?8.BÖLÜM: GECEYARISI BALOSU

3704 Words
Annemin ufak tehdidi karşısında şaşırmaktan çok öfkelenmiştim, hatta öyle öfkelenmiştim ki yarım saattir hiç durmadan odamın içinde bir o yana bir bu yana volta atıyordum. O aptal baloya gerçekten gitmek istemiyordum ve bunu bilmesine rağmen beni gitmeye zorlamanın 'doğru' bir seçenek olduğunu mu düşünüyordu? Ne saçmalık ama! Düşünmenin beni ne kadar halsiz düşürdüğünü fark ettiğimde rahatlamak için bir duş almaya karar verdim. Küveti ağzına kadar suyla doldurdum ve büyükannemin geçen şükran gününde hediye ettiği kokulu banyo köpüklerini kullanmaya karar vererek dolaplardan birini açtım. Büyükannem gençliğinin büyük bir bölümünü güzellik merkezinde çalışarak geçirdiği için boş zamanlarında banyo sabunları, cilt bakım kremleri ve maskeler hazırlardı. Doğrusu pek becerikliydi. Köpüğü suya karıştırdığım anda çözüldü ve banyonun içini ferah, çiçeksi bir koku kapladı. Derin bir nefes alıp bu güzel kokunun tadına vardım, büyükanneme bir ara bunun için teşekkür etmeliydim. Sonra hızlıca okul üniformamı çıkardım. Suya girerken bedenimdeki tüm kaslar gevşedi ve istemsizce gözlerimi kapatıp "Hmm," diye mırıldandım. Bunu daha önce yapmalıydım, böylece terapiye ihtiyacım olmadığını daha erken anlayabilirdim. Bu düşünceyle kıkır kıkır güldüm. Başım geriye düşerken uzun, kızıl saçlarımın bir kısmı suyun altına girerek süzülmeye başladı. Öyle rahatlamıştım ki, annemin beni tehdit ettiğini bile unutmuştum! Bir an için her şey çok sakin ve güzeldi. Tam olması gerektiği gibiydi. Kendi gerçekliğime geri dönmek istemiyordum, her ne kadar dönmek zorunda olduğumu bilsem de. Aslında benim için endişelendiği için anneme kızamıyordum. Bir arkadaşım olsun istiyordu, ne yazık ki boşa çabalıyordu; ben o defterleri kapatalı uzun zaman olmuştu. Şimdi ise kendi aptallığım yüzünden umurumda bile olmayan o baloya gitmek zorunda kalmıştım. Andy'ye karşı o kadar sert davranmasa mıydım acaba, diye düşünmüyor değildim şu an. Yine de pişmanlık hissetmek için çok geçti artık. Olan olmuştu ve belki, sadece belki, baloda gerçekten eğlenebilirdim. Bu düşünceler beni biraz daha iyimser bir ruh haline sokarken hafifçe gülümsediğini fark ettim. Keyfim yerine geldiği için banyoya veda etmem normalde olduğundan biraz daha uzun sürdü. Bornozuma sarılarak yatak odama girdim ve nemli saçlarımı bir an önce kurutmak için saç kurutma makinemi çekmeceden aldım. Hedwig ben banyodayken uyanmıştı. Etrafımda dolanıyor, saçlarımdan damlayan su damlalarını ağzıyla yakalamaya çalışarak kendince bir oyun oynuyordu. Onun yüzünden az kalsın yüz üstü düşecektim. Bu bir iki kere tekrarlanınca Hedwig'i odamdan çıkartmak için adeta fiziksel kuvvet uygulamam gerekti. Tasmasını çektiğimde bana tüm gücüyle direndi. "Hedwig!" diye bağırdım. "Çık şu odadan hemen!" Ama Hedwig beni asla ciddiye almazdı. Şimdi olduğu gibi. Oyunbaz bir tavırla üzerime atladığında dengemi kaybettim ve yatağımın üzerine sırt üstü düştüm. Hedwig tepemde, bana kocaman, masum gözlerle bakıyordu. Canıma tak edince onu kucakladım ve kapının önüne taşıyıp yere bıraktım. Hemen içeri girmeye çalıştı. Ben de içeri girmesin diye ayağımla göğsünden hafifçe ittirerek kapıyı yüzüne kapattım. Hedwig kapının ardından havladı ve kapıyı tırmalamaya başladı. Amma da inatçı bir köpeğim vardı! Gözlerimi abartılı bir şekilde devirerek saç kurutma makinemi elime aldım. Fişe takmama ve başlat simgesine basmama rağmen saç kurutma makinem çalışmayınca yüksek sesle homurdandım. "Şaka mı yapıyorsun?" Çünkü kahrolası şey milat kadar eskiydi ve çalışması için kafasına üç dört kez vurmam gerekiyordu. Tüm öfkemi ondan çıkarmak istercesine makineye bir tane geçirdim. Gıcırdadı ve aşırı yüksek bir sesle çalışmaya başladı. Biri kapımı açtığında saçlarımın tamamını kurutmuş sayılırdım. Babam ve Theo kapımı çalmadan asla içeri girmezlerdi. Yani bu evde bunu yapabilecek tek bir insan vardı. Gelen annem olmalıydı. İç geçirmeden edemedim. Sanırım onun buraya geleceğini tahmin etmeliydim. Makineyi kapattım. Gürültü kesilirken aniden çöken sessizlik yüzünden kulaklarım hafifçe uğuldadı. "Evet?" dedim soğuk bir sesle. Beni tehdit ettiği için ne kadar dargın olduğumu anlasın istiyordum fakat benim aksime annemin morali son derece yerindeydi. Hiçbir şey olmamış gibi gülümsüyordu. "Müsait misin?" "Evet, neden?" "Sana ufak bir hediyem var." Hediyelere bayılırdım ama bu kulağa gerçekten de hiç hoş gelmiyordu. Özellikle de doğum günüme daha iki hafta varken. "Anne," diye homurdandım gözlerinin içine bakarak. Yüzümü ellerimle kapatmamak ya da 'Dalga mı geçiyorsun? Nasıl hiçbir şey olmamış gibi davranabilirsin? Az önce beni tehdit ettin!' diye çığlık atmamak için kendimi zor tutuyordum. "Bence gerek yok-" Beni dinlemiyordu bile. Kendi etrafında bir defa döndükten sonra "Ta-daa!" diyerek abartılı bir hareketle arkasında tutuyor olduğu elbiseyi çıkarıp gösterdi. Bir yandan da elini su gibi akan zarif kumaşın üzerinde gezdirdi. "Bu senin olsun. Kendi mezuniyetimde giymiştim." diye devam ederken aşırı heyecanlı görünüyordu. Gözlerim genişledi. Ağzımdan tek laf çıkmıyordu ama ifadem her şeyi anlatıyor olmalıydı. Annem için bir fark yaratacağından değil hani... Dehşetle kaplı ifademi çok açık bir biçimde görmezden gelerek, "Bir denesene," dedi, bir yandan da elbisesinin içinde nasıl görüneceğimi hayal ederek bedenimi süzdü. Sinirlerim öyle bozuktu ki neredeyse kahkahalarla gülecektim. Ne yani? Bir de beni elbisesini giymem için mi zorlayacaktı? Bugün neyi vardı bu kadının? Nispeten kendime geldiğimde anneme şaşkın bir bakış gönderdim ve beni bile şaşırtan bir sakinlikle "Benim de elbiselerim var anne." diye hatırlattım. "Ama hepsi ya günlük ya da yazlık elbiseler, onlarla baloya gidemezsin." Kabul edeceğim. Bu konuda hakkı vardı. Dolabımda bekleyen askılı, sade ve günlük elbiseleri düşünürken hiçbirinin bir gece davetinde giyilmeyecek olduğunu düşündüm. Evet, pek davetlere katılan biri değildim ben. Afallamış bir halde annemin elindeki gece elbisesine baktım ve homurdanmamak için kendimi zor tuttum çünkü en son ne zaman böyle bir elbise giydiğimi hatırlamıyordum bile. "Anne, ciddi olamazsın. Ben bu elbiseyi giyemem." "Kim demiş?" "Ben diyorum." Ona en bilmiş bakışımı fırlattım ve ne kadar sert görünmek istesem de kendimi tutamadım, başımı iki yana sallayarak kıkırdadım. "Çok inatçısın. Niye bu kadar zorluyorsun ki?" "Sadece eğlenmeni istiyorum, bebeğim." "Gerçekten eğlenmemi isteseydin beni bir kütüphaneye gönderirdin, baloya değil." Ne kadar kabul etmek istemesem de annem dediğini yaptırmaya kararlı görünüyordu. Kalabalığı, kulak ağrıtan müziği düşününce yüksek sesle iç geçirdim; Yalnız kalıp kitap okuyabileceğim bir yeri tercih ederdim. "Bu balo benim için bir cehennem olacak." "Denemeden nereden bileceksin?" "Denemek istemiyorum. Zaten gitmek de istemiyorum. Unuttun galiba, beni gitmem için zorluyorsun." "Çocukluk yapma. Baloya pijamayla gitmeyi düşünmüyorsun herhalde." Ukala bir şekilde elbiseyi işaret ettim. "Hayır, ama bununla da gitmeyi düşünmüyorum." Annem masum bir ifadeyle "Neden? Güzel değil mi?" diye sorduğunda gözlerimi yeniden ama bu defa alıcı gözlerle elbisede gezdirdim. İnat etmek yerine "Evet, güzel." diye kabul ettim. Gerçekten de güzeldi, kabul edeceğim. Derin bir V yakası olan, zümrüt yeşili renginde, Yunan tarzı, diz üstü bir elbiseydi. Belden yukarısı dardı, vücuda tam olarak otururken, etek kısmı salaş bir şekilde dökülüyordu ve kumaş kaliteli olduğu için elbise sanki bir peri kızı için tasarlanmış gibi duruyordu - çok güzel ve zarifti ve kesinlikle giyilmek istenmemeyi hak etmiyordu. "Sana çok yakışacak." derken annem tereddütümü fark etmişti ve üzerime oynuyordu. "Giymek zorunda değilsin ama eğer giyersen beni dünyanın en mutlu insanı yaparsın, Cassie." Omuzlarım çaresizlikle düştü. Bir kez daha güzel elbiseye bakarken 'Madem öyle ya da böyle baloya gideceğim en azından güzel görüneyim,' diye düşündüm. Sonuçta tüm kızlar oraya özenerek geleceklerdi. Hepsinin de çok güzel olacağından emindim. Dikkatleri üzerime çekmek istemiyorsam ben de onlara uyum sağlamalıydım. Üstelik bu annemi de mutlu edecekti - her ne kadar beni hâlâ tehdit ediyor olsa da! Tek fark bu sefer babamı değil, vicdanıma dokunan annelik duygusunu kullanıyordu. Nihayet pes ederek "İyi," dedim. "Giyeceğim." Annem şok ve keyif arasında kalmış gibi görünüyordu. İkna olmamı beklemiyordu galiba. Bana geniş ve samimi bir şekilde gülümsedi. "Harika! Sen hazırlanadur. Ben de gidip fotoğraf makinesini ayarlayayım. Bir sürü fotoğrafını çekmek istiyorum!" Annem benden daha heyecanlı göründüğünün farkında mıydı acaba? Hafif bir tebessümle "İstediğini yap." derken kendimi tamamen yenilmiş gibi hissediyordum. Annem elbiseyi yatağımın üzerine bıraktı ve yanağıma minik bir öpücük kondurduktan sonra adeta fırlayarak odamdan çıktı. Derin bir nefes alıp verdikten sonra yeşil elbiseyi askısından tutup aldım ve tereddütle yumuşak kumaşa dokunurken eğlenmeye çalışacağıma dair kendime bir söz verdim. Bunu sırf zorunda olduğum için yapıyor olsam da bu geceden alabildiğim kadar keyif almaya kararlıydım. Diğer türlüsü surat asıp durmak olurdu, ki bunun bana bir faydası olmayacaktı. Elbise üzerime tam olarak oturunca açıkçası biraz şaşırdım. Lise çağından bahsediyor bile olsak annemle bedenlerimizin aynı olmasını beklemiyordum ama şikayetim yoktu, bu müthiş bir şeydi çünkü annemin müthiş bir fiziği vardı. Kenarlarında led ışıklar olan boy aynamın karşısında kendime bakarken gerçekten de hoş göründüğümü düşündüm. Bantlı, topuklu ayakkabılarım sayesinde olduğumdan daha uzun, elbise yüzünden de daha güzel görünüyordum. Yeşil renk kızıl saçlarımı ve açık kahverengi gözlerimi daha da ortaya çıkarmıştı... Ama solgun ve keyifsiz görünüyordum. Biraz makyaj yaparak yüzüme renk vermeye çalıştım ama burnumun üzerini kaplayan çillere dokunmadım, beni çocuksu gösterseler de onları seviyordum. Solgun dudaklarıma mercan rengi bir ruj sürerek makyajımı tamamladım ve odamdan çıkmadan önce de özel günlerde kullandığım portakal çiçeği kokulu parfümümü sıktım. Bantlı, alçak topuklu ayakkabılarımın zeminde çıkardığı ses eşliğinde oturma odasına geçerken aşırı heyecanlıydım. Herkes salondaydı. Theo bile. Hepsi de bana bakıyordu. Böyle şeyleri çok sık yapmadığım için aniden çok utangaç hissetmeye başladım. Düzgünce taranmış bir bukleyi gözümün önünden çekerek "Nasıl görünüyorum?" diye sordum. İlk tepki erkek kardeşimden geldi. "Sen... Sen farklı görünüyorsun, abla." Babam Theo'ya şöyle bir baktı ve omzuna vurdu. "Tam bir centilmen, değil mi?" "Ya, ne demesin." diyerek gözlerimi ağır ağır devirdim. "Bir hanımefendiye bu şekilde iltifat edilmez, Theo." "Ablan haklı. Bu arada, vay canına Cassie." dedi babam koltuktan kalkarak. Islık çaldı. Üzerinde hâlâ polis üniforması, yüzünde de şakacı bir ifade vardı. "Harika olmuşsun." dediğinde bu kocaman bir rahatlamaydı... Fakat sonra ne olduysa babam birden ciddileşti ve homurdanarak, biraz da konuşmakta zorlanarak lafa girdi. "Bu arada, merak ediyordum da, bu baloya gitme işi Elias adındaki şu çocuk yüzünden mi? Çünkü gitmek istemediğini sanıyordum." Bunu beklemiyordum işte. "Baba!" dedim sitem ederek. Utançtan yerin dibine girmek istiyordum şimdi. Elias'ın bana çıkma teklifi ettiğini mi sanıyordu cidden? Yani, tamam, Andy'nin bacak arasına tekme attığımı, sonra da annemin bunu kullanarak beni tehdit ettiğini sanmasından çok daha olasıydı ama Elias'ı biraz olsun tanısaydı benden o şekilde hoşlanmasının ne kadar imkânsız olduğunu bilirdi. Benden sıradan biri olarak hoşlandığını bile sanmıyordum. Benimle sadece minnet hissettiği için konuştuğundan emindim. Yine de onun bana çıkma teklifi ettiği düşüncesiyle yanaklarımın ısındığını hissettim ve istemsizce onun da baloya gelip gelmeyeceğini merak ettim. Gelmesini umduğumu fark ettim. Çıkmak gibi değil! Sadece tanıdık bir yüz çok iyi olurdu. Belki o zaman bu kadar gergin olmazdım. "Tamam, tamam. Sormuyorum." Babam hüzünle gülümseyerek kollarını omuzlarıma doladı ve bana nefesimi kesecek kadar sıkı bir şekilde sarıldı. "Ne çabuk büyüdün!" derken sesi biraz duygusal çıkmıştı. Onu çok sık böyle görmezdiniz. O yüzden şaşırmıştım biraz. "Çok eğlen, tamam mı? Ve biri sana asılacak olursa, onlara babanın çok kızgın bir polis olduğunu söyle." "Söylerim." Durakladım. "Seni seviyorum, baba." "Ben de seni seviyorum, Cassie." Babam zorlukla bana sarılmayı keserken TV'den korkunç bir ses yükseldi. Bu bir çığlık sesiydi. Ortama en uygun olmayan sesti belki de. Gözlerim istemsizce ekrana kayarken hafifçe gülümsedim çünkü görünüşe göre annem, babam ve Theo Amerikan Sapığı izliyorlardı. Korku filmleri izlemekle bir derdim yoktu. Hatta bu bir aile geleneği sayılırdı ama Tanrım, dün okuduğum dosyadan sonra bir daha asla seri katil filmi izleyebileceğimi sanmıyordum. Masanın üzerindeki kola şişelerine, cipslere ve patlamış mısırlara bakarken baloya gitmek yerine onlara katılmak istediğimi gösteren bir ses tonuyla "Film gecesi mi yapıyorsunuz?" diye sordum. Theo küçük, neşeli bir maymun gibi babamın sırtına atladı ve ona tutunurken kıkır kıkır güldü. "Evet! Daha sonra Çığlık ve Son Durak maratonu yapacağız! Değil mi baba?" Babam gözlerini devirdi. Ben de kaşlarımı kaldırdım sadece. Yaşına uygun olmayan her türlü filmi izlemek gibi bir alışkanlığı mı vardı bu çocuğun? Şükürler olsun ki On Üçüncü Cuma'yı falan izlemek istememişti. Bir de erkek kardeşimin travmasıyla uğraşmak istemiyordum. "Ben de izlemek istiyorum." dedim özlemle... "Yarın akşam yine izleriz." dedi babam. Öyle olduğunu çok iyi bildiğim için "Yarın akşam mesain yok mu?" diye sordum. "O zaman ondan sonraki gün izleriz. Olmazsa da ondan sonraki gün. Ve ondan sonraki gün... Önümüzde koca bir ömür var nasıl olsa." Bu cevap çok hoşuma gitmişti. Annem sonunda fotoğraf makinesini bulmuş olmalı ki, koşarak içeri girdi. Bir sürü fotoğrafımı çekmek istediğini söylediğinde şaka yapmıyordu. Babamla, Theo'yla, hatta Hedwig'le bile onlarca kere fotoğraf çektirmek zorunda kaldım. Annemi durduran şey yeterince fotoğraf çektiğini düşünmesi değil, makinenin pilinin bitmesiydi. O söylenerek kamerayı şarja takarken Theo, babam ve ben aynı anda nefesimizi üfledik. Bu arada da Hedwig beni kokluyor, parfümümün yabancı kokusunu tanımaya çalışıyordu. Evden çıkana kadar beni koklamaya devam etti. Bahçedeyken eğilip Hedwig'in başını okşadım ve ona da veda etmek istedim. Sonuçta o da benim ailemin bir parçasıydı. "Ben gelene kadar kendine iyi bak, ufaklık." diyerek köpeğimin alnına minik bir öpücük kondurdum. Hemen şımardı ve benimle oyun oynamak istediğini göstermek için bahçedeki çimlerin üzerinde yuvarlanmaya başladı. Babam, "Bu ufaklık eve giriyor." diyerek Hedwig'i tasmasından yakaladı ve hayvanın itiraz dolu havlamalarını umursamadan onu benden uzaklaştırdı. "Yoksa seni baloya kadar takip edecek ve inan bana, bunu yapmasını kesinlikle istemezsin." Babam Hedwig'i zar zor eve geri götürürken annem hâlâ biraz tereddütlü görünüyor, gergin bir şekilde alyansıyla oynayıp duruyordu. İçimden bir ses beni 'tehdit' ettiği için böyle huzursuz olduğunu söylüyordu. Eh, biraz da olsa vicdan azabı hissettiğini görmek güzeldi doğrusu. Ne yazık ki en fazla üç saat kin tutabilirim. Birden anneme sarılıverdim. Bunu beklemediği için şaşırıp kalsa da daha sonra rahatlayarak o da bana geri sarıldı ve kollarının arasındayken ona olan tüm kızgınlığımın bir toz bulutu gibi dağıldığını hissettim. Şefkatle, "Tadını çıkar, tatlım." diye fısıldadı saçlarıma doğru... "Çıkaracağım, merak etme." diye söz verdim ona, söz verirken içtendim ve bunu yapacağıma ben de annem kadar inanmak istiyordum. "Sonra görüşürüz, anne." "Görüşürüz." Anneme el sallayarak evden ayrılırken kalbimin derinliklerinde bir yerde boğucu bir his yeşermişti. Muhtemelen gitmek istemediğim bir yere gittiğim içindi ama kendimi çok huzursuz ve endişeli hissediyordum. Başımı iki yana sallayarak bu gecenin harika olacağına kendimi inandırmaya çalıştım. Öyle olmak zorundaydı. Eğlenmeliydim. Zaten başka seçeneğim yoktu. Babamın çağırdığı taksi umduğumdan daha hızlı geldi ve yine umduğumdan daha hızlı bir şekilde ilerledik. Kolejimin yanından geçerken okulun gecenin karanlığında bile çok büyük ve gösterişli göründüğünü düşündüm. İç kısımdaki ışıklar kapalıydı ama bahçesine aralıklarla yerleştirilmiş olan gece aydınlatmaları açıktı. Gözlerimi bomboş bahçede ve güvenlik görevlisinin horul horul uyuyor olduğu kabinde gezdirdim. Aslında okulumu bu kadar ıssız görmeye alışkın değildim, çevresini de... Devam eden inşaat çalışmaları yüzünden etrafta ne bir ev, ne bir araba, ne de bir insan evladı vardı. Balonun yapıldığı alan yürüyüş mesafesiyle on beş dakika uzaklıkta olan bir davet binasındaydı. Ücretini ödeyip taksiden indiğimde ilk yaptığım şey gökyüzüne bakmak oldu. Tek bir bulutun bile olmadığı gökyüzü yıldızlar yüzünden parıl parıl parlıyordu. Hava durumunda bu gecenin yağmurlu olacağını söylemişlerdi ama hava serin olsa da hiç de yağmur yağacak gibi durmuyordu. Kenarında ağaçlar olan kaldırımdan binanın girişine doğru yürürken daha ilk dakikadan kendimi korkunç hissetmeye başladım çünkü tek başına gelen bir ben vardım, diğer herkes ya arkadaş gruplarıyla ya da sevgilileriyle gelmişti. Hepsi çok mutlu görünüyor, konuşuyor, gülüyor, kendi aralarında şakalaşıyorlardı. Hatta bir çocuk, sevgilisi olduğunu düşündüm kızı şakacı bir şekilde omzuna almıştı ve kızın çığlıkları ile arkadaşların tezahüratları eşliğinde onu baloya götürüyordu. Gözlerim binanın otopark kısmına kayarken iç çektim. Okulumun büyük çoğunluğu zengin ailelerin çocuklarından oluştuğu için herkes kendi arabasıyla gelmişti tabii. Ehliyetimi, anneme üç ay yalvararak geçen yaz almıştım. Bunlar kadar lüks olmasa da kendi arabamın olmasını çok isterdim ama bunun için de babama üç yıl yalvarmam falan gerekirdi herhalde. Araba alırsa zincirleme kaza yapmayacağıma ya da arabayı uçuruma doğru son sürat sürmeyeceğime dair onu ikna etmem gerekirdi. Gözlerimi insanlara ya da arabalarına dikip durmayı keserek binanın girişine yöneldim. On kadar merdiven çıktıktan sonra çift kanatlı, cam kapının önünde kırklı yaşlarında iki güvenlik görevlisinin beklediğini gördüm. "Küçük hanım," dedi bir tanesi beni görünce ve yan tarafa simetrik bir şekilde dizilmiş olan kilitli dolapları gösterdi. "Kurallar gereği telefonunuzu burada bırakmanız gerekiyor. İçeri kamera sokulması yasak. Çıkışta geri alabilirsiniz." Bu kuralın ne için olduğunu anlamasam da - muhtemelen daha önce bir vukuat olduğundan falandır - çantamdan telefonumu çıkarıp adama verdim. Görevli telefonumun arkasına '357' kartını yapıştırdı ve aynı numaranın olduğu başka bir kartı bana verdi. Kağıdı dikkatle katlayıp çantama koyarken "İyi eğlenceler, hanımefendi." diyen diğer güvenlik görevlisine karşılık olarak hafif bir şekilde gülümsedim. Balo salonuna varmak için tavanında ışıklandırmalar ve sarkan, yapay yıldızlar olan genişçe bir koridordan geçmek gerekiyordu. Aslında nereye gittiğimi bile bilmiyordum. Sadece boğuk müzik sesini takip ediyor, bunun doğru yön olduğunu umuyordum. Biri dirseğimi tutup beni çok sert bir şekilde kendine çevirdiğinde bu kibar olmayan hamle beni şaşırtmıştı. Saçlarım yanaklarıma çarptı ve ne olduğunu bile doğru düzgün anlayamadan görmek isteyeceğim son kişiyle yüz yüze geldim; Andy. Kolumu tutan oydu, hâlâ da tutuyordu ve bırakmaya da niyeti yok gibiydi. "Bak sen, burada kim varmış?" Eyvah. Bu hiç iyi olmamıştı işte. Bugün olan her şeyden sonra hem de... Yine de sakin, sabırlı ve mantıklı olmaya çalıştım. Yine kavga çıksın istemiyordum. Annem bu defa canımı okurdu. "Olayı büyütüyorsunuz." dedim sakin bir sesle. Aslında hiç de sakin değildim. Andy'nin kolumu tutuş şekli beni öfkelendiriyordu ve her ne kadar dersimi almış olsam da ona yine vurmak istediğimi hissediyordum. "Olayı büyüten sensin, biz değiliz." diyerek kendini savundu Andy. "Biz sadece şakalaşıyorduk." Alfred ve Barry, başlarını aynı anda onaylarcasına sallarken ben de karşılık olarak yüzümü buruşturdum. "Şaka anlayışınız buysa gidin tedavi olun." Bu dediğim onu sakinleştirmezdi, biliyordum ama dilime hâkim olamamıştım işte. Andy hışımla kolumu daha da kendine çekince öne yalpaladım, spor yaptığı için kasla kaplı olan göğsüne çarpıp şaşkınlıkla geriledim. "Yaptığın adiliği unutacağımı mı sandın?" diyen çocuğun fiziksel gücü karşısında afallamıştım. Ve öfkesi karşısında da... "Ne ispiyoncusun be!" "Bırak beni." dedim kolumu çekmeye çalışarak. İtiraf etmekten haz almasam da Andy'nin saçma sapan tavırları beni biraz geriyordu. "Kusura bakma ama hiçbir yere gitmiyorsun. Senin yüzünden az daha okuldan atılıyordum. Ne cüretle işime karışırsın? Seni meraklı sürtük!" "İşine karışmak mı? Gözümün önündeki adaletsizliğe dayanamayıp müdahale ettiğim için mi hatalıyım? Zorbalık yapmayı kesip hatalarını kabullenmeye başlasan hayat senin için daha kolay olurdu." "İspiyoncu olmanın yanı sıra bir de çok bilmiş misin? Bana nutuk çekme!" Tamam, bu kadar çocukluk yeterdi! Bu IQ'su tek haneyi geçmeyen çocukla daha fazla vakit kaybetmeyecektim çünkü belli ki tek istediği beni rahatsız etmekti. Kolumu öfkenin getirdiği bir güçle çekip kurtardım ve çenemi dikleştirerek, damarlarıma kadar işleyen bir kızgınlıkla, "Çekilin!" dedim ama çekilmediler, kıpırdamadılar bile. Daha güçlü bir şekilde yineledim. "Çekilin dedim!" Andy sadece tehdit olarak algılayabileceğim bir şekilde güldü ve kollarını göğsünün altında kavuşturarak önümde dikilmeye devam etti. Tek kaşını kaldırdı, meydan okuyordu adeta. "Seninle işim bitmedi, inek. Siz ikiniz. Tutun şunu." dedi Alfred ve Barry'ye, onlar da yaptılar, kollarımı iki yandan sıkıca kavradılar... Kahretsin, diye düşündüm. Çevreden tek tük öğrenciler geçiyordu ama bizi gördükleri anda ya adımlarını hızlandırarak yanımızdan kaçıyorlar ya da hiç bakmıyorlardı. Görünüşe göre kimse Andy'yle kavgaya tutuşmak istemiyordu. Onlara biraz hak veriyordum, Andy resmen iri yarı bir dağ gibiydi ve bana gerçekten vuracak olsa hastanelik olacağımdan emindim. Bu düşünceyle iyice panikledim. Gerçekten bana vurur muydu ki? Emin olamıyordum doğrusu. "Bırakın beni, salaklar!" diyerek son bir güçle kendimi kurtarmaya çalıştım ve başaramayınca da 'Boş versene!' diyerek Andy'ye bir tekme daha savurdum. Hemen geri çekildi ve bu tavrım yüzünden iyice keyiflenerek daha da yüksek bir sesle gülmeye başladı. "Aynı numarayı iki kez yiyecek kadar salak olduğumu mu sanıyorsun?" "Evet." Alfred gülmemek için dudaklarını birbirine bastırırken tutuyor olduğu kolumu serbest bıraktı. Bu bir fırsattı. Ben de bu fırsatı Barry'in omzuna bir tokat atmak için kullandım. Bir şekilde beni bırakmasını sağlarsam belki kaçabilirdim. Barry kıkır kıkır güldü ve diğer kolumu çekip arkamda sabitleyerek beni tamamıyla kıpırtısız bir hâle getirdi. Küfür etmemek için dilimi ısırmak zorunda kaldım. Anneme bu balonun bir cehennem olacağını söylediğimde haklı olduğumu biliyordum! Ve daha balo başlamamıştı bile! Ne gece ama! Andy dönüp yürümeye başlamadan önce hâlâ gülüyor olan Alfred'e onu takip etmesini söyleyen bir el hareketi yaptı. Ardından da "Onu da getir Barry. Yapacak eğlenceli bir şey buldum." diye emir verdi Barry'e... Barry hâlâ beni tutuyordu, yürümem için hafifçe itekleyince yüreğim diğer organları da alıp ağzıma kadar geldi. "Bırak beni," diye tısladım adeta. "Bırak." Fakat ne fayda! Beni zorla depo olduğunu düşündüğüm soğuk, ıssız, zifiri karanlık bir odaya soktular. Andy ışığı açana kadar etrafta ne olduğunu göremedim. Tavandan sarkan çıplak ampul yandığında beyaz ışık bir an gözlerimi kamaştırdı. Yan yana dizilmiş raflarda rengarenk içecekler, her çeşitten garnitürler ve süslemeler vardı. Gerçekten de bir depodaydık. Andy çekmeceleri karıştırıp bir şeyler ararken ben de kalan tüm gücümle Barry'in elinden kurtulmaya çalışıyordum. Üst çekmeceye uzanan Andy'e "Sakın bana dokunma pislik!" diye haykırdım. Andy kıkır kıkır güldü ve "Voilla!" diyerek elini havaya kaldırdı, bir metal ışığın altında cılız bir şekilde parıldadı. Fransızcaya dair bildiği tek kelimeyi kullanmıştı. 'İşte burada!' demek olan bu kelime bana aradığını bulduğunu ima ediyordu. Yavaşça yutkundum çünkü bu bir... Ah, hayır... Makas mıydı? Korkuyla "Ne yapıyorsun?" diye sordum ama içimden bir ses bu sorunun cevabını asla duymak istemeyeceğimi söylüyordu. Andy çok masum bir sesle "Yaptığının bedelini ödetiyorum." dedi. Makası parmaklarının arasında çevirerek bana doğru yürüdü. Artık iyice kıpırdanmaya başlamıştım. Barry hareket etmemi engellemek için bileklerimi daha da sıkı tutunca dudağımın kenarındaki kaslar gerildi. Andy, makasın ağız kısmını tembel tembel yanağının alt kısmına sürttü. "Her şey karşılıklı. Erkek olsaydın bacak arana tekme atardım ama bence bir kız için bu da aynı şey anlamına geliyor." Sorma. Sakın sorma. "Ne aynı şey anlamına geliyor?" "Saçların çok güzel. Yazık olacak onlara." Ne yani? Zorla saçımı mı kesecekti? Şaşkınlıktan dilim tutulmuş bir haldeyken Andy çenemi avucuna aldı ve başımı kaldırarak gözlerimin içine tehditkâr bir şekilde dik dik baktı. "Ve bu defa öğretmene söyleyecek olursan boku yersin!" Cevap olarak elini ısırmaya çalıştım fakat dişlerim etine gömülmeden önce Andy kendini geri çekmeyi başardı. Başımı iki yana sallayarak "Saçlarıma dokunmayı aklından bile geçirme, seni tek hücreli organizma!" diye bağırdım ona. "Çok ukalasın, değil mi? Senin gibi cadalozlardan hiç hoşlanmam. Şimdi, özür dileyecek misin?" "Niye özür dileyeyim? Ben yanlış bir şey yapmadım!" diye direttim büyük bir inatla. Asıl bu pisliğin benden özür dilemesi gerekiyordu. Ona tekme attığım için vicdan azabı çektiğime inanamıyordum! Ona yaptığım her şeyi hak ediyordu bu pislik! Andy 'Sen bilirsin,' dercesine omuzlarını silkti ve göğsümden sarkan dalgalı, kızıl tutamlardan birini avcunun içine aldı. Kalbim yerinden çıkacak gibi atarken çok hızlı bir şekilde nefes alıp veriyordum. İşin kötüsü, Andy'nin blöf yapmadığını biliyordum. Gerçekten de saçımı kesecekti! Barry'den kurtulmak için ne kadar çabalasam da herif beni bir türlü bırakmıyordu. Kaderime boyun eğmek istemiyordum ama başka ne yapabilirdim? Bire karşı üç kişilerden direnecek bir gücüm yoktu. Bu düşünce, bu çaresizlik beni deli ediyordu! Öfkeden gözlerim sızlamaya başladı ama Andy gibi bir dangalağın karşısında ağlayacak falan değildim. Ağlamamak için kendimi tutarken çenemdeki kaslar kasıldı... Ama şans bu defa benden yanaydı. Makas tam saçımı keseceği sırada deponun kapısı gürültülü bir şekilde açıldı. Kimse birinin gelmesini beklemiyordu, ben de dahil! Odadaki herkes dondu kaldı. Andy alçak sesle bir küfür homurdanarak saçımla arasında santimler kalan makası çekti fakat Barry için aynı şeyi söyleyemeyeceğim, ellerimi hâlâ sıkı sıkı arkamda tutmaya devam ediyordu. Panik içinde, gelenin sorumluluk duygusu olan kahrolası bir öğretmen olmasını umarak, gözlerimi kapıya çevirirken göğsüm inanılmaz bir hızla inip kalkıyordu. Yüzüme doğru dökülen saçlarımın arasından gelen kişiye bakarken gözlerim hafifçe irileşti ve dudaklarım aralandı. Dallas.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD