-2-

3100 Words
Titreyen elleri arasındaki kağıda bakakalan Şayeste buğulu gözlerini yazılardan kaldırarak karşısında pür dikkat kendisini izleyen halasına dikti. Kızarmaya başlamış gözleri sonuna değin açılmıştı. Başını hafiften sağa eğerek: "Şayeste." diyecek oldu ki, Şayeste oturduğu yataktan fırladığı gibi halasını kolundan tutup odasının dışına atarak kapıyı ardından kilitledi. Hemen arkasından ağlayarak yere çökmesi bir saniyesini almamıştı. Elindeki kağıt avuçları arasında buruşurken bırakmadan yüzüne kapayarak ağladı. Hıçkırıkları odasının duvarlarına çarparken duyduğu tek ses kendisininki değildi. Halası Ferzine hanım da kapının diğer yanında ağlayarak laf anlatmaya çalışıyor, aşağıdaki kalabalığın sesi odasına kadar doluyordu. Halasının: "Şayeste, yavrum etme eyleme. He de ki kurda kuşa yem olmayalım." sözleri arasında ıslanmış yanaklarını elinin tersiyle şöyle bir silerek yerinden kalkıp perdeleri kapalı penceresinin yanına doğru ilerlemiş, kenardan kenardan aşağıyı gözetmeye başlamıştı. Odası konağın yan tarafına bakıyordu. Gördüğü manzara ise, içler acısıydı. Sanki tüm Şanlıurfa... Hayır hayır, yalnızca Urfa değil. Sanki tüm doğu ahalisi burada, Atabey konağının önündeydi. Herkes bir avuç olsa da bir şeyler koparmak istiyor, ölmüş aşiret ağasından bir beklentiyle konak önüne çörekleniyordu. Konağın yanındaki park yerine doluşmuş arabalara baktı. Birçoğu tanıdıktı. Hatta o kadar tanıdıktı ki, bazılarındaki ATA plakasını bu mesafeden bile seçebiliyordu. Bu da demekti ki, düşmüşlerdi de, tutacak el yoktu. Elindeki buruşmuş, üzerine bir damla gözyaşı düşmüş kağıda baktı yeniden. Bir kez daha Ferzine hanımın sesi çalındı kulaklarına. "Şayeste'm. Sende yüzünü çevirirsen, nereye gidip, kime varalım biz? Anan Zeliha Hatun, kardeşlerin, ailenin eline bakan o kadar can nereye gitsin? Hangi çakalın pençesi altına sığınsın? Kim bakar, kim sayar bizi? Hatun başımıza, nasıl başa çıkarız?" deyişiyle kapıdan yana döndü. Ya kendisi? Kendisi hatun başıyla nasıl edecek, kime nasıl söz dinletecekti? Kime nasıl sırt dayayacaktı? Ne anlardı o hanımlıktan, ağalıktan? Şayeste'ydi. Yalnızca Şayeste. "Şayeste, beyi bey doğurmaz kızım." diye seslendi Ferzine hanım son bir umut. "Ana doğurur. Seni de bir ana doğurdu, baban yoğurdu. Gözünü seveyim, babanın gözünü arkada koma." derken başını kapıya yaslamış, usul usul ağlıyordu Ferzine hanım. O ister miydi bir başlarına kalsınlar? İster miydi ceylan gibi kızı kurtlar sofrasına salmayı? Usuldan kapı açıldı. Başını kaldırıp şaşkın bakışlarını karşısındaki uzun boylu, güzel yüzlü ceylanına dikti Ferzine. Geçen o birkaç saniye öyle uzun gelmişti ki. Birden bire boynuna sarılan narin kollarla ağlayışı hiddetlendi. Kollarındaki ceylan gibi o da yaş akıtmaya devam etti. Şimdi dışarda sürüyle aç kurt, içeride garip kalmış iki yetim can çekişiyordu. Ölüm gibiydi hissettikleri, lakin öldürmedi. Düştük sandılar, bu düşmek değildi. Ayrıldıklarında başını dertli dertli iki yana salladı Şayeste. "Yapamam." dedi ağlamayı kesmeyerek. "Yapamam hala, yapamam." "Yaparsın kuzum." diye ıslak yanaklarını silip saçlarını okşayan halasıyla kapı eşiğinde birbirlerine ümitsiz bakışlar atarlarken ileride, koridorun sonunda bu yaşananlara bir şahit vardı. "Sen bile yapamazsan, kim yapacak? Senden iyi bize kim bakacak?" "Hala..." "Hişş." diye parmağını dudakları üzerine koyarak etrafına bakındı Ferzine hanım. Ardından Şayeste'yi de alıp odaya girdi. Bir kenara sığınan şahit ise, usulca sığındığı duvar kenarından çıkıp ağır adımlarla aynı kapıya doğru ilerledi. Aşağı katta okunan dualar içeride konuşulanları duymasına engel değildi. Gözleri kadar, kulakları da keskindi. Kapıya dayandı, nefes bile almayı unuttu, ayıbı boş verip dinledi. "Civan..." diye ağlıyordu Şayeste. "Er olup başa geçmesi gereken Civan." "Öyle elbet, lakin Civan çocuktur." diye yere diz çökmüş genç kızın karşısına oturmuş, ellerini tutuyordu Ferzine hanım. "Ben ne anlarım hala? Civan çocuk, ben değil miyim?" "Büyüdün Şayeste'm." diye saçlarını okşayan yaşlı eli tuttu Şayeste. Buna gerçekten inanıyor muydu? Başını iki yana sallayarak diğer eliyle pencereyi gösterdi. "Önümde erden dağlar var hala. Ezerler beni." derken çatallaşan sesiyle halasının kucağına başını gömdü. "Ben varım kuzum. Hiç kimse yoksa, ben varım. Seni ne erden dağlara ezdiririm, ne de önüne dağ olurum." diyerek genç kızın başını okşamaya devam ediyor, bir yandan da kendi yaşlarını akıtıyordu. Gözünün önünde beliren yerdeki kağıda uzandı. "Bak." dedi kağıdı sallayıp dizleri üzerinde yatan kızın dikkatini çekerek. "Kimse yoksa, baban var. Atabey lafı var." dedi kağıdı sallamaya devam ederek. Ağlaması bir an için dinen Şayeste başını kaldırıp görüş alanındaki kağıda baktı. Gördüğü tek şey, en altta yazan ATABEY adıydı. Tüylerinin şaha kalkmasına engel olamadı. Başını salladı yeniden, fakat bu sefer onaylıyordu. Babası gitmemişti, hâlâ yanındaydı. O yoksa, sözü vardı. Herkes çok iyi bilirdi ki, Atabey lafı, bu topraklarda kanun sayılırdı. "Babam var." dedi sesi yeniden çatallaşırken. "Baban var." diye onayladı Ferzine hanım. "Sırtını vereceğin dağın, işte budur." diye kağıdı sallayarak havaya kaldırdı. "Şimdi kalk." dedi önce kendisi ayaklanarak. "Atabey aşiretinin hanımağasına ağlamak düşmez." derken Şayeste hâlâ yerde perişan bir vaziyette oturmaktaydı. Sanki o an tüm yorgunluğunu oraya bırakmak istiyor gibiydi. Çünkü biliyordu, Ferzine hanımın bir sonraki sözü, hanımağaya yorgunluk düşmez olacaktı. Elleriyle yerden destek alıp ağır ağır ayaklandı. Dizleri hâlâ titriyor, gözleri hâlâ dolu dolu bakıyordu. "Bundan gayrı..." diye söze girdi Ferzine hanım. Kapıdaki kulak kabardı. "...Şayeste değilsin. Atabey aşiretinin melikesi, Şayeste hatunsun." dediği an kapıdan uzaklaşan şahit, eli ağzına kapanmış hayretle olduğu yerde pinekliyordu. Birazdan açılan kapıyla şaşkın bakışları içeriye, az evvel duyduğu kadarıyla aşiretin melikesine kaydığında, o da en az kendisi kadar şok olmuş bir ifadeyle bakıyordu. "Güneş." dedi sorarcasına. Gözleri ablasından ayrılan Güneş, bu kez kapıda duran halasının elindeki kağıda bakıyordu. Yoksa bu, sözü edilen vasiyet miydi? ... Hâlâ yeterli kalabalığını koruyan konakta büyüklük görevini yerine getiren Biçe, oradan oraya koşturan kızlara emirler yağdırıyor, yapılacak her iş için şimdiden acele ediyordu. Daha rahmetli babasının odası temizlenecek, eşyaları düzenlenecekti. Birkaç parçayı kendisi almayı düşünüyordu. Tespihlerini, saatlerini vs. kimseye veremezdi. Hem İbrahim kullanırdı, ne olacaktı ki? "Biçe." diye seslenen kocasından yana dönüp: "İyi insan lafın üstüne gelirmiş." diye yüzündeki buruk tebessümle yanına vardı. "Bende tam seni düşünüyordum." diyen karısının başındaki şaldan çıkmış saçlarını okşayarak kendisini bir köşeye çekti İbrahim. Etrafına şöyle bir göz atarken: "Hayrolsun gülüm?" diye soruyordu ama gözleri hâlâ konağın avlusundaki kalabalıktaydı. Birilerini arıyordu ama, o aradıkları neyse ki ortalarda yoktu. Yoksa Biçe'yi her yanına çektiğinde tepesine bineceklerdi. "Babamın tespihlerini, saatlerini falan diyordum, sen kullanırsın herhalde." diyen karısını onaylayarak: "Kullanırım kullanırım." diye cevap verdi. O tespihlerinde, saatlerinde her biri dünya kadar para ediyordu. Başkasına gidecek değildi ya. "Hem, babamın gözü arkada mı kalsın." diyerek karısının kolunu tutarak biraz daha köşeye çekti. "Civan'ı göremedim." dedi etrafa bakınarak. "Valla benim de haberim yok. Buralardaydı amma..." diye kocası gibi etrafı süzmeye başlamıştı Biçe de. Ateş ocaklarına düştüğünden beri genç delikanlı gözler önünde değildi. Belli ki sırtına binen yükün ağırlığını hissediyordu. "Atabeylere mi gitti yoksa?" diye sorarken yandan yandan bakmayı sürdürüyordu İbrahim de. Karısının hışımla kendinden yana döndüğünü görmesiyle bakışlarını avluya çevirip delikanlıyı arıyormuş bir edaya büründü. "Atabeyler kim?" diye soran karısına: "Canım, yok mu amcalar." dediğinde Biçe kulak memesini çekiştirerek bulduğu ilk yere eliyle tıklatmıştı. "Allah korusun İbrahim, ne dersin?" "Yav, belki ne edeceğini..." "Allah'ım korusun." diye yineledi Biçe. "Onlardan gelecek yardım Allah'tan gelsin. Elimizi verirsek kolumuzu kaptırırız maazallah." "Yav Civan ne bilir el kol kaptırmayı, hem merak etme, ben onu yetiştiririm." diye söylendi İbrahim de. Karısının kendisine odaklanan bakışlarına karşılık: "Yanında bir büyüğe ihtiyaç vardır. Yoksa kendin diyorsun, maazallah amcalara falan giderse ne ederiz." diye söylenmiş, Biçe'nin yüzü iyiden iyiye asılmıştı. "Valla ben söyleyeyim, zaten babamla araları yoktu, önce bizi kaldırırlar ayak altından, sonra kızları everirler öyle böyle yerlere, Civan'a da he diye diye kapılarına kul ederler." "Doğru dersin." diye başını salladı Biçe. Amcaları ile babasının arası hiçbir vakit ahım şahım olmamıştı. Zaten bahsedilene göre amcalara ezelden beridir öfkelilerdi babası Ahmet ağaya. Erkek evladı yok diye... Bir avuç kız çocukla başa geçti diye... Onları Atabey konağından mahrum bıraktı diye... Şimdi de ilk fırsatta başa geçecek olan Civan'ın aklına girmeye çalışacak, onu kendilerine düşman kılıp kukla ağa edeceklerdi. Sonra gelsin Atabey konağı, şanı, şöhreti... "Ne edeceğiz İbrahim?" diye dertli dertli kocasından yana döndü. Bunları hiç düşünmemişti. Oysa babasının haberi geldiği an bir hal yol bulmak lazım gelirdi. Eee, ne de olsa kapıdaki kalabalık keyfi değildi. Ahali, yeni ağasını bekliyordu. "Ben halledeceğim." diyerek sırtını sıvazladı kocası. "Nasıl?" "Civan yetişip gelene kadar, yanı sıra iş göreceğiz işte. Hem Ali'yle Ömer de var, hallederiz Allah'ın izniyle." demesiyle minnetle bakarak kocasına sarılıverdi Biçe. "Vay erim, sen olmasan ne ederdik?" diye çatallaşan sesiyle başını göğsüne gömerken erinin bakışlarındaki karanlıktan habersizdi. Asıl İbrahim, Biçe'nin saflığı olmasa ne ederdi? ... İçerinin kalabalığı dışarıyla yarışırken yemekler yenmiş, helvalar dağıtılmış, dualar edilmiş, naaş bile çoktan defnedilmişti. Kabristana giden erkekler hâlâ gelemezken evde kalan kadın kalabalığından daralan Şayeste halasına küçük bir bakış atıp üst kata çıkmış, Güneş de kendi peşine takılmıştı. Üst katın koridoru boşken derin nefesler alarak hızla ilerleyen ablasına yetişerek kolunu sıkıca kavradığı gibi bedenini kendinden yana çevirdi. "Atabey melikesi Şayeste ha?" diye sordu yüzündeki ciddiyetle. On altısındaydı Güneş. Adı gibi parıldayan, kanı gibi kaynayan bir candı. Bunca vakit Atabey konağının görüp görebileceği en sert canlardan biriydi. Şimdi herkese taş duvar olan o can, kendinden bir gram farkı olmayan ablasına hesap soruyordu. "Sonra Güneş." deyip tutulan kolunu çekti Şayeste. Ona laf anlatacak dermanı da hevesi de yoktu. "Şimdi." dedi Güneş bu defa önünü keserek. Güneş bulutların ardına saklanıp bulundukları uzun koridoru karanlığa mahkum ederken birbirlerinin gölgelenmiş yüzlerine bakan iki kız kardeş karşı karşıya gelmişti. "Anlatacaksın." diye kelimelerine bastırıyordu Güneş. "Anlatacak bir şey yok." diye yanından geçip gitmeye çalışan ablasının kolunu bir kez daha tuttu. Omuz omuza geldiklerinde bakışları daha bir ciddi, tutuşu daha bir sertti. Er kuvveti vardı Güneş'te, biliyordu. Lakin onun da bir şeyi çok iyi bilmesi gerekiyordu ki, öfke konusunda Şayeste'yle karşı karşıya gelmek istemezdi. "Anlatacaksın dedim." diye direten kardeşine çatılan kaşlarının altından baktı. "Ne işler dönüyor, anlatacaksın. Yoksa..." "Yoksa?" "Kendim öğrenmesini bilirim." diyen kız kardeşini şöyle bir süzüp: "İyi ya." dedi. "Git öğren." Bir kez daha gitme çabası boşa gittiğinde Güneş'in yüksek sesi koridorun duvarlarına çarpmıştı. "Abla." diye bağırdı bu sefer. Arkasında kalan kız kardeşine usulca döndü Şayeste. Onunla inatlaşmak istemiyordu. Kalbini kırmak, hiç istemiyordu. Ama görünen o ki Güneş haddini aşma yolunda emin adımlarla ilerlemekteydi. "Güneş." diye bağırarak geri dönüp genç kızın tam karşısına dikildiğinde istemeden bir adım geriledi Güneş. Herkese diklenirdi diklenmesine de, annesinden bile çekinmezken Şayeste'den çekinirdi. "Sonra dedim." derken sesini kıstı Şayeste. Sessizleşen kız kardeşini gerisinde bırakıp odasının kapısına vardığı anda bir seslenen daha oldu. "Şayeste." diyen sesle: "Ne?" diye bağırarak gerisin geri döndü. Bu seferki Biçe'ydi. Yanına aldığı Sosun ve Cavidan'la kendisine bakıyordu. "Az gel hele." diye başıyla üst kattaki salonu işaret ederken omzunun üzerinden gözünün ucuyla Güneş'e bakmış, kendilerinden yana davet beklemeden atılan genç kıza: "Bacını da çağır." diye söylenmişti. "Berfin!" diye bağırıp yeniden peşlerine takıldı Güneş. Yalnız kalacakları salona girerlerken Berfin de koşarak gelmiş: "Bir şey mi oldu?" sorusu büyük ablalarından Sosun tarafından: "Kapıyı kapat." sözüyle geçiştirilmişti. Sıra sıra dizildi kızlar. Kimseye müsaade etmeden baş köşeye geçen Biçe idi. Hemen çaprazına oturan Sosun yanına Cavidan'ı almış, tam karşılarında ikizler kalmıştı. Şayeste ise sabrının son kırıntılarını aldığı gibi Biçe'nin yanındaki koltuğa oturdu. Kısa süreli bir sessizlikten sonra Biçe'nin lafa girmesiyle hıh diye bir ses çıkaran Güneş geriye doğru yaslanmış, Sosun'un bakışlarından tedirgin olan Berfin ikizini dürtmeye başlamıştı. Ee, ne de olsa istenmeyen taraf kendileriydi. Bu delilerle karşı karşıya gelmemekte en iyisi. "Başımıza gelen belli." diye söze başlamıştı Biçe. "Yasın üç gün olanı makbuldür. Gerisi maazallah isyana girer. Bundan sonra, ne yapacağımıza bakalım." dediği an yaslandığı yerden doğrularak: "Ne yapacakmışız?" diye soran Güneş'i yine ikizi dürtüklüyor, o da omzunu silkip kendisini susturmaması için kaş göz ediyordu. Biçe ise asi kardeşine göz devirerek diğerlerine döndü. "Kurtlar kan kokusunu aldı, kapıya dizildi. Yakında aşirete bir ağa seçmek için toplanırlar." dediğinde yumruklarını sıkan Şayeste'ydi. Şahit olan ise yine Güneş. Fakat bu hareketleri yüz ifadesinin aksine öfkeden değildi, ne yapacağını bilemeyişinden kaynaklanıyordu. "Ben, düşündüm taşındım." diye sözlerini sürdüren ablasına dikti gözlerini. "Başa geçecek tek er, Civan'dır. Lakin hepiniz bilirsiniz ki, kanı deli akar, aklı da bir karış havadadır. O yüzden, demem o ki, İbrahim..." diye devam ettiği sözlerini: "Bir dakika bir dakika." diye böldü Şayeste. Derin bir uykudan uyanmış gibiydi. Sanki bir süredir burada yoktu da, olanlara yeni şahitti. "Şimdi sen..." diye söze girip sindiği koltukta dikleşerek öne doğru gelip ablasından yana döndü. "...Atabey kanını taşımayan birini başa mı geçirmek istersin?" diye sormuş, böyle bir çıkışma beklemeyen Biçe Sosun'dan yana bakıp onay istercesine: "Atabey kanı taşımıyorsa da, o kandan biriyle nikahlıdır." demişti. Sosun'un başını sallamasıyla yeniden kız kardeşine dönmüştü ki, Şayeste'nin öfkeli bakışlarının ikisi arasında gidip geldiğini fark etti. İbrahim haklıydı. En çok o zorlayacaktı. "Böyle mi oluyor yani bu işler?" diye sakince sordu Şayeste. Evet, sakindi. Hiç yoktan, öyleymiş gibi yapıyordu. "Ya nasıl olacaktı?" diye kabardı Biçe. "Bu konaktan atılmak istemiyorsak..." "İbrahim efendiye baş eğeceğiz, öyle mi?" diye bir kez daha lafını kesen kardeşiyle sesi yükseldi Biçe'nin. "O size yıllarca babalık etti." diye bağırdığında kendi gibi bağıran Güneş'ti. "Bizim babamız vardı." diyerek parmağını ablasından yana sallamış, eline koluna sarılan Berfin'i: "Bırak!" diye azarlamış, yeniden ablasından yana dönerek: "Senin ağalığa pek meraklı kocan kendi başına gelin güvey oldu." diye de sözlerini tamamlamıştı. Tansiyon gittikçe yükselirken artık kimse sesinin volmüne de, sözlerinin keskinliğine de dikkat etmiyordu. "Bak bak bak." diye ayaklandı Biçe. "Nankör köpeğe bak." dediği an bir ayaklanan daha vardı ki: "Güneş haklı." diyen Şayeste'ydi. "Aklını başına al Şayeste." diye bu kez öz bildiği kardeşinden yana döndü Biçe. Oturan ikizleri tiksinircesine göstererek: "Şu eksik akıllılara uyma." dedi. "Sende çok iyi bilirsin ki benim kocam size bir babadan farks..." "Her önüne gelen baba olsaydı, analar dul kalmazdı Biçe hatun." diye söylenen kız kardeşine hayretle bakıyordu Biçe. Kendisine karşı mı geliyordu yani? Ablasına, karşı mı geliyordu? "Şayeste..." diye lafa girecekken: "Ben senin erini ağa yerine koymam, koydurmam." diye devam etti Şayeste. "Ne senin koltuk sevdalısı erin, ne de bir başkası..." diyerek bu sefer Sosun'dan yana bakarak devam etmişti. "...ben hayatta olduğum sürece, Atabey mirasına elini kolunu sallayarak çökemez." Şayestenin son cümlesi havayı bir bıçak misali keserken daha fazla diyecek söz bulamayan Biçe kız kardeşinin yüzüne indirmek üzere elini hışımla kaldırmıştı ki, bileği tutuluverdi. "Burada miras avcılarına yer yok." diye ayaklanıp ablasına inecek ele siper olan Güneş'ti. "Kızlar." diye koşturan bir çift ayak odaya girdiğinde ortam hiç olmadığı kadar gergindi. Peşinden gelen Zeliha hanımla kapı ağzında şaşkınca kalan Ferzine hanım bir Şayeste'nin öfkeyle çatılmış kaşlarına, bir Biçe'nin kalkan elini tutmuş Güneş'in eline bakınıyor, daha şimdiden çıkan kavgaların üstesinden nasıl geleceğini kestiremiyordu. Kaldı ki bu daha başlangıç ile değildi. "Ayrılın." diye öne atıldı. Fakat Güneş'in ablasının bileğine dolanmış eli o kadar sertti ki ne kadar çekiştirirse çekiştirsin genç kıza gücünü yetiremiyordu. "Ayrılın dedim." diye sesini yükseltmesine rağmen bakışlarını da Biçe üzerine konuşlandırmış Güneş bir adım geri çekilmek şöyle dursun: "Güneş bırak annem." diye kulağına fısıldayan annesini bile duymuyordu. "Bırak." dedi Şayeste, sıktığı dişlerinin arasından fısıldarcasına. İşte o vakit Güneş'in parmakları bir bir açıldı. "Ne oluyor burada?" diye soran Ferzine hanımla: "Ben isterim ki..." diye atılan Biçe'ye baktı Şayeste. "Bu saatten sonra her istediğin olmayacak." dedi. "Hele ben hayatta olduğum sürece, asla olmayacak." Çekip gitmeden evvel söylediği sözlerine: "Şayeste." diye sitem eden Cavidan'ın ardından, Şayeste'nin sesi duyulmuştu. "Bak hele Ferzine hatun." ... Eniştesi olan aç gözlü yüzünden ablasıyla çıkan kavganın üstünden saatler geçmiş, buna rağmen ne evin ne de kapının kalabalığı azalmıştı. Bundan sonra da böyle olacaktı, biliyordu. Özellikle kendisi bir adım atmazsa, ortalık iyice karışacak, vasiyet arka plana düşecekti. Asıl korkusu vasiyet bile değildi. Civan Şuan tek düşündüğü Civan ve diğer küçüklerdi. Bir de analığı olan Zeliha hatun. İpleri eline almazsa olacaklar belliydi. Zeliha hatun verilen konağa yerleştirilecek, çocuklarının elinden hisseleri alınacaktı. Civan ise hiç şüphesiz enişteleri ile diğer ablalarının pohpohlamasıyla gününü gün edecek, Ferzine hanım da kenara atılarak baba koltuğu her gün bir başkasının elinde oyuncak olacaktı. En nihayetinde ise gideceği tek yer vardı. Büyük Atabeyler... Amcaları. Sonrasında ise hiç şüphesiz her biri konaktan uzaklaştırılacak, Atabey konağı Atabeylere kalsa da, her gün bir parçasını kaybedecekti. Böyle böyle soyadları geri plana düşecek, büyük Atabey konağı amcalarının emri altında şan, şöhret, para, pul için günden güne yok olacaktı. Açılan kapıyla omzu üzerinden gelen kişiye baktı. "Gel Ferzine hatun, bende seni bekliyordum." dediğinde tek kaşı meraklıca havalandı Ferzine hatunun. Şayeste ne zaman ki birine hatun diyor, o zaman işler onun için ciddileşiyordu. Demek ki kendisiyle de konuşmak istediği ciddi bir mesele vardı. "Hayrolsun Şayeste hatun." dedi yeğeninin içindeki ciddiyeti biraz daha artırmak üzere. Beklediği pencere önünden eli ardında ayrılarak halasının karşısına geçti Şayeste. "Biçe ne diyordu?" diye sordu kendi kendine. "Hah." dedi hafif bir alay edasıyla. "Düşündüm taşındım, başa geçecek tek er, Civan'dır. Lakin kanı deli akar, aklı da bir karış havadadır. O yüzden, demem o ki..." diye alayla sarf ettiği sözlerini sürdürerek yeniden pencereden yana dönüp aşağının kalabalığına bakarak her zamanki ciddiyetini takınarak: "Naibe-i aşiret olarak kardeşim büyüyene dek başa geçer, baba koltuğunda hak iddia ederim." deyiverdi. Sözleriyle neye uğradığı şaşıran Ferzine hanım Şayeste'nin bu kadar çabuk ikna olmasına şaşırmış, fakat üzerinde durmamıştı. Zira düzene girecek bir aşiret, akabinde çok fazla iş vardı. Yeniden kendisine dönen yeğenine gururla bakıp gülümseyerek: "Ferman senin hanımağam." diyerek kapıya yöneldi. Açtığı kapıdan: "Hasan kahyayı çağırın." diye seslendikten birkaç dakika sonra Hasan kahya elindeki vasiyetname ile gelmiş, babasının çalışma masasına yerleşmiş olan Şayeste elindeki kalemle hazır ola geçmişti. "Buyurun hanımağam." diye önüne bırakılan vasiyetnameye bakarak birkaç saniye düşündü. Bu saatten sonra, hayatı bir daha hiçbir zaman eskisi gibi olmayacaktı. Bir daha kimse ona eskisi gibi bakmayacak, adı eskisi gibi anılmayacaktı. Artık o yalnızca Atabey kızı Şayeste değildi. Bu günden sonra adının önüne hanımağa gelecek, babasının ölümünden sonra koltuğa el koyan hatun olarak anılacaktı. Kimine düşman, kimine korku olacak, kimseden aynı güveni, aynı sıcaklığı bulamayacaktı. Hatta öyle ki, yatıp kalktığı yeri, yediğini içtiğini bin kez kontrol edecek, kimseye yumuşak tarafını gösteremeyecekti. Çünkü biliyordu, ağalığın yumuşak tarafı olmazdı. Olursa, ismini nüfustan, resmini duvardan düşürürlerdi. Derin bir soluk aldı. Parmakları arasındaki kalemi bir iki kez çevirdikten sonra sağlamca tutarak kağıdın altına şu notu düştü. Ben ki, Ahmet Atabey'den olma, Saliha Atabey'den doğma, Şayeste Atabey. Babamdan kalan ağalık koltuğunu, kardeşim Civan Atabey benim nazarımda büyüyene dek, devralmış bulunmaktayım. İmzanın ardından derin bir nefes daha almıştı ki kapı çalındı ve içeri genç bir delikanlı girdi. "Bundan gayrı..." dedi halası genç delikanlıyı göstererek. "...katibin işte bu delikanlıdır. Emirlerini o yazar, amma velakin sen imza atmadan, kimse uygulamaz." Başıyla onayladı Şayeste. Evet, görünüşe göre, kabul imzasını atmakla olmuyordu. Soran gözleri halası üzerinde gezinirken yakınına varıp ardına geçen Ferzine hanım kulağına fısıldadı. "Şimdi, başlıya baş eğdirip, dizliye diz çöktürme, kurduna çakalına aşiretin bir başı olduğunun haberini verme vaktidir." Halasının sözleriyle karşısına geçip oturan delikanlıya bakındı Şayeste. Elinde getirdiği hokka ile kalemine bakılacak olursa, işini hızlı görüyordu. O da adetlere uydu, genç delikanlı önüne bir kağıt aldığında başladı söylenmeye. Ben ki, Ahmet Atabey'den olma, Saliha Atabey'den doğma, Şayeste Atabey. Babam Allah emriyle vefat eyledi. Bende, babamın vasiyetine uyarak, kardeşim Civan Atabey nazarımda büyüyene dek, aşiret koltuğunu devraldım. Soylu Atabey kanına aynı şekilde saygılı davranılacağına dair sizlerden söz isterim. İtaatsizlik, suç ve günah olarak sayılacak, asiler ve aşiretleri dağıtılacaktır. Unutmayın ki, Allahu Teala Nisâ suresinin 59. ayetinde şöyle buyurmaktadır; Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, peygambere itaat edin, sizden olan ülü'l-emre de. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah'a ve âhirete gerçekten inanıyorsanız- onu, Allah'a ve peygambere götürün. Bu, elde edilecek sonuç bakımından hem hayırlıdır hem de en güzelidir. Bu yolda babam Ahmet Atabey'e olan desteklerinizi ve sadakatinizi aynı şekilde bekler, hepinizi saygı ve sevgi ile selamlarım. Atabey Melikesi Şayeste ATABEY
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD