?10.BÖLÜM: ARKADAŞLAR İYİDİR

4455 Words
Dallas'ı uzun koridor boyunca takip ederken aramızdaki sessizlik beni rahatsız ediyordu ama o konuşmak için bir çaba göstermediği için ben de ağzımı açmıyordum. Gözlerimi yürüdüğüm yerden ayırıp birkaç adım önümde yürüyen çocuğun sırtına bakarken iç geçirdim. Sessizliğinin neden olabileceğine dair olan ihtimaller canımı sıkmıyor değildi. Muhtemelen tuhaf bir kız olduğumu düşünüyor, bu yüzden de benimle konuşmak için çabalamıyordu. Suratım daha da asılırken 'Keşke bu gece bir an önce bitse!' diye geçirdim içimden. Bundan daha kötü bir balo gecesi düşünemezdim. Her şey o kadar kötü gidiyordu ki... Bu düşünceler eşliğinde ilerlerken koridor boyunca duvarlara küçük ekran TV'ler yerleştirilmişti. Bir tanesine gözlerim bir anlığına takıldı. Tanıdık bir yüz görünce gözlerimi yeniden ekrana çevirdim. Kalabalık bir basın toplantısında konuşma yapan senatörü süzdüm. Müzik yüzünden adamın ne dediği anlaşılmıyordu ama siyah bir takım giymişti ve her zamanki gibi kendinden çok emin görünüyordu. Ağzından çıkan her sözü muhabirler ve toplantıya katılan insanlar dikkatle dinliyordu. Ah, evet. Dallas kesinlikle huy olarak babasına çekmişti. Ne olduğunu bile anlamadan, dalgın bir sesle, "Bu senin baban, değil mi?" diye soruverdim. Dallas haber kanalına sadece bir an baktı. Babasını çok sık televizyonda görüyor olmalı ki, "Evet." dedi ne hissettiğini asla ele vermeyen bir sesle. Yayına yeniden bakarken sanki babasından değil de borsadan bahsediyormuş gibi hissediyordum. "Baban çok genç gösteriyor. Cidden. Kaç yaşında? Otuz mu?" Senatör Chauncey o yaşlardaki kadınlar için oldukça yakışıklı bir adamdı. Koyu olan saçları şakaklarından kırlaşmaya başlasa da turkuaz rengi gözleri hâlâ canlıydı ama gerçek yaşı hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Dallas "Kırk dört." dedi ve birden bana dönüp o yemyeşil gözleriyle yüzüme baktı. Babasının turkuaz rengi gözlerine nazaran çok daha koyu ve yoğun bir göz rengine sahipti. "Gerçekten mi? Yaşını hiç göstermiyor." "Evet. Seçimlerde bunun ekmeğini yiyor." Ne diyeceğimi bilemeyerek "Hmm," dedim. Yeniden Senatör Chauncey'e baktım. Canlı yayındaydı. Ekranın köşesinde 'Fransa - Bastille' yazıyordu. "Daha dün buradaydı. Bugün Fransa'ya mı gitti? Çok sık seyahat ediyor olmalı." "Evet. Ben küçükken de çok sık seyahat ederdi." Küçük bir çocuğun babasının senatör olması ve sürekli seyahat etmesi zor bir şey olsa gerekti. "Ailen sürekli seyahat ediyorsa sana kim bakıyordu?" diye sordum ve sorar sormaz pişman olduğumu hissettim, aşırı meraklı bir kız gibi davranıyordum. Bana neydi ki sanki? "Bazen bakıcılarımla kalırdım ama genelde beni de yanında götürürlerdi." "Öyleyse bir sürü yer gördüğüne eminim." "Dünyanın hemen hemen her yerini gördüm sayılır." "Ne şanslısın!" Sesimde hafif bir kıskançlık mı vardı? Ama keşke ben de her yeri gezebilseydim. İtalya, Tayland, İsveç, Yunanistan, İspanya... Oysa değil ülke ülke gezmek, daha başka bir şehre bile gitmemiştim. "Bu yüzden mi bu kadar dil biliyorsun? Çok gezmek dil öğrenmekte faydalı olmalı." O halde belki de Fransa'ya bir tur ayarlamalıyım... "Gezmek, öğrendiğim dilleri pekiştirdi ama daha ziyade bir sürü özel ders aldım." "Vay canına. Aile konusunda cidden çok şanslısın." "Öyleyim." Dallas kol saatinden saatin kaç olduğuna bakarken ben de neden saatine baktığını, bir yere yetişmesi gerekip gerekmediğini merak ettim. "Annem ve babam dil öğrenmenin ve kendini her alanda geliştirmenin büyük bir avantaj olduğunu düşünürlerdi. Onlar mükemmel olmayan hiçbir şeye tahammül edemezler." "Ne hoş. Piyano falan da çalıyor musun bari? At binme? Okçuluk? Bunlar siz zenginlerin yaptığı aktiviteler, değil mi?" Alayım karşısında Dallas şaşırarak kaşlarını kaldırdı. Gözlerini gözlerime kilitledi ve hafifçe üzerime eğildi, ben gözlerinin gözlerime hiç o kadar yakın olmadığını düşünürken tavandaki havalandırma yüzünden düzgün bir şekilde taranmış olan saçı kaşının üzerine düşmüştü. Aynı alaycı ifadeyle "Bilmek istiyorsan eğer bir ara onları da öğrendim. Yüzüme çarpmak ya da bilmek istediğin başka bir şey var mı?" dediğinde kıpkırmızı kesilerek yüzüne bakakaldım. Onunla alay ettiğim için kızmış görünmüyordu ama memnun da değildi. Yoksa bu konu hakkında benimle konuşmak istemiyor muydu? Saçımı kulağımın ardına sıkıştırırken kendimi biraz çekingen hissederek derin bir nefes çektim içime. Konuşmaya devam etmeliydim. "Ben..." "Sen," dedi. "Çekingen görünüyorsun ama aslında çok cüretkârsın, değil mi?" Gözlerimi kırpıştırdım. Ne? "Ne?" Dallas, "Parti bu tarafta," diyerek dönüp yürümeye devam ettiğinde hâlâ dediği şeyin şaşkınlığını üzerimden atamamıştım. Kıpırdamadan duruyor, arkasından bakıyordum. Bana cüretkâr demişti ama ben bile kendimi cüretkâr olarak tanımlamazdım. Yoksa öyle miydim? Bu düşünce kaşlarımı sertçe çatmama neden olurken Andy ile olan tartışmalarımızı bir kere daha düşündüm. Sonra ona bağırmamı, tekme atmamı... Kahretsin, cidden öyleydim galiba. Dallas'ı takip etmek için bir adım atarken beni bu kadar kolay okuması karşısında hâlâ şaşkına dönmüştüm. Koridordan köşeyi döndüğünü görünce onu gözden kaybetmemek için adımlarımı hızlandırdım, ben ilerledikçe müzik ve kahkaha sesleri de yükselmeye başladı. Hatta müzik bir noktada öyle çok yükseldi ki, ayakkabımın altındaki zemin bile hafifçe titriyordu. Dallas'ın ardından partinin olduğu alana girdiğimde ışık yüzünden gözlerimi kısmak, yüksek sesten sızlayan kulaklarımı da ellerimle kapatmak zorunda kaldım. Ben genelde sessiz ve sakin yerleri tercih ederdim ama bu parti yepyeni bir dünyaydı adeta! Tavandan sarkan ışıklandırmalar ve süsler, dans için ayrılmış pist, müzik sistemi, ikramlar ve içecekler... Gözlerim gülüşen, dans eden, sohbet eden insanların suratında teker teker dolandı. Herkes eğleniyor gibiydi. Güzel, diye düşündüm kendi kendime. Herkes eğleniyorsa belki ben de eğlenebilirdim. Hem burası o kadar da kötü görünmüyordu. "Bu kadar yabani bakma." Benimle yeniden konuşmasını beklemediğim için irkilerek gözlerimi Dallas'a çevirdim. Yanımda duruyordu. Zaten yanımda durmasaydı müzik yüzünden onu duymam mümkün olmazdı. "İlk kez mi geliyorsun buraya?" Ah, ne desem ki? "Şey... Evet. Ben pek parti insanı değilimdir." Bana ilgisiz bir bakış attı. "Ne insanısın o zaman?" Hiç düşünmeden "Kitap," diye mırıldandım. Beni duymasını istemediğim için çok alçak sesle konuşuyordum ama beni duymak için eğildi. "Ve yalnızlık. Bir de film ve ders." Bana mı öyle geliyordu yoksa Dallas gerçekten cevabım karşısında şaşkına mı dönmüştü? "Neden geldin o zaman?" Aklından geçenler dilime gelince "Zorunluluktan." dedim. "Ne?" Anlamayarak kaşlarını çattı. "Şey... Sadece hayatımda bir değişiklik yapmak istedim." diyerek aklıma gelen ilk palavrayı attım. Annem tarafından tehdit edilerek burada olduğumu ona asla söyleyemezdim, bu çok utanç vericiydi! "Herkes bu balonun harika olacağını söylüyordu. Görmek istedim. Gerçi bir Harry Potter filmi değil ama idare eder. Burası gerçekten çok güzel görünüyor." "Harry Potter?" "Ahh... Hogwarts? Ron? Hermonie? Draco?" Bu kelimeler ona hiçbir anlam ifade etmiyordu, başını iki yana salladı. "Hiç izlemedim." Hmm... Tamam. "Yüzüklerin Efendisi tarzı filmleri mi tercih ediyorsun?" Dallas kendini gülümsemek için zorladı ve başını hayır anlamında salladı. Bu defa "Star Wars? Marvel? DC?" diyerek tüm ikonik sinemayı saydım. Babam ile Theo korku ve aksiyon, annem romantik ve komedi, ben de fantastik ve bilimkurgu filmlerini sevdiğim için hemen hemen her türden filmlerin baş yapıtlarını izlemiştim ama Dallas gibi birinin ne tür filmleri tercih ettiğinden emin olamıyordum. "Ben pek film izlemem, Cassie." "Ah... O halde kitaplarını okuyabilirsin." Çünkü kütüphanedeyken elinde bir kitap gördüğümden emindim. Ve cidden. Partinin ortasında durmuş bunu konuşuyor olduğumuza inanamıyordum. "Kitaplarını mı?" Bunu ciddi ciddi düşünerek başını yana yatırdı. "Kitap okuyorsun, değil mi?" "Sadece araştırma ve ders kitapları." Durakladım. Yok artık! Sadece araştırma ve ders kitapları mı okuyordu? Tamam, notları neredeyse benimkiler kadar yüksekti ama bu yine de garipti. Çok yavaş bir şekilde "Şaka yapıyorsun, değil mi? Ciddi değilsin aslında." dedim. Kesinlikle benimle dalga geçiyor olmalıydı. Tepkim karşısında Dallas hafif bir biçimde kaşlarını çattı. "Araştırma kitaplarının nesi var?" diye sorarken ses tonu çok ciddiydi, ne düşündüğümü bilmek istediği belli oluyordu. "Bir şeyi yok. Gerçekten! Hatta ben de arada sırada okurum ama... Ne bileyim. Bazen sadece eğlenmek için kitap okumaz mısın?" Vay be. Bu dediğim harbi çok içtendi. "Bilmem," derken bana bir adım daha yaklaştı. Sohbet artık ilgisini çekmiş gibiydi. Ben de öyle. "Okur musun?" Bütün bunları düşünecek zamanım yoktu çünkü o sırada Ashley utanmış görünerek kolunu benimkine dolamıştı. Bana sadece kardeşimin yapabildiğini düşündüğüm o hüzünlü, yavru köpek bakışıyla bakıyordu. "Bize katılmak ister misin?" diye sorarak kalabalık, tanıdık bir kız grubunu işaret etti. Sadece benim şansızlığımdı. Fark edilmeden bu geceyi sonlandırmak isteyen bendim ve daha şimdiden bir sürü popüler insanın olduğu bir masaya davet ediliyordum. Oysaki arka planda olmayı tercih ederdim. "Şey... Zaten çok kalmayacağım." "Neden?" Evet, neden? Benim neyim var? Arkadaşları severdim. "Böyle yerler pek bana göre değil." diye mırıldandım dürüst davranmaya gayret ederek. "Ah," dedi az çok ne demek istediğimi anlayarak. Ardından tereddütle devam etti. "Yine de gelebilirsin. Hem orası burası kadar gürültülü ve kalabalık değil. Tam sana göre bir ortam bence." "Neden?" dedi Dallas kuzenine, kaşlarını çattı - Ne çok kaşlarını çatıyordu öyle. "Tam sana göre olduğu için mi? O bunu sana asla söylemez ama onu darlıyorsun, Ash." Dallas'tan böyle bir koruma beklemiyordum. Bana gitmem için açık bir kapı bırakmıştı. Bunu bir fırsata çevirebilirdim ama Ashley'in yüzündeki kırgınlığı görünce "Hayır, hayır! Darlamıyor!" diye yalan söyledim. Dallas bana o kadar inanmadı ki, alaycı bir ifadeyle kaşlarını hafifçe kaldırdı. Oysaki tek düşündüğüm annemi memnun etmekti. Kendimi zorlayarak Ashley'e cılız bir şekilde gülümsedim ama bu arkadaşlık oyununun nerede patlayacağını merak etmiyor da değildim. "Sorun değil. Tamam. Gidelim hadi." Ashley berbat oyunculuğuma rağmen bana inandı ya da inanmayı tercih etti, emin değilim. Cıvıl cıvıl bir halde "Harika." dedi ve ardından bakışlarını benden Dallas'a çevirdi. "Şimdi kibar bir beyefendi olup bize içecek bir şeyler alır mısın, Dallas?" "Benden size garsonluk yapmamı mı istiyorsun?" Dallas'ın dediği şey yüzünden paniklediğimi hissettim, heyecanla "Ben içeceğimi kendim alabili..." diyordum ki, Ashley kıkır kıkır gülerek "Sakin ol, Cassie." dedi. Dallas bile neredeyse eğlenmiş görünüyordu. Şaşkın şaşkın ikisine bakarken Ashley'in sesi giderek daha da keyifli bir hâle geldi. "Her şeyi bu kadar ciddiye alma. Sadece alay ediyor. Hem etmese bile daha önce yapmadığı şey değil, değil mi?" Dallas daha önce garsonluk mu yapmıştı? Bu kadar zengin biri neden garsonluk yapardı anlamıyordum. Sormak istiyordum, sormak için adeta can atıyordum ama bu bana fazla kişisel bir soru olurmuş gibi geliyordu. Dallas, nedenini ne kadar merak ettiğimden habersiz bir halde "Evet." diye kabul etti. "Ne içmek istersiniz?" Hiç düşünmeden "Fark etmez." dedi Ashley. Ona ayak uydurarak "Bana da fark etmez." dedim. Gerçekten de fark etmezdi. Çok ekşi olmadığı sürece her türlü içeceği içebilirdim. Dallas kalabalığın içinde gözden kaybolurken Ashley beni arkadaşlarının olduğu masaya yönlendirdi. Dans eden, gülüşen insanların arasından geçtik. Bu sırada kendi kendime durmadan 'Bunu yapabilirsin Cassie!' diyordum. Kendi kendimi sakinleştirmeye çalıştığım o birkaç saniye içinde başarılı oldum ve kalabalık masaya geçerken çok daha rahat hissettiğimi fark ettim. İtiraf edeyim, masa tahmin ettiğimden daha kalabalıktı. Yüzlerin hepsi tanıdıktı ama içlerinden sadece birkaçını gerçekten tanıyordum. Sadece bir tanesi tamamen yabancıydı, o da siyah, dar bir elbise giyen çok güzel bir esmer kızdı. Kızın bizim okuldan olduğunu sanmıyordum çünkü onu daha önce görseydim hatırlayacağımdan emindim. Yine de bir şekilde kızda tanıdık bir şeyler de vardı, her ne kadar o tanıdık şeyin ne olduğunu çıkaramasam da... Ashley, dost canlısı bir şekilde herkese "Selam millet!" dedi. Herkes de geri selam verdi. Birkaç erkek hülyalı bir tavırla Ashley'i ve ona çok yakışan kırmızı elbisesini süzdü. Ashley ise bu bakışları hiç umursamadan ellerinden birini nazikçe sırtıma koydu. "Cassie ile tanıştınız mı? O..." Bir an benim için ne dese bilemedi. Tanıdık? Sınıftan? Çok daha samimi bir şekilde "Yeni bir arkadaşım." dedi en sonunda, izin ister gibi bana bakarak. Kafamı sorun yok anlamında salladım, benim için insanlara ne dediği o kadar da umurumda değildi. Masadaki herkesin bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum. Ne diyeceğimi ne yapacağımı bilemeyerek selam verircesine ellerimden birini kaldırıp indirdim. Erkeklerden bir tanesi masada öne eğilip yanağını avucuna yaslayarak "Amma da cıvıl cıvılmış." diye güldü. Bunun üzerine masadan neşeli kıkırtılar yükseldi. Huzursuzca yerimde kıpırdandığımda Ashley elini sırtımdan çekerek samimi bir gülümsemeyle "Hemen yargıya varmayın. Tanıyınca ne kadar tatlı biri olduğunu anlayacaksınız. Cassie, tanıdığım en iyi insandır. O her zaman haklının yanında durur." diye savundu beni. Ona garip bir bakış atmadan edemedim. Benim hakkımda bu kadar kesin yargıda bulunması beni biraz şaşırtmıştı. Yani, demek istediğim, bu doğru olsa bile beni tanımıyordu, değil mi? Ben onun için bu tarz şeyleri söylemeden önce onu tanımayı tercih ederdim. "Zaten insanlara bakış açın her zaman çok iyimser olmuştur Ashley," diye gülümsedi Derek, sonra da kolunu Ashley'in omzuna attı. "Bu kadar iyi olmak bazen sıkıcı olmuyor mu?" Ashley kıpkırmızı bir yüzle Derek'in kolunu omzundan indirirken ona kötü kötü bakıyordu. "Bu kadar ukala olmak sıkıcı olmuyor mu asıl?" "Oof! Bu ağır oldu işte." "Sen de uğraşma o zaman benimle." Masadan bir kere daha kıkırtılar yükselirken biraz gergin bir şekilde parmak uçlarımla oynamaya başladım. Ortam son derece keyifliydi, bunu inkâr edemezdim ama burası yerine bir kütüphanede kitap okumayı, Hedwig'le vakit geçirmeyi ya da babamla film izlemeyi tercih ederdim. Olduğu kadar gevşemeye çalıştım. Sonuçta her şey o kadar da kötü değildi. Birkaç gülüşmeye daha neden olan muhabbetlerden sonra olduğum yerden göremediğim biri yanımda duran Ashley'e arkadan sarıldı. Dövmelerle kaplı kolunu kızın ince beline doladı ve kulağına eğilerek "Selam, tatlı kız." dedi... İrkilerek masada yan tarafıma döndüm. Ashley benim aksime hiç kıpırdamadı. Hafif, halinden memnun bir gülümsemeyle "Selam, George." diyerek sırtını uzun boylu çocuğun göğsüne yasladı. "George'ydu, değil mi? Yoksa Thomas mıydı?" Bronz tenli, uzun boylu çocuk hoşnutsuzca gözlerini devirdi ve Ashley'i belinden tutup kendine çevirdi. "Hiç komik değil." diye azarlayarak parmaklarını Ashley'in boynunun kenarına koydu ve onu kendine çekerek gözlerimin irileşmesine, Ashley'in de çocuğun kolunun üzerinde hafifçe geri yatmasına neden olacak kadar tutkulu bir tavırla onu öptü. Vay canına. İnsanların böyle öpüştüğünü sadece filmlerde görmüştüm. Aralarındaki kimya o kadar yoğundu ki, masadan ıslıklar, gülüşmeler ve "Kendinize bir oda bulun!" tarzı cümleler yükselirken 'Galiba çıkıyorlar.' diye düşündüm. Çocuk Ashley'i öpmeyi bitirince hafifçe geri çekildi ve ben de yüzünü net olarak görebildim. Yakışıklı bir yüzü vardı, özellikle de şu gülüşle birleşince daha da yakışıklı olmuştu ama bir parti için aşırı salaş giyinmişti; Beyaz bir tişört ve pantolon. Hepsi bu. Tişörtünü açıkta bıraktığı kollarını dövmelerle kaplamıştı ve bu dövmeler dağınık saçlarıyla birleşince çocuğa 'serseri' bir görünüm katıyordu. Sanki geçerken baloya uğramış gibi bir hâli vardı. Bu düşüncelerle çocuğu ve Ashley'i süzdüm. Ashley'in şık, kırmızı elbisesi için pek uygun bir kavalye kıyafetine sahip olmasa da ikisinin birbirine yakıştığı bir gerçekti. Ashley "Affedersin Diego." diyerek parmaklarını çocuğun göğsünde gezdirdi, uzun kolyesinin ucundaki siyah armaya dokundu ve kolyenin ucunu işaret parmağına doladı. Hâlâ öpücüğün etkisinde olmalı ki, hızlı hızlı nefesler alıyordu. "Seni seviyorum ama bu bir okul partisi. Uluorta sevgi gösterisinin yasak olduğundan eminim." "Sen bu kadar güzelken uslu durmak zor. Gerçekten çok hoş görünüyorsun." Eğildi, onu bir kere daha uzun uzun öptü. Sonra da kızı göğsüne çekti ve ona öyle sıkı bir şekilde sarıldı ki, Ashley'in nefes alıp almadığından şüphe ettim ama kollarını Diego'nun boynuna dolama şekline bakarsak nefes almakla ilgili bir sorunu yoktu. Aksine, halinden memnun görünüyordu. Neyse ki bu defa öküz gibi gözlerimi dikip bakmak yerine gözlerimi onlardan çekmeyi başarabildim. O sırada Derek düşüncelerimi aynen dile getirerek "Tamam, tamam!" dedi, bakışlarımı ona çevirdiğimde çocuğun bariz bir şekilde surat astığını gördüm. "Bu kadar sevgi gösterisi yeter. Müdür Jahnson buraya bakıyor." Diego tok bir sesle güldü. "Açıkçası, altı ay bu kızdan ayrı kaldıktan sonra umurumda değil." "Ama olmalı!" Ashley Diego'nun kollarından isteksiz bir edayla ayrıldı. Onun da gözlerinde aynı özlemden vardı. Yine de kendini tutuyordu. "Seninle aşırı yakın olduğum için müdürden azar işitmek istemiyorum, bu çok utanç verici olur. Uslu dur." "Ah, bana patronluk taslamanı bile özlediğime inanamıyorum." "Diego!" "Tamam, peki. Sen nasıl istersen." Yine de Diego kolunu Ashley'in beline dolayarak kıza olabildiğince yakın bir şekilde durdu, Ashley'de başını çocuğun koluna yasladı. Aşk konusunda pek tecrübem yoktu ama bu ikisinin birbirlerine aşık olduklarını yüz kilometre öteden bile anlayabilirdim. Masadaki sohbet devam ederken ve birkaç ponpon kız da bize katılırken sessizliğimi korumaya devam ettim. Sadece konuşulanları dinliyordum. Ashley birkaç kere beni konuşmaya katmaya çalışarak sorular sordu ama sürekli kısa cevaplar verdiğim için bir süre sonra o da soru sormayı kesti. Öyle yabancıydım ki bu ortama, insanları süzerken 'Benim ne işim var burada?' diye düşünmeden edemiyordum. Bakışlarımı sıkkın bir şekilde dans eden insanların arasında dolaştırırken Diego'nun dikkatli bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum. Neden bana öyle bakıyordu? Bu çok rahatsız ediciydi! En sonunda huzursuzca gözlerimi ona çevirdiğimde "Bu Dallas'ın ceketi mi?" diye sordu... Masadaki herkes bana bakmaya başladı. Ciddiyim. Herkes. Çabuk! Bir şeyler uydur! "Hayır." diye fısıldadım, acayip paniklemiştim. "Karıştırıyor olmalısın." "Karıştırmıyorum. Onun ceketi." Diego ceketin yakasının içindeki armayı çıkarmak için elini yakama uzattı ve serçe parmağımın tırnağı kadar küçük olan zarif kelebek simgesini ortaya çıkardı. "Bundan eminim çünkü özel tasarım, burada tasarımcının bir arması var. Bak." Ashley durumdan ne kadar rahatsız olduğumu fark edince "Tamam, anladık. Dallas'ın ceketi. Reklama lüzum yok." diye homurdandı. Bana anlayışlı bir şekilde hafifçe gülümsedi. O anda ona karşı hissettiğim tek şey derin bir sempatiydi. Ne olursa olsun bana yardım etmeye çalışmasını taktir ediyordum. Belki de okuldayken ona o kadar kaba davranmamalıydım. Belki de gerçekten iyi biriydi. Diego, Ashley'e kuşkuyla bakarak "Neden onun ceketini giyiyor?" diye sordu. O ana kadar ilgisini çekmediğimden emin olduğum güzel, esmer kız kırmızı rujla süslediği dudaklarını büzerek beni süzdü. Onun da yüzünde aynı merak vardı, diğer herkesin yüzünde olduğu gibi. Eyvah! Ne diyecektim şimdi ben? Andy tarafından zorbalığa uğrarken Dallas'ın beni kurtardığını bu insanlara anlatmak istemiyordum! Acaba yine düştüm yalanını mı söyleseydim? Ama şanslıydım. O sırada Dallas parmaklarını arasında tuttuğu iki içecekle masamıza geldi. Ashley, Diego'ya 'Bilmiyorum' anlamında omuz silkerek cevap verdikten sonra içeceğini Dallas'ın elinden alıp pipeti dudaklarına götürdü. Diego yumruğunu uzattı ve Dallas'da aynısını yaptı, iki dost gibi yumruklarını tokuşturdular. İkisi iyi anlaşıyorlardı belli ki. "Selam." dedi Diego. Dallas selamına karşılık verircesine başını salladı. "Uçak bileti aldığını neden bana söylemedin?" "Zamanım olmadı. Marka fotoğraf çekimlerini bir sonraki aya erteleyince son anda gelmeye karar verdim. Bu arada, kızıllarla ilgilendiğini bilmiyordum." Dallas gözlerini benden tarafa çevirmedi ama çocuğun benden bahsettiğini anlamış olmalıydı. "Ne hoş bir ironi." diyerek Diego'ya uyarı dolu bir bakış attı. "Hem de kızıl bir kızın önünde." "Ah, çıkmıyor musunuz?" "Bunu nereden çıkardın?" "Kız senin ceketini giyiyor." Kaskatı kesildim. Konu nasıl buralara gelmişti anlamıyordum. Gerçi Dallas'ın ceketi üzerimdeyken insanların farklı bir şey düşünmesini beklemek saçmalık olurdu. Bir kız neden hiç tanımadığı, samimiyeti olmayan bir erkeğin ceketini giysindi ki? Tabii o kız zorbalığa uğramadıysa ve elbisesi yırtılmadıysa. Ceketi fırlatıp atasım geldi bir an. Zaten Dallas'da "Saçmalama." diye kestirip attı. "Neden? Onu sen davet etmedin mi? Pek mutlu görünmüyor gerçi." Daha fazla dayanamadım. "Ben sadece böyle yerlere alışkın değilim." diyerek lafa girdim en sonunda. "Hem biz çıkıyor falan değiliz." Tanrım, saçmalamayın, adımı bile bugün öğrendi. "Az önce... Bir aksilik oldu da..." "Ona açıklama yapma." Dallas geldiğinden beri ilk defa yüzüme baktı, gözleri sakin ve yumuşaktı. "Sadece dalga geçiyor." Görünüşe göre öyleydi. Diego imalı bir gülümsemeyle Dallas'ın omzunu sertçe sıktı. Dallas omzunu çekerek Diego'nun dokunuşundan kurtuldu. Sonra da bana büyük, cam kadehi uzattı. Kırmızı İçeceğin içinde küçük, siyah noktacıklar vardı. Kokusu öyle tanıdıktı ki, hemen 'Çilek!' diye düşündüm. Boğazım kurumuştu ve meyveli içecekleri de severdim. İçeceği almak için uzandım ama biri benden önce davrandı. O güzel, esmer kız içeceği Dallas'ın elinden kaptı ve dudaklarına götürüp büyük bir yudum aldı. "Ah, çok susamışım. Teşekkürler." Boşta kalan elimi indirirken kendimi biraz şaşkın hissettim. Dallas bile şaşkın görünüyordu ama şaşkınlığının yerini öfkeye bırakması uzun sürmedi; Kaşlarını çatarak "O Cassie'nindi Samanta." dedi... "Yoo. Önemli değil." dedim hâlâ kendimi biraz garip hissetsem de. "Zaten o kadar da susamamıştım." "Gördün mü?" Samanta şirin bir şekilde sırıttı. "Sorun yok diyor." Çünkü kibar biriyim. Diego bir kere daha Dallas'ın omzuna dokundu çünkü Samanta'nın yaptığı şey yüzünden gerçekten öfkeli görünüyordu. Dallas'ın sakinleştiğinden emin olduktan sonra yeniden bana baktı. Bu defa gözlerinde hafif bir anlayış vardı. "Sana bir tane daha getirmemi ister misin?" diye sordu. Bir an onun gerçekten kibar biri olduğunu düşünsem de cevap vermedim, hâlâ çok şaşkındım. "Samanta'ya aldırma lütfen. O her zaman biraz kıskançtır." "Hey!" diye çıkıştı Samanta, Diego'nun koluna bir tokat attı. "Yalan mı?" "Elbette yalan! Onun nesini kıskanacağım?" Oof. Bu mesele iyice canımı sıkmaya başlamıştı. Biri konuyu değiştirsin diye umarak etrafıma bakınırken Dallas "Sana bir tane daha getireceğim." dediğinde yeniden ona odaklandım. Ardından başımı hızla iki yana salladım. "Gerek yok. Gerçekten." "Hayır, var. Buna katlanmak zorunda değilsin." Samanta gözlerini yuvarlandı. Ah... Tamam. Bu kibar tepkiden sonra susmayı tercih ederek başımı tamam anlamında salladım. Dallas bana bir içecek daha almak için yanımdan ayrılırken ne yapsam da buradan tüysem diye düşünüyordum. Birden ilgi odağı olmak beni germişti ve iliklerime kadar kaçmak istediğimi hissedebiliyordum. Ashley usulca yanıma yaklaşarak "Samanta'nın yaptığı kabalık için özür dilerim. Daha iyi arkadaşlar edinmeliyim." dedi. Özür dileyen gözlerle bana bakıyor, sadece ikimizin duyacağı bir şekilde konuşuyordu. "Hayır," dedim aynı samimiyetle. "Onun yaptığı şey için benden özür dilemene gerek yok." "Bilmek içini rahatlatacaksa eğer yaptığı sana özel bir şey değil. Dallas'ı sinir etmeye bayılır. Sırf bu yüzden buraya geldiğini düşünüyorum. Bizim okulda okumuyor bile." "Neden birini özellikle sinirlendirmek istersin ki?" "Galiba bir tepki almak için. O ve Dallas bir ara çıkıyordular. Geçen dönemin başında Dallas ondan ayrıldı." Anladığımı göstermek için başımı sallarken içeceğimi yudumlayan Samanta'ya bir bakış atmadan edemedim. Gerçekten de çok güzel bir kızdı. Esmer güzelliği bir yana, sıkı bir at kuyruğu yaptığı simsiyah saçlarıyla, kakülleriyle ve dolgun dudaklarına sürdüğü kan kırmızısı rujuyla daha da güzel görünüyordu. Rahatlıkla bir manken ajansında çalışabilirdi ki, çalıştığından emindim. Bir anda kızın neden bana bu kadar tanıdık geldiğini anladım! Tabi ya! Yüzünü daha önce annemin eve getirdiği bir dergide görmüştüm! Samanta gerçekten de bir mankenlik ajansında çalışıyor olmalıydı... Ama biri neden böyle bir kızı terk ederdi ki? Bu işlerden pek anlamazdım ama erkekler güzelliğe önem verirlerdi, değil mi? Bu kız da bu tanıma yüzde yüz uyuyordu. Kıskanmadım desem yalan olur şimdi. Çirkin değildim ama kahretsin, manken gibi de değildim. Bu düşünceler beni güldürürken Samanta onun hakkında neler düşündüğümden habersiz bir şekilde yanımıza yaklaştı. Yürüyüşü bile bir model olduğunu ele verircesine zarifti. Dirseklerini masaya yasladı ve sohbetimize dalmakta en ufak bir çekince göstermeden, hafifçe öne eğilerek, "Neden onu davet ettin, Ashley?" diye sordu. "Nedenini söyledim zaten." "Hayır, söylemedin. Sadece yalan söyledin. Lee, bana onun senin arkadaşın falan olmadığını söyledi." Zavallı Ashley, ya öfkeden ya da utançtan kıpkırmızı kesildi. "Oof. Onu rahat bırak, Samanta." derken ses tonu oldukça sert çıkmıştı ve bu da beni şaşırtmıştı. Tatlı, arkadaş canlısı Tinker Bell'i andırmıyordu artık. "Aklından neler geçiyor bilmiyorum ama Dallas onunla flört etmiyor." "Ah, merak etme, etmediğinden eminim." "O halde sorunun ne senin?" "Hiç. Ondan hoşlanmadım, hepsi bu." Tamam! Şimdi neden terk edildiğini anladım. Güzel ama kaba. Ve belli ki diline de pek hakim olamıyor. Ashley öfkeyle kaşlarını çattı. Bir şey daha demek için ağzını açmıştı ki, Diego kavga çıkmasın diye aralarına girdi. "Gel benimle dans et. Bu şarkıya bayılırım." diyerek Ashley'i kolundan tutup piste, dans eden çiftlerin arasına çekti. Yaptığı şirin bir şeydi aslında. Ne de olsa kız arkadaşının kavga etmesini istemezdi ama cidden, beni Samanta'yla baş başa bırakmak zorunda mıydı? Kaçıp gidesim vardı çünkü bu kızın ağzından çıkacak tek bir şeyin bile hoşuma gidecek bir şey olmayacağından emindim. O sırada tiz bir mikrofon sesi kulaklarımı acıttı. Gözlerimi sahneye, konuşmaya hazırlanan müdürümüze çevirirken Samanta'nın da dikkati dağılmıştı. Müdür Jahnson, balo kraliçesi seçimi için birazdan oylama yapılacağını söyledi ve daha sonra da herkesten balo kurallarına uymasını istedi; İçki yok. Ot yok. Aşırı sevgi gösterileri yok. Kendini eğlenceye kaptırıp ortalığı darmadağın etmek yok - ki şimdiden bu kurallarının birkaç tanesinin çiğnendiğini görebiliyordum... Kravatını başına bağlayıp arkadaşının omuzlarına çıkmış ve bağıra bağıra şarkı söyleyen çocuğa gözlerimi dikerken "Kraliçe seçileceğinden eminim Samanta!" dedi erkeklerden biri hülyalı bir şekilde. "Geçen sene de sen seçilmiştin. Üstelik bu okulda okumuyorsun bile. Bu haksızlık! Ama kraliçe seçilecek kadar güzelsin, yani sorun yok." "Çok ilginç." dedim ilgisizce. "Değil mi?" diyen Samanta yapmacık bir tavırla Dallas'ın ceketinin omzundaki olmayan tozu silkerken iç çekmemek için kendimi zor tuttum. Bu kız çok yapışkan. Çok da inatçı. "Ne düşünüyorsun, Clara." Adım Cassie, diye çıkışmamak için dudaklarımı birbirine bastırdım. Sonra "Bilmem." dedim. Oyun mu oynamak istiyordu, öyle olsun. Ben de oynardım. Avucumun yanağıma yaslayarak sakin gözlerimi sahneye, sonra da ona diktim. "Demek istediğim, 'kraliçe' çok monarşik bir kelime değil mi? Üstelik aklı başında kimse güzelliği gerçek bir başarı saymaz. Bu tamamen anne babanın genetik tarihinin ne kadar şanslı olduğuna bağlı olan basit bir sıfat. Ben Nobel ödülü alan birinin övünmesini dinlemeyi tercih ederim." Ölümcül bir sessizlik oldu. Boom! Onu yakalamıştım. Biri ıslık çaldı, "Bu kız boşuna okul birincisi değilmiş!" diyerek güldü. Samanta şaşkın şaşkın yüzüme baktıktan sonra verebileceği en garip tepkiyi verdi; Güldü! "Komik kız seni." Oysa bana tokat atmak istiyormuş gibi görünüyordu. Birden gülmeyi keserken tek kaşını kaldırdı. "Kimseyi etkilemiyorsun ama." "Kimseyi etkilemeye çalışmıyorum." "Neden? Hoş görünümlü bir adamın seninle konuşmak istemesi çok sık olan bir şey olamaz. Bak, ne diyeceğim. Parlak, süslü bir elbise giymiş olman hiçbir şeyi değiştirmez. Sen hâlâ çok sıkıcısın. Bu yüzden sana bir iyilik yapacağım. Bu gecenin keyfini çıkar. Onunla olabileceğin en üst seviye bu zaten." "Ben. Ondan. Hoşlanmıyorum." dedim tane tane. "Ondan hoşlanmadığını biliyorum." dedi sakin sakin. "Sadece seninle dalga geçmenin eğlenceli olduğunu fark ettim. Ne kadar çekingen görünürsen görün, cüretkâr bir yanın var. Gözlerinden anlaşılıyor." Masanın altında yumruklarımı tüm gücümle sıktım ve tanımadığım bu güzel kıza dik dik baktım. Cinayet, sicilimde nasıl görünürdü acaba? Belki de süslemelerden birini kafasına geçirmeliydim. O zaman kesinlikle çenesini kapatırdı. Öte yandan sadece beni öfkelendirmek için böyle konuştuğunun farkındaydım. İfadesinden anlaşılıyordu, yalnızca beni kışkırtmak istiyordu. Böyle yaparak eline ne geçecekti acaba? Ama ne kadar sinir bozucu olursa olsun, beni Andy kadar öfkelendirmesine imkân olmadığı için ona karşılık vermezdim. O yüzden tek yaptığım ona kötü kötü bakmak ve bir şey demeden yanından geçip gitmek oldu. Ashley beni yeniden yakalayıp lafa tutmadan önce kalabalığa karışmak için acele ederken bu kadar eğlencenin benim için yeterli olacağını düşündüm. Annem ne düşünürse düşünsün bu gece arkadaşa doymuştum! Balodan ayrılmak için çıkış kapısına yöneldim ama çıkışın olduğu kısım tıklım tıklım doluydu, hiç durmadan yeni öğrenciler geliyordu. Bu taraftan çıkmama imkân yoktu. Bu yüzden arka tarafta kalan acil çıkış kapısını kullanmak için geri döndüm. "Affedersiniz... Geçebilir miyim? Lütfen... İzin verin..." diye diye insanların arasından sıyrılıp balo alanından ayrıldım ve üzerinde kocaman, kırmızı harflerle 'ACİL ÇIKIŞ' yazan koridora girdim. Şanslıydım çünkü baş başa kalmak isteyen tek tük sevgililer haricinde pek kimsenin burayı tercih etmemişti. Zaten çıkış kısmına doğru ilerledikçe insan sayısı iyice azalmaya başladı, bir noktada da sadece ben kaldım. Tavandaki kırmızı ışıklandırmaların izin verdiği kadar yere çizilmiş olan okların yönünü takip etmeye başladım. Bir süre sonra - Daha dikkatli bakınca - temiz zemindeki küçük, belirsiz, nemli noktaları fark ettim. Giderek artan noktaları takip etmek için başımı kaldırdığımda, biraz ileride, çıkış kanadının olduğu yöne doğru ilerleyen uzun boylu bir adam gördüm. Adam uzun boyuna rağmen yürürken aşırı kambur duruyordu. Nedenini ise çok kısa süre sonra anladım; Çünkü sırtında tıka basa dolu olan bir çöp poşeti taşıyordu. Taşıdığı şey öyle ağırdı ki adamın nefes alışverişlerini buradan bile duyuyordum. Bir de damlama seslerini... Evet. Damlama sesleri. Tavandaki loş, kırmızı ışıklandırmalar yüzünden tam olarak seçemesem de yerdeki bu sıvının çöp poşetinin altından damladığını görebiliyordum. Adam koridorda ilerledikçe damlayan sıvılar da peşinden kesik kesik çizgiler oluşturuyordu. "Beyefendi!" diye seslendim. Bu kısımda ikimizden başka kimse yoktu. Yani bunu söylediğimde beni duyduğundan emindim. Zaten sesimi duyduğunda zınk diye durdu. Şaşırmış olmalıydı çünkü hâlâ arkasıyla bakışıyordum. Kibar bir sesle devam ettim. "Elindeki torbada ne varsa, her yere damlıyor." Adam çok... Ama çok... Yavaş bir şekilde geri geri döndü ve yüzünü belli belirsiz, kırmızı bir figür şeklinde gösteren kırmızı ışığın altında bana baktı. Bedenimi ürkütücü bir dikkatle süzmeye başladığında kolumu ovuşturdum. Değerlendirir gibi başını yana yatırdığında ise neden olduğunu anlamadığım bir endişeyle yavaşça yutkundum. Çok garip, anlaşılmaz bir andı. Neden bir şey söylemiyordu? En azından onu uyardığın için teşekkür etmesi gerekmez miydi? Oysa böyle susarak kendimi korku filminde gibi hissetmeme neden oluyordu. Göz ucuyla geriye, insanları çok ötede bıraktığım koridorda baktım. Yeniden ona bakarken, adam hiç beklemediğim bir anda - Sanki avına atılmaya hazırlanan bir aslan gibi - bana doğru bir adım atınca içgüdüsel olarak bir adım geriledim. İçimde çok kötü bir his vardı.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD