Mart, 2001
Küçük kız, pilili bir eteği olan, kurdelelerle süslenmiş elbisesine hayranlıkla bakarak kendi etrafında bir kez daha döndü. Elbisesinin kırmızı ağırlıklı, aralarına yeşil yapraklar serpiştirilmiş desenlerini, minik elleriyle sevip bir kap içinde karıştırdığı hamura yoğunlaşmış annesinin eteğine asıldı.
“Kirazlar çok güzel. Keşke çileklisini de alsaydık.” Sesi, henüz üç buçuk yaşındaki bir kıza yakışacak şirinlikte olmakla birlikte, kurduğu cümleler gereğinden fazla düzgündü. Annesi, bütün gün evde olduğu için bolca boş zamana sahipti. Vaktinin çoğunu kızıyla oynayarak, ona yeni şeyler öğreterek ve ailesinden asla görmediği ilgiyi ona göstererek harcamaktan mutluydu.
“Babana söyleriz alır kızım.” diyen kadın, kendinin kopyası olan minik kızına sevgiyle gülümseyerek kurabiye hamuru yoğurma işine devam ederken kız, minik bacaklarını birbirine dolayarak kendi etrafında bir kez daha döndü. Sarı saçları, tepelerden minik tavşan kulakları gibi sarkıp kıvrılmış, bembeyaz dişlerinin tamamını gösterecek bir gülümsemeyle yüzünün iki yanında ayrılmıştı. Yaşıtlarına göre biraz uzundu. Bebeksi hatları kendini daha narin bir sevimliliğe bırakmıştı. Gözleri mavinin yumuşak bir tonunda, bal köpüğü kadar yumuşak, oldukça iriydi. Yüzündeki çiller güneşte oynamaktan yoğunlaşmış, ona daha sevimli bir hava katmıştı.
“Ne zaman gelecek?”
Neşeyle dönüşüne ara verip yeniden annesinin eteğine asıldı.
“Aslında gelmek üzere, birazdan kapı çalar.”
Minik kız, sevinçle ellerini çırpıp “Öpücük!” dedi. Neşesini annesine de bulaştırmak istiyordu ki, bunu çoktan başarmıştı. Annesi eğildi, yanaklarını kızına uzattı. Minik dudaklar yanaklarıyla buluştu. “Anne çok güzel koku.” dedi. Vanilya kokan kadın, elindeki hamurun bir kısmını kızının burnuna bulaştırdı. Sonunda kızının portresini bitirmişti. Günlerdir devam eden çalışması sırasında usluca poz veren kızına ödemeyi kurabiyelerle yapacaktı. Öyle anlaşmışlardı! Minik parmaklar hamuru silerken kapı çaldı.
“Kim olduğunu sormadan...” diyen kadın, mutfaktan çıkmadan önce kızının “Baba!” diyerek kapıya koştuğunu duymuştu. Ellerini aceleyle yıkayıp elinde havluyla mutfak kapısından çıktığında kızı çoktan kapıyı açmıştı ve önünde duran iri ve çirkin adama yaşının getirdiği saflığın verdiği cesaretle bakıyordu.
Gümüş, “Baban değil ufaklık,” diyen adamın annesine baktığını gördü. Annesi ne gülümsedi ne de sevindi. Gelen kişiyi tanımasa da neden geldiğini anlamıştı. Korkuyla yutkunup “Gümüş, odana!” diye bağırdı.
Bundan sonraki olaylar çok hızlı olmuştu. Kapı kapatılmış, adam küçük kıza bir tokat atıp yere serdikten sonra hızlıca kadının yanına varmıştı. Kızı için bağıran kadını, saçından tuttuğu gibi yerden kalkmakta olan miniğin yanına sürükleyip yere diz çökmesini sağlamıştı. Silahını ortaya çıkardığında Gümüş, yeniden başını kaldırdı. Adamın dudaklarından geçen uğursuz gülümsemenin ardından yanı başında annesinin çığlığını duydu.
“Yapma!”
Silah önce ona, sonra annesine doğrultulmuştu. Adam annesinin saçına asıldı. Kocaman gözleri korkuyla adamı izlerken yere çarptığı başı, fena halde ağrıyordu. Ağzını açıp bağırmak istedi. Babasını çağıracaktı. O gelirse adam giderdi. Sesine kavuşamadan, koridorda korkunç bir gürültü oldu. Kulakları uğuldadı, başına korkunç bir acı saplanırken yüzü kanla kaplandı. Saçından yüzüne, boynuna akan kanlar, beyaz elbisesini kırmızıya boyamıştı.
***
20 Haziran, 2017
“Anneeee!” diye bağırıp yataktan doğruldu ve terden sırılsıklam olmuş saçlarını yapıştığı yüzünden çekti. Yine o kabusu görmüştü. Her yeri kanla kaplıymış gibi hissediyor, burnuna dolan demir kokusuyla boğazı acıyordu. Görmeyen gözleri karanlık odasında dolandı. Yatağına bir kez daha bakmadan ayaklandı. Mini şortu bacaklarına yapışmıştı. Atleti daha kötü durumdaydı.
“Gümüş Hanım, iyi misiniz?” diyen Ceren’in sesini duyunca irkildi. Ceren, yirmi altı yaşındaydı. Yaşına göre oldukça küçük gösteren bir yapısı olmasına rağmen eve geldiği günden beri Gümüş’e bir abla gibi yaklaşmıştı. Evdekiler yüzünden pek samimi davranamıyor olsa da her fırsatta Gümüş’ün yardımına koşardı.
Gümüş, sesini bulduktan sonra “İyiyim, sadece kabus!” diye bağırdı. Sesi gece için oldukça yüksek çıkacaktı ama düşündüğünden epeyce kısık çıkmıştı ve uyurken fazlaca bağırdığından çatlamıştı. Gözlerini silerek “Efendim iyi misiniz?” diyen kıza kendini duyurmak için yeniden seslendi. “İyiyim!” Bu kez sesini duyurmayı başarmıştı.
“Cezanız akşam dokuzda bitti. Bir şeyler yemek isterseniz getirebilirim.” Ceren, kapının diğer tarafından onun için telaşlandığını belirten kısık sesiyle konuşmayı sürdürürken Gümüş, sadece onun gitmesini istiyordu.
“Teşekkürler, gidebilirsin.” diye cevaplarken, boğazı daha fazla acımıştı. Ceren giderken, nefesini tutup yatağa, çevreye bakmadan ayaklandı ve kendini birkaç uzun adımda banyosuna attı. Sıcak suyu açtı ve aceleyle soyundu. Zemine düşen ıslak kıyafetlerinin sesi, başından aşağı inen sıcak su sesini kısa süreliğine bastırmıştı. Su artık dayanamayacağı kadar sıcak olduğunda, el yordamıyla musluğa ulaştı ve çevirdi. Hemen ardından, altında dikildiği duştan buz kristalleri kadar soğuk damlalar tenine çarpmaya başladı. Yere inen su, ona göre kanla karışmış koyu kırmızı ve çürümüşlüğün rengi siyahtı. Gözlerini, artık saçından akan damlaları görmeyeceğine ikna olana kadar açmadı. Dakikalar sonra temizlendiğini düşündüğünde duştan çıktı. Minik banyo havlusuna sarılıp aynaya bir kez bile bakmadan odasına geçti. Midesi iki gündür aç olduğunu bağıran bir acıyla burkuldu, ızdırap dolu bir sesle inledi. Gümüş için acı veya açlık sorun değildi, asıl sorun üç gündür çalışmıyor oluşuydu.
Sıkça aldığı nefeslerle kendini dolabının önüne attı, uzun bacaklarını altında kıvırıp olduğu yere çöktü. Dağınık bir şekilde yığılmış kıyafetlerinin hemen altında ayakkabı kutusu duruyordu. Kutuyu heyecanla eline alıp içindeki parayı çıkarttı ve yeniden saydı. Üç deste ve iki yüzlük banknotlar halindeki parası tamı tamına otuz bin dört yüz liraydı. Parayı yeniden desteleyip yerine sakladıktan sonra, dönen başına aldırış etmeden ayaklandı ve giyinmeye başladı. Para kazanmalıydı. Bu lanetli evden, hayattan kurtulmak, özellikle kendisine verdiği sözü yerine getirmek için çok para kazanmalıydı. İstediği parayı topladığında kendisine yetecek, bir ev tutup istediği üniversiteye gidecek, hatta özgürlüğüne kavuşacaktı. Sadece akıllı olup yakalanmaması, dikkat çekmemesi gerekiyordu.
Telefonu bulmak için arkadaşını arayacak kadar şarjı olmasını umarak hareketlendi. Telefonunu yerdeki bisküvi ambalajının hemen yanında buldu. Kapanmış olduğunu anlayınca aceleyle fişe taktı. Son bisküvisi bir gün önce bitmişti. Yeniden alışveriş yapması gerekiyordu ama ona vereceği parayı bile hesaplıyordu. Telefonu yere bırakıp ayaklandı. Yeniden dolabına gidip temiz çamaşırlarını karıştırdı. Hızlıca giyindi. İşi bittiğinde makyaj masasına gitti, aynanın karşısına geçti. Sadece iri gözlerini olduğundan çok daha iri gösteren siyah kalemi ve rimelini sürmekle yetindi. Beyaz teninde artık pek güneş ışığı görmediği için neredeyse silinmiş çilleri, kendini zar zor gösteriyordu. Dudakları ince ama narindi. Kendine has kıvrımları, düz yüz ifadesi yüzünden silinmek yerine, daha da belirgin olmuştu. Teni bir ölü kadar beyaz, yüzü bir ölü kadar duygusuz gözüküyordu. Hissettiği gibi...
Siyah kotu, siyah atleti ve bileğindeki izi gizlediği siyah bilekliği harici ne takısı ne de başka göze çarpan yanı vardı. Saçlarının ıslaklığını havluyla kurulamıştı. Uçları kıvrılan, uzun, sarı saçlarını tepesinde sıkı bir topuz yapmaya alışmıştı ancak baş ağrısı buna izin vermediği için tarayıp saldı. Beline kadar inen altın sarısı saçları, yüzünün çevresinde ve uçlarda beyaza yakın platin rengine dönüşüyor, onu daha soluk gösteriyordu. Yine de oldukça güzeldi. Güzelliği önemseyen bir tip olsaydı, halinden mutlu olabilirdi ancak o, akşam olmasına rağmen gözlerini gizlemek için geniş güneş gözlüğü ve ünlü bir markaya ait spor şapkasını çoktan takmıştı.
Telefonunu eline alıp fişten çekti. Arkadaşını aradığında ilk çalışta açacağından emindi ve beklediği gibi de oldu. Ayşe, onu hiçbir zaman yolda bırakmazdı. Neden bu şekilde fedakar ve iyi olduğu hakkında bir fikri olmasa da ona sahip olmaktan mutluydu. Tek arkadaşı, tek sırdaşı ve her daim tek güvendiği kişiydi. Yine de kendini ona açacak kadar yakın hissetmiyordu. Ne üvey ailesine ne de diğer insanlara hiçbir sevgi belirtisi göstermiyor, istese de başarabileceğini sanmıyordu.
“Beni evden al, içeri gelme, sokağa çıkacağım. Onları uyandırmanı istemiyorum.”
Ayşe, gereksiz neşe ile dolup taşan sesi ile konuşmaya başladığında dudağında çok minik bir gülümseme oluştu. “İyi misin? Kaç gündür ortalarda yoktun?” dediğinde ise iç geçirdi. “Cezalıydım, odamda.”
“Yiyecek bir şey getirmemi ister misin?”
“Vakit yok. Gecikiyorum.”
“Saat henüz on, hala vaktin var, açlıktan ölüyor olmalısın. Patates?”
“Mayonez de... Lütfen. Ama acele et! Murat Bey uyanmadan çıkmak istiyorum.”
“Yine ceza almazsın değil mi?”
“Çenemi tutabilirsem, hayır!”
“Tamam bebek, on dakikaya oradayım.”
Ayşe ile yaşıt olmalarına rağmen onun ehliyeti ve arabası olması Gümüş’ü kıskandırıyordu. Kendisi henüz on sekiz olmamıştı. Doğum günü için önünde iki hafta vardı. İki hafta sonra on sekiz olacaktı. Sınav sonuçlarının açıklanması içinse kocaman üç hafta vardı. Ve üç hafta sonra bu evden kurtulacak parayı kazanmış olması için şimdi çalışması gerekiyordu.