Bölüm 8: Eve Dönüş

954 Words
  Aşağıya indiğimde, Atlas çoktan meraklı meraklı kazanı izliyordu. Kazandan mor köpükler saçılıyordu, kazanın altı yanmadığı halde, kaynıyormuşçasına köpürmesi çok garibime gitmişti. "Çabuk olalım, savaş alanının ötesinde bir orman bekliyor bizi" dedi Atlas. "Ne demek bizi?" dedim endişeyle, bu iksiri içince kendimi sarayın içinde bulacağımı sanıyordum. "Atlas senin yanında olacak merak etme, seni ben götürürdüm ama o kadar yaşlandım ki karşımıza değil karakula, kirpi çıksa başa çıkamam ormanda." dedi cadı. Ürkmüştüm, ama eve de gitmek istiyordum. Bahsettikleri o saray çoktan bana evimmiş gibi geliyordu. Oraya ait olduğumu biliyordum. Yetim hane’ye hiç ait olmamıştım ki zaten. Ama bir yandan Atlas'ın da benim için kendini tehlikeye atmasını istemiyordum. Zaten annesi ve babası bu yolda ölmemişler miydi? Demk ki bu yol oldukça tehlikeli bir yoldu. Yine de olacaklar hakkında hiç bir fikrim yoktu. Cadı, ufak kaselere mor iksirden koyup, el ele tutuşmamızı söyledi. Atlas'ın elini tuttuğum an gözlerime baktı. Hastane odasındaki çiçek kokusunu duydum birden. Gözlerine baktığımda zaten gitmiştim o kocaman ormana, yine de saniyeler sonra ayağımın gerçekten toprak zemine bastığını hissettim. "Savaş alanını geçmeyi başardık" dedi sevinçle, hala elimi sıkıca tutuyordu. Bıraksın istemiyordum... Öbür eliyle de asasını tutuyordu sımsıkı. Arkamızda toz bulutları ve şimşeklerin esir aldığı bir alan uzaktan seçilebiliyordu, bizse aksi yöne ormana doğru ilerliyorduk. Bir süre hiç konuşmadan ilerledik, o kadar heyecanla korku birbirine karışmıştı ki içimde, Atlas olmasa bir adım bile gidemezdim. Birden bir ses duydum. "Luna! Prenses!" diye sesleniyordu biri bana. "Kim bu diye sordum?" hemen Atlas'a. "Ne duyuyorsun?" dedi Atlas telaşla. "Adımı söylüyor biri." dedim. "Sakın cevap verme, seni götürebilmesinin tek yolu ona cevap vermen. O bir Azmıç.." dedi ben anlamaz ve inanmaz gözlerle ona bakarken. "Hayır, babamın sesine benziyor" dedim şaşkınlıkla. "Beni de büyükannemin sesiyle çağırıyor, azmıçlar yol azdırıcılardır. Tanıdığın insanların sesiyle çağırır seni. Ona cevap verdiğin anda ruhunu götürür. Yola çıkan insanları kandırmayı severler." Diyerek gene beni aydınlatmaya koyuldu. Ama bilgim arttıkça korkum da artıyordu beraberinde. Bir an Atlas'a sormadan cevap verecektim gerçekten de. O yaratığın ruhumu nasıl götüreceğini ise sormaya bile cesaret edemedim. "Bizi direkt saraya götürebilecek bir iksir yok muydu?" dedim isyan edercesine. Bu kadar korkunç ihtimal benim için bile fazlaydı. "O kadar büyüyü Karlık bile yıkamaz, ormanın girişinden sonra korumalar başlar, kimsenin büyüsü işlemez, onu yapan kudretli büyücü ve varis dışında. Varis rüyası daha görülmediği için sadece baban büyü kullanabilir bu alanda seyahat etmek için, seyahat amacı dışında her türlü büyüyü kullanabiliriz ama." Beş dakika geçmişti ki bu sefer Cadı'nın bana seslendiğini duydum, elbette bu sefer cevap vermedim, Atlas'a baktım o da bana bakıp gülümsedi. Kim ne derse desin bu çocukta sihirli bir şey olmalıydı, her bana bakışında ona sarılmak geliyordu içimden. Ağaçların arasından güneş yakıcı bir şekilde vurmaya başlamıştı. Öğlen olmuştu ve sıcaktan terlemeye başlamıştık. Birden ileride atlı bir adam belirdi. Atlas cesurca beni bir ağacın arkasına çekti ve asasını kaldırdı. Ama adam yaklaştıkça Atlas'ın yüzü aydınlanmıştı. "Bahram Amca!" dedi Atlas sevinçle. Adamın cadıyı andıran çirkin yüzü aydınlandı. "Atlas! Ne işin var burada senin?" diye sorguladı adam hemen. "Prenses Luna'ya yardım ediyorum." dedi. Ağacın arkasından çıkmıştım. Bahram atından indi ve önümde saygıyla eğildi. Çok tuhaf bir durumdu, ne yapmam gerektiğini bilmiyordum, sadece gülümseyebildim. Atlas gururla amcasına bakıyordu. "Bahram, babamın bir küçüğüdür, savaşta haber alamadığımız tek kişiydi." Dedi gözlerinin dolmasından dolayı kafasını başka yöne çevirmeye çabalayarak. "Alamazsınız tabii, kralımızın sağ kolu olarak görev alıyorum çünkü. Sizi oraya götürürsem rüyaya zarar verebilirim, üstelik savaş meydanına yetişmesi gereken bir ..şey .. Neyse işte bir görevim var. Size atımı vereyim ben." dedi. Savaştaki görevine rağmen bize atını vermek istemişti. Bunu yapamazdık, ama Atlas da itiraz edecek oldu, Bahram Amca O’nu bakışlarıyla durdurdu. Simsiyah at bizimdi artık, Bahram amca tekrar eğildi ve atı bize bırakıp hızla yoluna devam etti. Siyah at bana mı bakıyordu ben mi öyle düşünüyordum. Atlas beni resmen kucaklayarak ata binmeme yardım etti, sonra da önüme kolayca zıpladı ve atın eğerini çekti. Ama tuhaf bir şeyler oluyordu. At geri adım attı, titredi ve bir anda iki yanından devasa kanatlar çıktı, Atlas'a sımsıkı sarılmışım, zaten sarılmasam kesin düşerdim. At gideceği yeri biliyormuşçasına havalandı ve uzakta çok uzakta minicikmiş gibi görünen saraya doğru kanat çırpmaya başladı. "Bu bir kanatlı at değil!" dedi Atlas. Ne demeye çalıştığını anlamamıştım, kanatlı at değilse neydi bu? Nasıl uçuyordu. "Ne peki?" diye bağırdım rüzgarda sesimi duyurmaya çalışarak. "Sıradan bir at!" dedi hem şaşkınlık hem de sevinç içinde. "O zaman nasıl uçuyoruz?" dedim sevinç ve şaşkınlığının merakı içinde. Atlas cevap vermemişti ama kızardığını fark ettim. Hiç bir şey anlamamıştım ama o an için önceliğim düşmemek olduğu için ben de sesimi çıkaramadım. Yarım saat kadar sonra at inişe geçti. Atlas'a daha sıkı tutundum, sarıldım. Ve nihayet görkemli sarayın önünde durduk. Atlas indi, sonra beni de indirdi, sarayın bahçe merdivenlerinden telaşla bir kaç kişi koşuyordu. "Efsaneye göre, kanatsız bir atı, kanatlı bir ata ancak çok güçlü bir aşkın büyüsü dönüştürebilir." dedi kırmızıdan mora çalan yüzüyle. Sonra önümde amcası gibi eğildi. Hala anlamaya idrak etmeye çalışıyordum ama saraydan gelen kalabalık düşünmeme bile engel oluyordu o an. "Hoşçakalın Prenses!" dedi önümde eğilerek. "Nereye gidiyorsun?" dedim telaşla. "Görevim sizi buraya getirmekti, Prenses" dedi tüm ciddiyetiyle. O sırada hizmetçilerden biri adımı söyleyerek haykırmış ve yere yığılmıştı. Daha fazla insan merdivenlerden bize doğru gelirken, prenses olmamın bir şeyi değiştirmeyeceğini anlatmam gerekirdi Atlas'a. "Hiç bir yere gidemezsin, dönüş yolu tehlikeli, savaş alanından geçemezsin! Burada kalıp beni korumanı istiyorum!" dedim, sesim biraz yüksek çıkmıştı heyecandan. Gözleri ışıldamıştı, tekrar eğildi ve muhafız olduğunu düşündüğüm iki kişi sözlerim üzerine onu alıp saraya götürdüler. Sanırım az önce bir prenses olarak ilk emrimi vermiştim. Herkes ne yapacağımı seyrederken, saraya doğru döndüm. Üzerimde kot pantolon ve fazlasıyla sıcak tutan kazağımla, hiç de prensese benzemediğimi düşündüm. Birden sarayın kapısı ardına kadar savruldu ve daha merdivenlerin başındayken onu gördüm... Babamı… O derin, kara gözlerine baktım ve gözyaşlarım sanki hayatımda hiç ağlamamışçasına akmaya başladı. Güneşin yansıdığı kara gözlerden de yaşların süzüldüğünü fark ettim.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD