Büyüklüğüyle bir paşa konağını aratmayan Urfa'nın en ileri gelen Türkmen aşiretlerinden olan Atabey konağında curcunalı bir akşam yaşanıyordu.
Beş kızından birini daha evlendiriyordu Atabey. Bu kez gelin giden konağın ortanca kızlarından zümrüt gözlü Cavidan'dı. Atabey'in ilk hanımı Saliha hatundan olma ortanca çocuğuydu.
Sekiz evlat sahibiydi Atabey. Bunlardan beşi ilk hanımından, diğer üçü de ilk hanımının gebeliğinde kuma gelen Zeliha hatundandı. Bir elin parmağından fazla kızı olan Atabey'in iki ayrı hanımından da erkek evlatları varken, ağalık koltuğuna en yakın olanı Saliha hanımın ölmeden evvel emanet bıraktığı Civan'dı.
Adının hakkını veriyor, daha on yedisine girmeden bir ağa misali hareket ediyordu. Lakin ablalarından biri vardı ki, heybetiyle kendini geçmekteydi. Öyle ki babası Atabey diğer iki büyük kızı dururken evlatları arasından en çok ilk hanımından olan en küçük kızı Şayeste'den akıl alır, onu bir erkek gibi yetiştirmekten geri durmazdı.
Tabii sanıldığı kadar sert, nemrut değildi Şayeste.
Yirmi beşine henüz girerken güzel, güler yüzüne herkesi hayran bırakıyordu. Onun neşesiyle güne uyanan Atabey konağı, yine onun ciddiyetiyle günü bitiriyordu.
Kendinden büyük ablalarının aksine kumalık olan annesini öz bilirdi Şayeste, Civan'a yine en çok o karışır, eniştelerini en çok o düşündürürdü. Ne yandan bakılırsa bakılsın, adını aldığı büyük babaannesini aratmayan bir hatun olma yolundaydı.
"Şayeste!" diye ismi haykırılırken konağın büyük mutfağındaki kalabalığa laf anlatmaya çalışıyor, acele etmeleri için yardım ediyordu.
"Şayeste!" diye bir kez daha bağırıldığında kalabalığın curcunasından anca duymuş olarak kapıdan dışarı:
"Geldim!" diye seslendi. Güneş neredeyse batmak üzereyken misafirler çoktan gelmişti. Bu gün düğünün son günüydü. İsimlerine yaraşır bir düğün yapan Atabey aşireti, yalnız Urfa değil, diğer memleketlerden gelen kalabalık misafirlere de ev sahipliği ediyordu. Şayeste ise evin kızlarından olarak her işe yetişmeye çalışıyor, ister istemez yetişemiyordu.
"Şayeste dedim." diyen sesle başını mutfağın kapısından çıkarıp:
"Geldim geldim." diye seslenerek son kez mutfağa göz atarken bir saattir bağırıp duran büyük ablası Biçe:
"Hele gel de bir hoş geldin et, bak kimler geldi." diye seslenmiş, kocasının yanında boy gösteren genç adama iki gözünü yumarak gülümsemişti.
Gelen herkesin de gördüğü üzere, Turan aşiretinin gözde bekarı Yusuf ağaydı. Otuzuna henüz merdiven dayayan genç adamın bir yanı Mardin'e uzanırdı ama Atabey'e hısım olmak adına sık sık Urfa'ya gelir gider, Şayeste'nin nazını çekmeye gönüllü olduğunu her defasında güler yüzüyle bildirirdi.
"Kim geld..." diye merdivenlere koşturan Şayeste ise kimin geldiğini artık bizzat görerek adımlarını yavaşlatmıştı. Uzanıp kolundan tutan ablası bedenini hızla genç adamın yanına çekiştirirken ayakları geri geri gitmekteydi. Ablaları kendisini anlamıyordu da, kendisi de artık onları anlamamaktaydı. Bu adam her geldiğinde ne diye kendisini ortaya sürüyorlardı? İstemediğini daha kaç kez söyleyecekti?
"Hoş geldin etsene kızım." diye omuz atan ablasına sert sert baktıktan sonra karşısındaki genç adama dönerek bakışlarını kaçırmadan:
"Hoş geldiniz." diye söylendi.
"Hoş gördük." diye gülümseyerek Şayeste'yi baştan aşağı süzen genç adam her zamanki ilgisiyle bakıyordu. Terbiyesizlik yapmak istemezdi ama, bizzat eniştesiyle haber göndermiş, evlenmeyi istemediğini söylemişti. Bir gün isteyecek olsa bile, bu adamla olmayacaktı.
Nedendir bilmiyordu ama, Turan aşiretine karşı bir uzaklık hissediyor, bir türlü ısınamıyordu.
Bu genç adamın ise ilgisi artık sıkmaya başlamıştı.
"Damat geldi." bağırışıyla nihayet dikkatler Şayeste üzerinden uzaklaşmış, iç avluyu dolduran kalabalıktan zılgıt sesleri duyulmaya başlamıştı. Birden bire daha da kalabalık bir hale bürünen avluda silahlar da patlamaya başlamış, davul zurna bir daha susmamak üzere çalınır olmuştu. Genç adam kendisini bulma ümidiyle yeniden ardına döndüğündeyse hızla kalabalığa karışarak gözden kayboldu Şayeste.
İki saat kadar sonra ise yemekler yenmiş, düğünün gelin evinde olan son gecesinde halaylar çekilmeye başlanmıştı.
"Eminsin değil mi, kesin oradan geçecek." diye bir köşeye çekilmiş tek kulağını kapayarak telefonda konuşan konağın büyük damadı, bir yandan da halay çeken karısına el sallıyor, gözleriyle misafirleri tarıyordu.
Baldızları bacanağıyla bir olup sıra sıra dizilerek halaya durduğunda:
"Bu işi bu gece bitirin." diyerek telefona seslenmiş, kapattıktan sonra koşar adım baldızlarının arasında halaya durmuştu.
Şimdi ondan keyiflisi yoktu. Zira birkaç saat içinde Atabey'in ölüm haberi konağın üzerine şimşek misali çakacak, o heybetli tahtı evin güya büyük oğlu olan küçük Civan'a, dolayısıyla kendisine kalacaktı. O saatten sonra, damat efendi İbrahim'i kim durdurabilirdi ki?
Ne yapsaydı, kendi aşiretine ağa olabilmek için sekiz abisinin ölümünü mü bekleseydi?
Hem, boşuna mı kız almıştı Atabey'de? Bu büyük aşiretin, büyük damadı olmanın da bazı sorumlulukları vardı, değil mi?
Ayrıca kimse dert etmesindi. Kızların gelinlik yerleri de, oğlanların mezarları da hazırdı.
Şehrin neredeyse diğer ucundan gelen Atabey ise, kızı evden çıkmadan evvel konağa yetişme derdindeydi. İşe güce koşturmaktan şu günde yanında olamamıştı ama, kızını baba eli öptürmeden, kulakları bir çift baba sözü duymadan göndermeyecekti.
Derken ani bir frenle arka koltukta oturduğu aracın içinde öne doğru savrulduğunda, gecenin karanlığında arabanın önünde bir siluet belirmişti.
"Ağam." diyen şoföre eliyle işaret ederek bakması için izin verdiğinde araç önündeki yüzü kapalı genç adam birden bire onlardan yana silahını doğrultmuş, şoförün yeniden:
"Ağam." haykırışıyla Atabey öne eğilmeden araba kurşun yağmuruna tutularak camları indirilmişti.
Arkadaki araçlardan inen korumalar da bir bir can verirken konağın eğlencesine kan karışacağı kimsenin aklına gelmezdi.
Kör karanlıkta kurşunların nereden geldiği belli olmazken kesilmeyen silah sesleri ha bire artıyor, arabalardan fırlamış genç adamlar birer birer yere yığılıyordu.
Camları tuzla buz olmuş arabadan inme fırsatı bulamadan omzuna bir kurşun yiyen yaşlı ağa elindeki zümrüt taşından olma, gelin olacak kızı Cavidan'ın hediyesi olan tespihini yere düşürürken bir kurşun daha yemiş, aracın önüne elindeki uzun namlulu tüfekle dikilmiş adam durmadan tetiğe basarken bu günün hatırına giydiği beyaz gömleği kana bulanmıştı.
Elini kalbine götürdü Cavidan. Başını hızla iki yana sallayıp halayı bırakarak gelinliğinin eteklerini topladığı gibi oturmak üzere bir kenara geçti.
Nefesini bir türlü düzene sokamazken eli yüreğinde kalan bir diğer kişi de Şayeste'ydi.
Ne yorgunluktandı kalbinin sıkışması, ne mutluluktan.
İçine oturan huzursuzlukla yere diz çökerken almakta zorlandığı solukları ciğerlerine yetmiyordu.
"Şayeste." diye Cavidan'ı bıraktığı gibi koşup gelen halasının telaşıyla bulabildiği ilk ele tutunup yerden ayaklandı.
"İyi misin kuzum?" diyerek korku dolu bakışlar atan halasına gülümseyip eli istemsizce göğsüne giderken başıyla onayladı.
"İyiyim, iyiyim." dedi.
"Yorgunluktan oldu herhalde."
Değildi, biliyordu. Yorgun falan değildi. Tamam, az buçuk bir yorgunluğu vardı ama...
Hiçbir zaman yere yığılacak hale gelmemişti.
Tuttuğu elin sahibi olan küçük, ikiz kız kardeşlerinden Güneş bedenini omuzlayarak içeri adımlamasına yardımcı olurken konağın giriş kapısında bir kalabalık toplanır olmuştu.
"Hayırdır, ne oluyor?" diye evin erkeği edasında kapıya vardı Damat İbrahim. Kayın pederinin damatlık hediyesi olan tespihini etrafındaki kalabalığın gözüne soka soka çekerken elini arkaya atıp hesap sorar bir tavırla bakınmaya başladı.
"İbrahim ağam." diye bir gencin öne adımlamasıyla karısı Biçe'nin sesi duyulmuştu.
"İbrahim." diye bir çabuk kocasının yanına varan Biçe genç adamın elinde uzattığı şeye bakındı. Zümrüt bir tespihti bu.
"Babamın değil mi bu?" diye bir adamdan, bir kocasından yana bakarken söylendi.
"Valla onun." diyen başını arkadan uzatmış Sosun'un kocası olan diğer damat Ali'ydi.
"Babam nerede?" diye başı eğik genç adama diktiği bakışlarıyla çıkıştı Biçe. Şimdiye çoktan gelmiş olması gerekiyordu. Zaten böyle bir günde ne diye iş derdine düştüğünü de anlamıyordu ya, neyse.
"Söylesene oğlum." diyen kocasıyla karşılarındaki genç adam başını kaldırıp:
"İbrahim ağam, Atabey'im, sizlere ömür." diye söylendi. Başından aşağı kaynar sular döküldü Biçe'nin.
"Ne dersin sen?" diye bir çığlık koyuverdi.
"Nerede babam?" diye art arda sorarken genç adamı iki yakasından kavramış, gücü yettiğince sallayıp duruyordu.
"Biçe bir dur." diye ha bire tepelerine toplanan kalabalığın arasında karısını sakinleştirmeye çalıştı İbrahim.
"Dur dedim, dur." diye tuttuğu gibi kenara çektiğinde, yanlarına varan Sosun'a:
"Ablanı götür." demişti ki genç kadının:
"Babam nerede, ne olmuş?" sorularıyla ortalık biraz daha kızıştı. İçeride soluklarını düzene sokma çabasında olan Şayeste'nin başındaki Güneş ile Ferzine hanım ise sesi gelen curcunanın merakıyla birbirlerine bakınmaya başlamışlardı.
"Ne oluyor?" diye yattığı yerden doğrulur gibi oldu Şayeste. Bir çığlık duyulur gibi olduğunda:
"Ben bir bakayım." diye yerinden kalkan Güneş'in ardından diğer yeğenini sakinleştirmeye çalışan Ferzine hanımın da bakışları penceredeydi.
Kime ne olmuştu da yaygarayı koparıyorlardı?
Yoksa Civan yine olur olmadık sebeplerden milletin çoluğuyla çocuğuyla kavga mı çıkarmıştı?
Dakikalar geçmesine rağmen Güneş'te gelmeyip avludaki kalabalığın sesi iyiden iyiye duyulur olduğunda artık meraktan yerinde duramayan ikiliden ilk ayaklanan Şayeste olmuştu. Halasının zorla yatırdığı somyadan kalkarak engellemesine izin vermeden:
"Ne bu gürültü?" diye söylene söylene avluya çıktı. Ortada ne düğün kalmıştı ne eğlence. Konak kapısının ağzında biriken kalabalığa bakınanlar elleri ağızlarında bir şeyler fısıldaşırken kendisine atılan bakışlarında öfkesiyle kapıya adımladı Şayeste. Peşi sıra gelen halası eli kalbinde adımlarken bir kenarda fenalaşan Zeliha hanımın yanına varmış, aynı tarafa yönelen Şayeste kalabalıktan gelen feryat seslerinin tanıdıklığıyla yeniden o yana dönmüştü.
Kalabalığı yararak zoraki adımlarken yerde oturan beyazlar içindeki kadını görmesiyle kaşları biraz daha çatıldı.
"Cavidan?" diye kendi kendine sorduğu an gördüğü diğer yüzlerle:
"Cavidan?" diye seslendi. Ne diye yere yığılmışlardı? Yoksa yeni damat efendi Ömer'e mi bir şey olmuştu?
Hayır. Ömer'de gayet sağ bir şekilde Cavidan'ın yanına diz çökmüş genç kadını teselli ediyordu.
Derken Cavidan'ın ojeli parmakları arasında sıkı sıkı tuttuğu tespihi görmesi ve Biçe'nin kulağına çalınan:
"Vay babam ben öleydim." sözleriyle donup kalmıştı. O an tüm dünyası başına yıkılmış hissiyle kalabalığın içinde dizleri üzerine çöktüğünde yanmaya başlayan gözlerinden birer damla yaş aktı. Göz göze geldiği Sosun'da en az Biçe kadar feryat figân bağırarak:
"Oy bacım, babamız gitti bacım." diye ağlamasını sürdürmüş, Şayeste'nin gözleri önünü göremeyecek kadar buğulanmaya başlamıştı.
Ne bağırdı, ne çağırdı, ne de kendini yerden yere attı. Dizlerinin üzerine çöktüğü yerde iyice yere yığılırken koşarak yanına gelen Güneş'in ağlayışları eşliğinde kendisini kucaklamaya çalıştığının farkındaydı. Zar zor yutkunabildiğinde omuzlarından sarsılmasının ardından yüzüne inen okkalı bir tokat sonrası kendine gelebilmişti. Su çarpılmış edasıyla gözlerini kırpıştırarak derin soluklar almaya başladığında nihayet girdiği şoktan kurtulabilmiş, etrafındaki dövünmelere kulaklarını sağır edip yerinden kalktığı gibi koşa koşa kapıya varmıştı.
Terden sırılsıklam olarak eline yüzüne yapışan saçları arasından konak önüne çekilmiş lüks araçlara baktı. Her bir yanı taranmış araçları görmesiyle bir kez daha yutkunarak omuzlarından tutan elle geri çekilmeye çalışılırken yerinde kalmak adına direniyordu. Aynı el ısrarla onu içeriye götürmek isterken var gücüyle üzerindeki elin sahibini iteleyecek olmuştu ki göz göze gelmeleriyle duraksadı.
"Biliyorum." dedi genç adam ellerini havaya kaldırıp ona bir adım daha yaklaşırken.
"Çok acıtıyor." derken kolları yeniden tutulduğunda düşecek gibi olmuştu Şayeste.
Ama düşmedi. O genç adam, buna izin vermedi. Vermeyecekti de.
"Boran." dedi çıkarabildiği tüm sesiyle.
"Babam."
Hepsi bir fısıltıdan ibaretti. Başını hızlı hızlı salladı Boran. Canının acısını, ruhunda oluşan çatlağı çok iyi anlayabiliyordu.
"Babam gitti." diyerek bir kez daha olduğu yere çökmüştü ki kendisini bırakmayan Boran da onunla birlikte çöküp sarılarak ağladı.
Kardeş değillerdi. Kardeş gibi, hiç değillerdi. Lakin şimdi bir yarayı daha paylaşıyorlardı.
Genç kadını sıkı sıkı sardı Boran. Çektiği acıyı en iyi o anlardı. o yüzden de kararlıydı.
Onu bir daha asla ama asla bırakmayacak, kim ne derse desin, kim ne düşünürse düşünsün yanı başından ayrılmayacaktı.
Yıllar evvel verdiği sözü içten içe yineledi.
Yaralı sevdasını, asla yarı yolsa bırakmayacaktı.
...
Yeni bir güne uyanıyordu Atabey konağı. Aslında bir rüyadan uyanıyor hissiyatı vardı herkesin üzerinde. Dün gece olanlar gerçeklik payı taşımıyor gibiydi. Hiç kimse kabullenememiş, kimse sindirememişti.
O kudretli Atabey şimdi yoktu. Gerisinde gözü yaşlı bir eş, altı kız, bir delikanlı, bir bebek, bir de vakti zamanında kendine sığınmış bacısı ile ilk hanımının yeğenini bırakmıştı. Velhasıl kelam, çok kişinin yüreği yanmaktaydı.
Şimdi ise cenazenin çıkması için hastane kapısında dizilmiş, konağın kalabalığından kaçmışlardı.
Konakta ise tek kalan Atabey'in kız kardeşi Ferzine hanım ile kahyası Hasan efendiydi.
Üst kattaki salonun çekilmiş perdesinin köşesinden konağın önüne bakındı Ferzine hanım. Derin derin nefes alıyordu ya, bundan sonrasını düşünmekten yetmiyordu ki.
"Vay ağam vay." diye söylendi kendi kendine yaşlı gözlerini silerek.
"Kurdun kuşun önüne bıraktın bizi." dedi son kez baktığı kalabalıktan gözlerini ayırırken.
Konağın önü ana baba günüydü.
Dün gece düğün sırasında herkes olanları duymuş, Atabey'in öldüğü tüm Urfa'ya ve ötesine haber edilmişti. Şimdi ise kapının önüne gelen aşiret ağalarının tek bir sorgusu vardı;
Yeni ağa, kim olacak?
Atabey'in iki oğlu vardı; ilk hanımından olma on yedisine henüz giren Civan ile ikinci hanımından olma kundaktaki Ermin.
Gözler Civan'daydı. Zaten büyük ihtimalle de başa o geçecek, amcalar da bir süre yalandan da olsa susacaklardı.
Üç büyük abisi vardı Atabey'in.
Aşiretin başı olmak en küçüklerine kaldı diye içten içe kinlenen üç büyük abi...
Onların oğullarından söz etmeye bile gerek yoktu. Her birinde en az iki oğul, her oğlun en az babaları kadar taşlaşmış yürekleri...
Sahi, gerçekten şimdi ne olacaktı?
Civan'ın ağalığı ne vakte kadar kabul görecek, ağalar ne vakte kadar sessiz kalacaktı?
Hele kızlar...
Kimin yanına varacaklar, kime el uzatacaklardı?
Bir abileri yoktu ki hepsini kanatları altında toplayıversin.
"Herkes gitti mi?" diye sordu pencere kenarından ayrılıp bedenini sıkıntıyla koltuğa bırakarak.
Yaklaşmakta olan taht kavgası şimdiden başını ağrıtır olmuştu.
"Şayeste buradadır hanımağam." diyen kahyaya başını sallarken yüzünü eliyle kapamış, gözlerini dinlendirmeye başlamıştı.
Kahya tepesinden gider sandı ama, yaşlı adamda tek bir kıpırtı yoktu. Eliyle çıkmasını işaret etti önce, ardından hâlâ yerinden ayrılmayan adama karşı yorgun gözlerini aralayarak:
"Bir şey mi diyecektin kahya?" diye sordu.
"Bir misafir var hanımağam. En iyisi, sizin yanınıza getirmektir diye düşündüm."
"Kimmiş?" diye sorduğunda:
"Atabey'imin avukatı." diyen kahyaya öflercesine:
"Para pul işinin sırası değildir Hasan kahya." diye çıkışacak olmuş, kahya öne doğru bir adım atıp sesini kısık tutmaya çabalayarak konuşmuştu.
"Mesele para pul değildir hanımağam."
"Neymiş o vakit?" diye sordu bu kez Ferzine hanım. Biliyordu, avukat efendiyle daha çok görüşülecekti lakin, istiyordu ki önce rahmetlinin naaşı bir kalksın.
Fakat kahyanın sözleriyle uykudan yoksun gözleri biraz daha aralandı.
"Vasiyet." dedi Hasan kahya, Ferzine hanımı şok ederek.
Atabey'in, vasiyeti mi vardı?
...
Elindeki siyah deri çantasıyla gösterilen köşeye oturmuş avukat, kapıların sıkı sıkıya kapatılmasına da, fısıltıdan öteye gitmeyen konuşmalara da alışkındı.
Özellikle işin içinde büyük bir aile ve o aileye ait miras ya da vasiyet söz konusuysa, silahların patlayacağının bile farkındaydı.
"Tekrardan hoş gelmişsin avukat bey." diyerek çapraz yanına oturan yaşlı olduğu vücudundaki buruşukluklardan belli olsa da genç görünümlü kadına başını salladı.
"Hoş buldum Ferzine hanım, tekrardan başınız sağolsun." dedi tüm içtenliğiyle. Bu işe başladığından beri tanırdı Atabey'i. Avukatlığını yapmaya başlayalı da uzun yıllar olmuş, neredeyse sekiz yılı devirmişlerdi.
Severdi Atabey'i. Saygıyı korkuyla elde etmeye çalışan abilerine benzemez, verdiği sevginin hakkıyla alırdı. Durum böyleyken, geride bunca gözü yaşlı insanın kalması da şaşırtmıyordu.
"Sağolasın, dostlar sağolsun." diyen Ferzine hanım da kısa bir anlığına gözlerini yere dikmiş, kederle etrafı tarar olmuştu. Sonra birden anımsayarak başını kaldırıp:
"Hayrolsun, vasiyet dedi Hasan kahya ama, benim bir bilgim yoktur." diye konuştu.
"Evet, Atabey bundan bir iki yıl önce bana bir vasiyetname yazdırdı. Sizde takdir edersiniz ki ölümüne kadar bunun ortaya çıkması mümkün değildi."
"Ne yazdırmış ola ki?" diye sorarak korkulu bakışlarını hemen yanı başında oturan kahyadan yana çevirdi Ferzine hanım. Abisi hemen hemen her şeyi kendisine haber ederdi. Mirasında kime neyi ne kadar bırakacağını bile söylemişti. Fakat bu vasiyet olayından hiç haberi yoktu, ve belli ki ortada bir vasiyet olduğuna göre, miras da düzenlenmişti.
Açıkçası kimin ne kadar alacağı, kime ne kalacağı pek umurunda değildi. Abisinin herkese yetecek kadar malı vardı ve emindi ki herkese hak ettiğinden çok daha fazlasını bırakmıştı.
Tek korkusu, çocukların bu uğurda birbirlerine girmeleriydi. Zira iki büyük kız analıklarını da, ondan olan kardeşlerini de kendileriyle bir görmez, damatlar ise kendilerini yere göğe sığdıramazlardı. Bu vasiyet ise, kartların yeniden dağıtılması demekti. Akabinde, çıngısı çıkacak alevin harlanması...
"Açıkçası, sizleri biraz şok edebilir." diyerek yakınındaki masanın üzerine bıraktığı çantasına uzanan avukat içinden bir zarf çıkardı. Zarfın yapışkanlı ağzı kapalıydı, arkasında ise el yazısıyla ATABEY yazmaktaydı.
"Dilerseniz okuyayım." diyerek zarfı açmadan Ferzine hanımın gözleri önünde bekletti avukat. Abisinin el yazısına korkuyla bakan Ferzine hanım oturuşunu dikleştirip hafifçe avukattan yana yaklaşarak başıyla onayladı.
Böylece, avukat iki yıldır, belki de daha fazladır gizli kalan vasiyeti okumaya başladı;
Evlatlarım.
Kızlarım, oğullarım.
Bacım, hatunum, yeğenim, abilerim.
Belli ki hakkın rahmetine kavuşmuşuz. Rabbim öte yanda yüzümüzü kara çıkarmasın.
Belli ki, Atabey'den sonrası sorulur olmuş. Rabbim yüzünüzü kara çıkarmasın.
Şimdi, sizlere diyeceklerim var.
Sözlerimi iyi dinleyin, kulak ardı etmeyin.
Etmeyin ki, beni saydığınızı bileyim.
Baba yadigârı aşiret koltuğundan evvel, bilinsin ki, evim dediğim Atabey konağı, koltuğum kime kalırsa onadır.
Amma bilinsin ki, aç tok, evli evsiz, kanımdan canımdan kim varsa, yeri, evimdir.
Bacım Ferzine hanıma, evimi çekip çevirmek, hanımım Hilal hatuna can yoldaşlığı etmek düşer. Arka mahalledeki konak, 10.000 büyük baş ile 5.000 dönüm arazi de bacım Ferzine hanımındır.
Hatunum Hilal hanıma da Ferzine hanımın konağının yanındaki konağı, 5.000 büyük baş ile 3000 dönümlük araziden bırakırım. Hilal hanımdan olan evlatlarım Güneş, Berfin ve Ermin'e anneleri gibi 3.000'er dönüm arazi, 5'er milyon tl ile merkezde birer ev ile şirketten hisse bırakırım. Vasiyetimdir, Ermin okusun, askere gitmeden de evlenmesin.
Yine vasiyetimdir, kızlarım Güneş ile Berfin annelerinin gönlü razı gelmedikçe evlendirilmesinler.
Kahyam Hasan efendi son nefesine dek evime, aileme sahip çıksın.
Saliha hanımdan emanet olma yeğen bildiğim Boran oğlum da Hasan efendiden sonra kahyalığını bilsin. Bıraktığım 3 milyon tl ile bir evi, bir arabası helali hoş olsun. İşine devam etsin.
Saliha hanımdan doğma oğlum Civan, halası ile ablalarının gönlünün rızalığınca ev dizsin, yuva kursun. İşi iş de öğrensin, ağalığı beklesin.
"A-anlamadım." diye kaşlarını çattı Ferzine hanım. Araya girmeden, hiç itiraz etmeden ferahlayan yüreğiyle dinliyordu ya, son cümle, aklını karıştırır cinstendi.
İşi iş de öğrensin, ağalığı beklesin.
Ne demekti bu?
"Son dediğiniz... Ne demek?"
"Dilerseniz devam edeyim, anlayacaksınızdır." diyen avukatı onayladı yeniden ve dinlemeye devam etti.
Verilen 8 milyon tl ile şirket hissesini hiç etmesin. Bir iş etmeden evvel, danışmayı bilsin.
Saliha hanımdan olma kızlarım, Biçe, Sosun, Cavidan, Şayeste.
Paylarına düşen ev, araba ve hisselerini kendileri gözetsinler. Damatlar Atabey malına güvenmesin, Atabey'e gücenmesin.
Gel gelelim, baş olana baş eğdirecek, diz olana diz çöktürecek, adını, sanını, kim olduğunu herkese belletecek, Atabey aşiretine baş olacak varisime;
Vasiyetimdir; Civan oğlum büyüyene, büyüyüp başa geçmeyi hak edene kadar, ben Atabey'den olma, Saliha hanımdan doğma, ortanca küçüğüm Şayeste'm, herkese hanımağa ola.
Sözü ferman, özü Atabey biline.
Kardeşi Civan başa geçtiği vakit, yanında naibe-i aşiret ola.
Bu kararım, evime, boyuma, soyuma, aşiretime hayrola...
Ahmet ATABEY
Duyduklarıyla neye uğradığını şaşıran Ferzine hanım en az kendisi kadar şok olan Hasan kahyadan yana dönmüş, açık kalan ağzıyla yeniden avukata bakarak:
"Şayeste mi?" diye sormuştu ki, salon kapısında beliren genç kadınla gözler ona kaydı.
"Buyur hala."