altı kez. Ayrıca daha dün, 'Ne olduğu umurumda değil, en ufak bir şeyle karşıma gelirseniz hepinizi uzaklaştırırım.' demiştim." "Beni uzaklaştıramazsınız! Babam bu kahrolası okulun aile birliğine her ay tonlarca para yatırıyor!" Bunu. Cidden. Söyledi. Bu çocuğun hiç sınırı ya da mantıklı bir yanı yok muydu merak etmeye başlıyordum artık. Ondan yaşça büyük bir adamı, hele ki bir eğitim üyesini, tehdit etmeye cesaret etmesi olur şey değildi. Bay Johnson, yılların öğretmeniydi. Uzun süredir Andy gibi baş belası öğrencilerle uğraşıyor olmalıydı. Mucizevi bir şekilde sakin kalmayı başararak Andy'e tek kaşını kaldırdı. "Tamam. Şöyle yapıyoruz. Bu ufak tehdidinden sonra uzaklaştırma cezan iki katına çıktı ve ailene 'bu' terbiyesiz, hoşgörülmez tavrını bizzat ben ileteceğim. Sana daha kaç kere davranışlarına dikkat etmen gerektiğini söylemeliyim?" "Ben mi davranışlarıma dikkat etmeliyim? Bu kız bana... Tekme attı." "Öyle mi?" Bay Johnson'ın bakışları bana odaklandı. Ne sorduğu çok açıktı: Doğru mu bu? Doğru, demeye dilim varmıyorsa da yalan söylemeye de varmıyordu; hayatımda böyle utandığım bir an daha yaşamamıştım. Ben ısrarla bir şey söylemeyince Bay Johnson beklediğini göstermek için "Bu konu da ne diyeceksin, Cassie?" diye yineledi. Eden bulur. "Ben... Özür dilerim. Andy öyle deyince çok sinirlendim ve panikledim, bir an kendime hâkim olamadım. Ne yaptığımın farkında bile değildim. Amacım asla ona zarar vermek değildi." "Öyle olduğuna inanmak istiyorum. Şimdilik gidebilirsin. Dersini daha fazla kaçırmanı istemem." Bay Johnson'nın odasından ayrılmak için kapıyı açarken omuzlarımdan büyük bir yük kalkmışçasına gevşediğimi hissettim. Yine de bu hoşgörünün nedeninin hem okul birincisi olmam hem de lise hayatımda ilk kez böyle bir sorunla müdürümüzün karşısına gelmem olduğunun farkındaydım. Bir dahaki sefere - Ama elbette ki bir dahaki sefer olmamasını umuyordum! - böyle bir tavırla karşılaşmayacaktım. Şimdilik bu olay babamın kulağına gitmediği için seviniyordum çünkü Elias... Tam da onu düşündüğüm anda Elias'ı karşımda görünce şaşkınlıkla sıçradım; Duvara yaslanmış, ayaklarını bileklerinden çaprazlamış, öylece bekliyordu. Gözlerim yavaşça çocuğun bedenine oturan, garip bir şekilde ona yakışan okul formasında dolaştı. Daha dün cenazesi olan birinin okula gelmesini beklemiyordum ama zaten üvey babasını sevmiyordu. Yani sanırım gelmesi o kadar da şaşılacak bir şey değildi. Ama neden burada, müdürün odasının önündeydi? Bunun benimle bir ilgisinin olmamasını umuyordum. İlk konuşan oydu. "Olanları duydum." Kahretsin! Sessiz kaldım ama her zamanki sessizliğim değildi bu, ne diyeceğimi bilemiyordum. Elias iç çekerek parmaklarını saçlarının arasından geçirdi. "Andy'nin nasıl bir pislik olduğunu bildiğim için soruyorum, canını sıkacak bir şey yaptı mı?" "Bir şeyim yok." dedim sersem bir halde. "Peki." dedi sadece. Tüm söyleyeceğini söylemiş gibiydi. Bu çok garip bir konuşmaydı ve kafamın içinde bu garip konuşma hakkında ne düşünmem gerektiğini kestiremeyen bir taraf vardı. Sonuç olarak ne Elias ne de ben konuşkan insanlar değildik. İkimiz de orada öylece duruyor, sessizce birbirimize bakıyorduk. Sonunda yenilen, gözlerini kaçıran taraf ben oldum. Ona gerçeği söylese miydim ki? Yoksa zaten kavganın onun yüzünden başladığını biliyor muydu? Ah, umarım bilmiyordur! Aksi halde bir daha utançtan yüzüne bakamazdım. Şimdi bile bakamıyordum. Elias, dikkatimi kendine çekmek için yumruğunu ağzına götürüp boğazını temizledi. "Bir sonraki dersin biyoloji mi?" Biraz gergin göründüğünü fark etmeden edemedim. "Evet." "Benimki de öyle." Birden biyoloji dersini birlikte aldığımızı anımsadım. "Hmm..." dedim aptal aptal. Hafifçe kızardı. "Birlikte gidelim mi?" Yine, aptal aptal, "Nereye gideceğiz?" dedim. Elias gülümser gibi oldu. "Sınıfa elbette. Başka nereye olacak?" Anladığımı göstermek için "Ah," dedim, bir an beni gerçekten birlikte sınıfa gitmeye davet ettiğine inanamamıştım. Yoksa dünkü konuşmamız hakkımda düşündüklerini değiştirmiş miydi? O yüzden mi böyle garip davranıyordu? "Ne diyorsun? Birlikte gidelim mi?" Daha önce kimseyle sınıfa yürümemiştim. Bu, ilginç bir değişiklik olurdu. "Şey... Tabii, olur." Yan yana yürümeye başladık. Okulun tüm laboratuvarları bu sinir bozacak kadar temiz olan koridorun sonundaydı. Elias ile yürümek ise fazlasıyla sakin ve sessiz bir şeydi, ve bu hoşuma gitmişti. Onun yanındayken kendimi hiç de gergin hissetmiyordum. Belki de bu yüzden "Kendini nasıl hissediyorsun? Yani, dünden sonra?" diye sorabilme cesaretini içimde bulabildim. "Daha iyiyim." İçinde birkaç öğrencinin olduğu kimya laboratuvarının önünden geçerken Elias'ı göz ucuyla süzdüm. Evet, daha iyi görünüyordu. Soracağı şeyi sormadan önce göğsü derin bir nefesle şişti. "Neden Andy'ye vurdun?" Şaşırmadım. Bir noktada bunu soracağını bekliyordum zaten. "Çünkü tam bir pislik gibi davranıyordu." "Öyle olduğuna eminim ama hiç birine vuracak birine benzemiyordun. Biraz şaşırdım." Oysa ben hakkımda böyle düşündüğü için şaşırmamıştım. Genelde kimseyle konuşmayan, göz göze gelmeyen, o sessiz öğrenciydim ben. Kavga etmesini beklediği son kişi olmam o kadar normaldi ki... "Olabilir ama zaten insanlar göründüğü gibi değiller, değil mi?" diyerek gülümsemek için kendimi zorladım. Anlamını çözemediğim bir tebessüm kapladı dudaklarını. "Sanırım haklısın. Bana neden ona vurduğunu söyleyecek misin?" Ah, asla olmaz. "Boş ver. Kendince eğleniyordu işte." Yanaklarım ısındı, Elias'ın bunu fark etmediğini umarak gözlerimi önümdeki koridora diktim. "Ona vurmam doğru değildi, biliyorum, ama kesinlikle sonuna kadar zorladı." Neyse ki o sırada biyoloji laboratuvarının önüne gelmiştik. Pankartta kocaman harflerle 'Kurbağa Anatomisi' yazdığını görünce korkularımın gerçek olduğunu anladım. Beyaz çerçeveli, mor gömlekli, siyah pantolonlu, beyaz önlüklü biyoloji öğretmenimiz başıyla yerimize geçmenizi işaret etti ve eşyalarını hazırlamaya geri döndü. Bu kadını seviyordum. Yaşı çok gençti ve kocaman gözleri ve benimkinden daha koyu bir kızıllığa sahip olan kıvırcık saçları vardı. Çift kişilikli, dikdörtgen şeklindeki metal sıralardan birine geçerken küçük bir mekanizmaya yerleştirilmiş kurbağayı görünce kusacak gibi oldum. Elias yanımdaki boşluğa oturmak için sandalyeyi çekerken kendi kurbağasına baktı. "Eğlenceli bir ders olacak gibi görünüyor. Bir mikroskopla hücre incelemek kadar sıkıcı olmayacağı kesin." diyerek iç çektiğini duydum. Aslında ne kadar sıkıcı olursa olsun bir mikroskopla hücre incelemeyi tercih ederim. Elias bana baktı, betim benzim atmış olmalıydı. "Hey, sen iyi misin?" "Bunu yapabileceğimi sanmıyorum." "Kan mı tutuyor?" "Hayır." Başımı hızla iki yana sallarken hâlâ gözlerimi ayırmadan kurbağama bakıyordum, dudaklarım bariz bir iğrenmeyle gerilmişti. "Sadece kalbi olan hiçbir şeyi kesip açamam." "Ama bu kurbağalar zaten ölü." "Ölü olması umurumda değil, onu kesemem." Kurbağanın yanı başında duran steril neştere baktım ve kendi kendime 'Bir okulda böyle kesici bir aletin olması güvenli mi?' diye düşündüm. Bu şeyle kendimi falan kesebilirdim sonuçta. Meraklı gözlerle sınıfa göz attığımda bazı öğrencilerin benim gibi iğrendiğini, bazılarının rahatsız edecek kadar istekli olduğunu, bazılarının da tamamen ilgisiz bir şekilde telefonuyla uğraştığını gördüm. Elias yumuşak bir sesle, "Sorun değil," dedi, yanıma geldi ve işaret parmağıyla kurbağamın şişkin tenine dokunup görünmez bir çizgi çekti. "Sadece karın boşluğuna uzun bir kesik açacaksın. Bunu yapabilirsin." "Bunu yaparsam kusabilirim." "Yardım etmemi ister misin?" Yardım derken bütün işi o yapmayı mı kast ediyordu? Yüksek sesle yutkunarak, "Evet, harika olur." dedim. Hemen ekledim. "Teşekkür ederim." Elias başlamak için mavi eldivenleri eline geçirdi. Başka çarem olmadığı için masanın üzerinde duran eldivenlerden bir çift aldım. Sinirlerim son derece bozuktu. O yüzden eldiven giymek dünyanın en zor şeyiymiş gibi parmaklarımı yanlış geçirdim, sonunda da birkaç homurdanma eşliğinde başardım. Parlak, keskin neşteri tutarken parmaklarım istemsizce titriyordu. Elias birden bana yaklaşıp elimi kuvvetli kavrayınca bana dokunmasını beklemediğim için şaşkınlıkla ona baktım. "Ellerin titrerse bunu doğru yapamazsın." derken tutuşu elimi sabitliyor, benden daha çok kurbağama bakıyordu... Sesime yansıyan bir şaşkınlıkla "T-tamam." dedim ve gözlerimi hızla hayvana çevirdim, ona iğrenerek baktım. "Şimdi ne yapacağız?" Elias elimi indirdi ve parmaklarını hiç kıpırdatmadan, benim de kıpırdatmama izin vermeden kurbağanın karın boşluğuna temiz bir kesik açtı. Neşter deriyi jilet gibi kesip geçti. Tepsiye akan kanı görünce gözlerim istemsizce iri iri açıldı. Bu kadar küçük bir hayvandan bu kadar çok kan çıkması normal miydi? Bu sırada Elias - yavaşça - tutuyor olduğu elime baktı ve sanki birden bunu yaptığını fark etmiş gibi elimi bırakıp geriledi. "Affedersin." dedi düz bir sesle. Başını iki yana sallarken yumuşak, gür saçları alnında oynaştı. Sonra neredeyse gülümsedi. "Gerisini kendin yapabilirsin, değil mi?" Bundan emin olmasam da "Evet, merak etme." dedim. Elias kendi kurbağasına dönerken bende tamamen sersem bir halde tamamen önüme odaklandım. Ellerim titremeye devam ettiği için tek başıma devam etmekte zorlansam da ders bitene kadar bir şekilde idare etmeyi başardım. Zilin çaldığını duyar duymaz - Şükürler olsun! - kanlı eldivenleri çıkarıp tezgahın yanında duran çöp kutusuna fırlattım. Ne kadar acele ettiğimi gören Elias eldivenlerini çıkarırken gülmemek için kendini zor tutuyordu. Ağzımın içinde "Sonra görüşürüz." diye geveleyerek kan kokan sınıftan adeta kaçarcasına fırladım. Orada daha fazla kalamazdım. Neyse ki bu durum sadece bir derslik bir şeydi de bir sonraki derste teorik eğitimimin tadını çıkarabilirdim. Günümün geri kalanı ortak dersimizde Barry'nin korkunç bakışlarının sırtımda delik açtığını hissetmem haricinde çok sıkıcı ve yavaş geçti; öğle yemeği yedim, ödevlerimi teslim ettim, rehber öğretmenimle üniversite başvurularım hakkında ufak bir görüşme yaptım, kütüphanede tek başıma kitap okudum ve ne Andy'le ne Elias'la ne de Ashley'le bir daha karşılaşmadım. Okul bittiğinde ve ilk otobüsle kendimi evime atmayı başardığımda babamın işte değil de evde olduğunu fark ettim. Ön taraftaydı ve hava bulutlu olmasına rağmen arabasını yıkıyordu. Yapacak daha iyi bir işim olmadığı için arabayı yıkamakta ona yardım etmeye karar verdim. Çantamı bahçedeki ahşap sandalyenin üzerine bıraktım. İçi su dolu olan kovanın içinden süngeri alırken babam beni fark etti ve uzanıp sanki beş yaşındaymışım gibi saçlarımı birbirine karıştırdı. "Geldin demek. Günün nasıldı, balkabağım?" Ön camı silmeye başlarken "Her zamanki gibi sıkıcıydı." diye yalan söyledim, ona yalan söylemekten hoşlanmıyordum ama olanları anlatıp da onu üzmek istemiyordum. "Şey... Bugün rehberlik öğretmenimle görüştüm." "Üniversite için mi? Eğer öyleyse, lütfen bana Harvard'a gitmeye karar verdiğini söyle." Hafif bir gülümsemeyle "Baba!" diye haykırdım. "Ne? Eminim seni kabul ettikleri için çok şanslı olurlardı. Sen harika bir öğrencisin. Başvuru yaparken bunu cidden düşünmelisin." "Düşüneceğim." diye söz verdim. Babam hortumun suyunu kapattı ve bana muzip bir bakış attı. Ben de güldüm. Sonra yüzündeki ifade yumuşadı ve sadece onda görebileceğim kadar derin bir şefkatle "Seninle gurur duyuyorum, bunu biliyorsun, değil mi?" diyerek uzanıp yanağımı okşadı. Bunu söylemesi öyle anlamlıydı ki benim için... Birden kollarımı babamın beline doladım, ona nefesini yarıda kesecek kadar sıkı bir şekilde sarıldım, duygusallaşmıştım. Babam da kıkırdayarak bana geri sarıldı, sırtımı okşadı ve bir an kendimi beş yaşında bir çocuk gibi hissettim. O zaman da böyle hissederdim, böyle... Güvende. Tanrım, Elias'ın babasını gördükten sonra baba konusunda ne kadar şanslı olduğumu anlamıştım! Çok zengin değildi ama kardeşim ve bana karşı her zaman ilgili ve sevgi dolu bir baba olmuştu. Bir süre sonra babam iç geçirerek hafifçe geri çekildi. "Tamam, bu kadar drama yeter. Aç olmalısın. Git eve bir şeyler ye. Arabayı kendim yıkayabilirim." Daha uzun bir işi olan arabaya şöyle bir baktım. "Emin misin?" diye sordum ama babamın gözlerini devirişi zaten bir cevaptı. "Git. Annene onu çok sevdiğimi de söyle. Galiba canını sıkacak bir şey yaptım, tüm gün suratı asıktı." "Ona çiçek ve pasta almayı dene. Çiçeklere ve pastalara bayılır." "Bunu yapmadım mı sanıyorsun?" "Ve morali düzelmedi mi? O halde durum gerçekten ciddi olmalı. Onu durdurmalısın baba, şu an boşanma avukatını arıyor olmalı!" dedim ama ciddi değildim. Annemi ve babamı tanıyordum, birbirlerini sinir bozacak kadar çok seviyorlardı ve aralarındaki bu sorun her ne olursa olsun önünde sonunda barışırlardı. Babamı arabasıyla baş başa bıraktım ve her zaman çantamın bir köşesinde olan yedek anahtarımı kullanarak eve girdim. Theo hâlâ okuldaydı. Hedwig ise oturuma odasındaki üçlü koltukta kıvrılmış uyuyordu. Televizyonda yerel bir haber kanalı açıktı ve Barbie'ye benzeyen kadın spikerin sesi odada yankılanıyordu. "...Ceset sayısı dörde ulaştı. Polis ve özel ekip hâlâ katili arıyor. Otopsi raporu..." diyordu ki birden ekran karardı. Omzumun üzerinden elimde kumandayı tutan anneme baktım. İfadesini görünce dudaklarım hafifçe aralandı. Vay canına. Babam haklıydı, gerçekten de hiç keyfi yoktu bugün. "Biliyor musun, senin yaşındayken bende senin gibiydim ama hiçbir zaman arkadaşlarımın özel bölgelerini tekmelemedim." Eyvah! Galiba Bay Johnson 'Ceza almayacaksın,' derken 'Ama yine de ailene haber vereceğim.' demeyi atlamıştı. Tamamen hazırlıksız yakalanmıştım. Bardağa dolu tarafından bakarsak, annemin neye moralinin bozuk olduğu anlaşılmıştı. "Onlar benim arkadaşım değil." dedim buz gibi bir sesle, çantamı hâlâ horul horul uyuyan Hedwig'in yanındaki boşluğa bıraktım. "Asla da olamazlar." "Onlar ya da bir başkaları, umurumda değil. Herkesi kendinden uzaklaştırmandan bıktım usandım. Sana ne oldu, Cassie? Eskiden arkadaşların vardı." diye yakındı. Eskidendi, dememek için kendimi zor tuttum. "Şimdiyse seni tanıyamıyorum bile." "Bak. Çok üzgünüm, öyle yapmamalıydım ama o çocuk hakkımda saçma sapan konuşuyordu ve ben de..." Oof, bu savunma hiç de işe yaramıyordu. Annemin ifadesi yumuşamak şöyle dursun, daha da sertleşmişti. Parmaklarımı saçlarımdan geçirerek anneme doğru bir adım attım. "Bak, lütfen babama bundan bahsetme. Zaten yeterince pişmanım. Bir daha asla böyle bir şey olmayacak, yemin ederim." "Endişelenme, başın belada değil. Sadece bir şeyi açıklığa kavuşturmak istiyorum. Ashley seni arkadaşlarıyla birlikte baloya davet etmişti, eğer bu gece oraya gidersen ben de babana bu küçük, can sıkıcı vukuatından bahsetmem." Ne? "Ne?" Algılamakta cidden zorlanıyordum. Annem kollarını göğsünde kavuşturdu ve açıkça bana meydan okuyan bir ifadeyle kaşlarını kaldırdı. Cesur görünüyordu. Ve çok kararlı... "Bu akşamki o baloya gitmeni ve birkaç normal arkadaş edinmeni istiyorum. Tıpkı eskisi gibi." "Şaka yapıyor olmalısın." "Hayır. Çok ciddiyim. O baloya gideceksin." "Hayır, gitmeyeceğim! Beni o aptal şeye gitmem için tehdit edemezsin! Bu yaptığın yasal bile değil ki!" "Abartma istersen." Annem beni o kadar ciddiye almıyordu ki tıpkı babam gibi gözlerini devirdi. "Baloya gitmek seni öldürmez." "Evet, öldürür. Sıkıntıdan ölebilirim." "Babanla konuşayım mı Cassie?" Aman Tanrım. Şakası yoktu. Gerçekten de tehdit ediyordu beni! Ağzımı açsam da itiraz edemedim çünkü babamın az önce dediği şeyi düşünüyordum; Seninle gurur duyuyorum, bunu biliyorsun, değil mi? Bu yüzden onu hayal kırıklığına uğratmak yapmak isteyeceğim son şey bile değildi. Annem ise kararından vazgeçmeyecek kadar inatçı görünüyordu. Tavandaki lambaya gözlerimi diktim ve kesin bir karar vermeden önce derin bir soluk alıp verdim. Görünüşe göre kaçışım yoktu. "Oof, tamam!" diyerek yeri sarsacak kadar öfkeli adımlarla odama çıkmadan önce çantamı koltuktan hışımla kaptım. Hedwig irkildi ama neyse ki uyanmadı. Yanından geçip giderken anneme öfkeyle parlayan gözlerle baktım. "Tamam! İstediğin gibi olsun, o aptal baloya gideceğim!"
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD