Dün gece yalnız uyumuştum, bunu kendim istemiştim. Biraz düşünmek ve gece boyu devam eden yağmuru, çalan hafif müzik eşliğinde dinlemek çok iyi gelmişti. Düşünmek bazen iyi gelebiliyordu ancak bunun da tek bir şartı vardı, çıkar yol bulabildiğiniz sürece düşündüğünüze pişman olmazdınız. Aksi halde orası size kocaman bir labirent misali gelirdi ve asla çıkamazdınız…
Uyandıktan sonra belli bir süre tembellik yapmayı kendime hak olarak gördüm ve biraz yatağımda oyalandım. Sadece tavanı izledim ve orada düne dair hem güzel hem de kötü tüm anıları oynattım. Beni gülümseten şey ise Göktuğ’un yağmurun altına kafasını uzatması olmuştu yine anıların arasından.
Keyifli bir şekilde uyanmıştım. Saat çok geç olmadan Selin’in beni götürdüğü markete gitmem ve bir şeyler almam gerekiyordu, yatağımdan çıkıp saçımı topuz yaptım. Pijamalarımı çıkartmasam da olur diye düşündüm. Aynanın karşısında biraz kendimi süzdükten sonra da çıkartmamaya karar verdim. Saat, markette çok fazla insan olamayacağı bir saatti. Üzerime hırkalarımdan birini geçirdikten sonra anahtarımı alıp kapıdan çıktım. Kulaklığımı takip rastgele bir şarkı açtım, yerlerin hâlâ ıslak olmasını istemsizce romantizme yordum ve etrafta kimsenin olmamasına güvenerek dans ettim.
Çok geçmeden markete gelmiştim, tam düşündüğüm gibiydi. İçerisi bomboştu ve rahat edebildiğim için memnundum. Beni kameralardan izleme zahmetinde bulunan güvenlik görevlilerinden başkası yoktu sanırım beni fark eden. Hem zaten sabahın bu saatlerinde yarı uyanık olan insanların beni fark etmeleri biraz saçma olurdu, herkes kendi derdiyle meşguldü ve büyük ihtimalle herkes uyanmaktan yana şikâyetçiydi. Koluma bir sepet geçirerek rafların arasında gezinmeye başladım, sadece kendimin duyacağı seste de ıslık çalıyordum. Kulaklığımdan gelen müziğin sesini de iyiden iyiye kısmıştım ve kulaklığımın tekini kulağımdan çıkartmıştım.
Çikolata raflarında dolaşırken, olası tatlı krizlerine karşın birçok çikolatayı neşe ile sepetime koymuş, yeni tarifler deneme umudu ile birçok malzemeyi de sepete gelişi güzel atmayı ihmal etmemiştim. Tüm her şey yolunda giderken ve ben olabildiğince rahat davranırken görüş alanıma giren tanıdık bir yüz siması, gelen müzik sesini boğdu, vücudumun karıncalaşmasına sebep oldu. Göktuğ, meyvelerin olduğu kısımda limon seçmekle meşguldü. Beni böyle görmemesi için panikleyerek iki reyonun arasındaki reyonun arkasına geçtim.
Dergi bölümüyle ilgilenen bir adam hareketlerimi tuhaf bulup bana anlam veremez şekilde bakıyordu ancak aslında bence benim ona anlam veremez şekilde bakmam gerekiyordu. Sabahın erken saatlerinde kim nede dergi bölümünde oyalanırdı ki?
Göktuğ’un gidip gitmediğine bakmak için kafamı uzattım neyse ki kimse görünmüyordu. Derin bir oh çekerken arkadan biri yavaşça omzuma dokunduğu için irkildim ve bir çift kahverengi göz, şişkin gözaltları ve mutluluktan kıvrılan dudaklar karşıladı beni. Ben öylece beklerken, o arkamdan çoktan yaklaşmış ve beni gafil avlamıştı.
“Benden saklanıyor olamazsın değil mi?”
Şüpheci sorusunu üzerime yöneltirken bir yandan da pijamalarımı süzüp bıyık altından gülümsüyordu.
“Senden neden saklanacakmışım? Şuradaki adamın neden bu saatte dergi bölümünde olduğunu merak ettiğim için ona bakıyordum şurada durmuş.”
“İnsanların bu saatte ne yaptığı ile de pek bir ilgilisin yani öyle mi?”
“Sen de benim bu saatte ne yaptığımla pek bir ilgilisin ama baksana, karşımda hesap soruyorsun hem de günaydın bile demeden.”
Suçu onun üzerine yıkıp savunma kalkanlarımı açtıktan sonra reyonların arasına girip yavaşça yürümeye başlamıştım. Zafer gülümsemesi de atıyordum ancak o bunu göremiyordu.
“Şimdi de ben mi suçlu oldum yani, üstelik beni gördüğüne neredeyse eminim. Sen neden günaydın demedin bakalım pijamalı hanımefendi?”
Yanıma hızlı adımlarıyla ulaşınca yavaşlamıştı. Limonlarını elinde tuttuğu sepete koymuş, birkaç atıştırmalık daha almıştı. Sepetin içinde gördüğüm kahvaltılık gevrek ise konudan tamamen uzaklaşmamı sağlamış ve gülümseyerek konuşmama yol açmıştı.
“Hâlâ gevrek yiyenin sen olduğunu düşünmek istiyorum. Bazen ben de küçük kaçamaklar yapıyorum. Bu da en sevdiğimdir üstelik ama kalorisi biraz fazla…”
Kahkahasını tutamayınca birden donarak ona baktım, komik bir şey söylediğimi düşünmemiştim oysaki…
“Neden güldün şimdi bu kadar, komik olan nedir?”
“Komik olan senden oldukça küçük kardeşim ile aynı derecede bir kahvaltılık mısır gevreğine aşk ile bakman. Bulut’ta tıpkı senin gibi deliriyor bu gevrek için. İşte komik olan bu… Bir de üstündeki pijama takımın ama… Onlar sadece komik değil aynı zaman da şirin.”
Göz kırptıktan sonra gülümsemiş, elinin teki gözümün önüne gelen saçımı parmakları ile kavramış ve topuzuma nazikçe dolamıştı. Ne kadar pasaklı görünüyordum acaba tam şu anda. Nasıl görünüyordum bilmiyordum ancak onunlayken kısa sürmesi gereken alışveriş reyonların arasında gerçekleşen bir yürüyüşe döndüğü için olması gerekenden uzun sürmekteydi. Bundan şikâyetçi değildim, artık pijamalarımı da eskisinden daha çok seviyordum ve topuzumun dağınık olması fikri de beni rahatsız edemiyordu. İnsanların bana garip bakmalarıyla da pek ilgilenemiyordum artık. O çok güzel bakıyor ve tüm bunların yanında beni geri kalan tüm eleştirici bakışlardan uzaklaştırıyordu. Tüm bunlar güzel düşüncelerim olarak zihnimden akıp giderken bir anda sormam gereken şeyi atladığımı hissederek atıldım muhabbetin ortasına, konu ile alakası olmayan bir soruyla.
“Burası evine çok uzak olmalı, burada ne arıyorsun?”
“Burasının evime çok uzak olduğunu sana kim söyledi ki?”
Evet, bana kimse Göktuğ’un nerede oturduğu ile ilgili yorum yapmamıştı. Bu fikre nereden kapıldıysam yanlış kapılmış olmalıydım.
“Bu buralara yakın oturuyorum demek mi oluyor yani?”
“Sanırım evet öyle oluyor, yoksa zaten bu market bazı şeyleri taze diye beni uzaklardan getirecek kadar ilk sıralarda gelmiyor sevdiklerim arasında.”
“İyi de o zaman neden bana yakın oturduğunu söylemedin ki?”
“Aslında sana bunu Selin’in söyleyebileceğini düşünmüştüm ancak görünüşe göre o da söylememiş. Aslında bir bakıma da bu iyi olmuş olabilir. Eğer sana benim buralara yakın oturduğumu söylemiş olsalardı seni böyle görebileceğimi hiç sanmıyorum.”
Yeniden ve yeniden gafil avlanıyordum ancak bu durumdan ne memnuniyetsizlik duyuyordum ne de bu duruma müdehale etmek içimden geliyordu. Hiçbir şeyi önemsemeden beni avlamasına izin veriyordum adeta, bir avcıya tutulmuş yaralı ceylan gibiydim karşısında. O, okunu bana doğru atmasa da olurdu zira ben kendimi okun tam önüne atmaya dünden hazırdım.
Kasaya tüm eşyaları koyduktan sonra ikimizde malzemelerini poşetlemiş ve marketten çıkmıştık. Bomboş sohbetler ediyor, yarı ıslak toprağın verdiği huzur ve dinginlik ile birbirimizle şakalaşıyorduk ancak beni bir insanla ettiğim sohbetin ilk kez yormadığını fark etmekteydim, Göktuğ ile konuşmak beni yormuyordu. Aksine deşarj ediyordu. Çıplak ayakla basılan toprak, şehir hayatından bunaldığında kaçtığın dağ evi, şömine karşısında içilen şarap… Göktuğ tüm bunlar ile aynı kategorideydi benim için tam şuanda. Kendimi kaptırmak üzere olduğumu hatta çoktan kaptırdığımı biliyordum. Hislerimi dizginlemeli, Göktuğ’un çekim kuvvetinden geri kalmayan kokusuna direnmeli, ona sarılmamak ve dudaklarına bakmamak için dirayetli olmalıydım. Her şeyin farkında olup hiçbirini yapmamak hangi duygu topluluğunun yazılı olmayan kuralıydı acaba? Aşk? Bunu bilemezdim işte, bunca yaranın ardından ona aşık olabilmek için sağlam bir kalbe ihtiyacım vardı. Yine de sorgulamaya gerek yoktu bu hissin ne olduğunu. İçimde kelebekler uçuşuyordu ve bu kâfiydi ona bağlanmam için şimdiden.
“Benimle aynı yoldan geliyorsun, arka apartmanımda oturduğunu falan söyle de bayılayım bari?”
Son dakika kendime gelerek sormuştum, onun harelerinin etkisinden kurtularak benimle aynı yoldan geldiğini ancak anlayabilmiştim.
“Aslında amacım başkaydı. Bugün yalnız mı kahvaltı edeceksin?”
Sorusunu sorunca, onunla baş başa kahvaltı etme fikri kalbimi hızla attırmaya başlasa da sonrasında olayın öyle olmadığını anlamıştım. Baş başa olmayacaktık ancak daha güzel bir şekilde kahvaltı yapacaktık.
“Evet, bugün kimse yok benimle kahvaltı yapabilecek.”
“O halde, eve market poşetlerini bırak ve aşağıya in. Ben seni burada bekliyor olacağım, benimle birlikte bize gel. Beraber kahvaltı etmiş oluruz. Hem annem de seni çok sevecektir.”
Hevesle olur demek ne kadar doğru ya da yanlış anlaşıldı bilmiyorum ancak hiç uzatmadan olur demiştim. Onun evini ve odasını görme fikri oldukça iyi gelmişti. Özellikle de annesi ve kardeşiyle tanışma fikrini çok sevmiştim.
Asansöre bindiğimde, içerisinde biraz mutluluktan dans etmiş sonra bu halime gülmüştüm. Market poşetlerini evin kapısından atar atmak asansöre geri dönmeye çalışsam da bir başkası çoktan asansörü birinci kata çağırmıştı ve benim aşağıya inme süremi oldukça uzatacağa benziyordu. Beklemek istemiyordum, bugünü doya doya yaşamak istiyor gibiydim. İtiraf etmek gerekir ise onunla geçirilecek her dakikaya normalden daha hevesliydim.
Merdivenlerden hızlı şekilde inmeye başladım. İkişerli üçerli indiğim merdivenlerin sonunda onun gülümseyen yüzünü gördüğümde büyük bir kahkaha patlatmakla meşguldü.
“Bu kadar hevesli şekilde gelmem çok mu komik? Çok acıktım sadece, bir an önce karnımı doyurmak istiyorum.” Dedim gülümseyerek.
“Acıkmana hak verebilirim, inanırım da. Öyle acıkmışsın ki pijamalarını çıkartmayı unutmuşsun belli ki!”
İkimizde beni baştan aşağıya süzdükten sonra kahkahayı patlatmıştık.
“Özür dilerim, eğer biraz daha beklersen hemen değiştirip gelirim.”
“Hayır, hiç gitme. Ben sana tişört ve eşofman verebilirim.”
Bu fikre de hemen ikna olmuştum. Üzerimde onun kıyafetleriyle eve dönme fikri beni çoktan hoşnut etmişti. Elinde tuttuğu poşetlerin birkaçını ben elime aldım ve sohbet ederek evlerine doğru yürümeye başladık. Yoldan giderken birkaç insan bize tuhaf şekilde baksa da ne Göktuğ ne ben bu durumu çokta kafaya takmamıştık. Eğlenebiliyorduk yolda ve önemli olan buydu. Çok geçmeden evlerine geldiğimizi söyleyerek küçük bir bahçesi olan müstakil bir evi işaret etti elindeki poşetler ile. Civardaki tüm evler öyleydi, küçük bahçeleri vardı hepsinin.
Bahçe kapısını açıp içeriye girdi ve benimde içeriye girmemi sağladı. Annesinin mutfakta olduğunu mutfağın bahçedeki masaya açılan penceresinden görebiliyordum. Açık camdan sesimizi duyan annesi bize bakmış, elini kurulama bezine silip kapıyı açmak için gelmiş ve açmıştı da.
“Hoşgeldiniz!” dedi büyük bir neşe ile. Sesi benim pijamalarımı görünce hafiften kısılsa da bu Göktuğ ve beni güldürmüştü.
“Sormayacağım peki, güldüğünüze göre kötü bir şey yok.”
“Hayır anneciğim, aksine komik bir olay ancak daha sonra anlatırım olur mu?”
“Tamam öyleyse, hadi geçin de kahvaltı edelim artık. Bulut’ta oldukça acıktı.”
“Hemen geliyoruz, Alin’e üstünü değiştirmesi için bir şeyler vereyim. Hemen geliyoruz.”
Elimizdeki poşetleri mutfağa bıraktıktan sonra bir üst kata çıkmıştık. Evleri dubleksti, pek büyük sayılmazdı ancak üç kişi bu evi olabildiğince sıcacık yapmışlardı. Üst kattaki bir odaya girdik ve Göktuğ’nun odası olduğunu içerideki kokudan anlamıştım. Hafif sigara ve yoğun parfüm kokusu… Pek fazla eşya yoktu, çift kişilik bir yatak, kıyafet dolabı, bilgisayar masası, küçük br kayıt kabini vardı odasında.
Üzerime giymem için verdiği siyah bol bir eşofman ve siyah bol bir tişörttü. Giyinmem için odadan çıktığında aşağıya indiğini merdiven basamaklarından gelen ses sayesinde anlamıştım. Bekletmemek adına üzerimi değiştirdim ancak pijamalarımı koyabileceğim bir şey vermediği için katlayıp yatağının üzerine bırakmak zorunda kalmıştım. Öyle de yaptım ve aşağıya indim.
Mutfaktaki konuşmalarına kulak misafiri olmuştum. Güzel bir aile ilişkileri olduğunu tam o an anlamıştım.
“Bulut, bugün misafirimiz var. Lütfen gevreği aldığın dolaba geri koyar mısın oğlum?”
“Sadece bir tabak yesem?”
“Biliyor musun bulut, Alin’de o gevreği çok seviyormuş. Eğer onunla da bir kase paylaşmaya tamam dersen yemene izin verebiliriz sanırım”
Bulut, abisinin teklifini biraz düşündü ve ardından gevreği dolaba geri koydu. Paylaşmamakta kararlıydı. Belli ki değerliydi ve kimseyle paylaşmamaya da kararlıydı. Beni fark ettiklerinde Bulut biraz bana, gevreğini yemesine engel olan bir faktör olduğum için sinirlenmişti ve yanımdan geçerek dışarıdaki bahçe masasına doğru yönelmişti.
“Ona aldırma, gevreğe fazla düşkün.”
Göktuğ’un annesinin konuşmasına mutlulukla cevap verdim.
“Çocuklar işte… Gerçi ben de hâlâ düşkünüm o gevreğe ama”
Hep birlikte güldükten sonra kahvaltı masasının hazır olduğuna ikna olmuş olacaklar ki beraber bahçedeki masaya oturduk. Sohbet gittikçe koyulaşıyor, masanın üzerindeki tüm tabaklar giderek boşalıyordu. Çay bardaklarından yükselen sesi özlediğimi fark ettim. Bir aile sıcaklığını şimdiden özlemiştim. O an için anne ve babamla geçirdiğim sürenin azlığından yakındım.
“Aileni özlüyor olmalısın, Göktuğ gitse o da beni çok özler. Bize düşkündür.”
Bu cümle benim giderek içimin ısınmasına neden oluyordu. Göktuğ’un babacan bir yanı olduğunu bilmek içimi öyle yumuşacık yapıyordu ki haksızca hayaller kurmaya başlıyordum.
“Anne, şimdi ne alakası var?”
“Bu böyle işte, kendisinden iyi şekilde bahsedildiğinde utanıyor. Bakma, esmer de en azından kızardığı belli olmuyor yanaklarından.”
Annesinin mavi gözlerinin parladığını görebiliyordum. Göktuğ’un ise annesinin aksine kahverengi gözleri vardı. O an babalarının olmadığını fark ettim.
“Göktuğ benim hayattaki tek ve en büyük dayanağım. Babası gittiğinden beri onu dünyaya getirdiğim için her saniye şükürler ediyorum.”
“Anne, bu kadarı yeterli bence. Kahvaltı masası için fazla kederli konular bunlar.”
Göktuğ gülümseyerek savuşturmaya çalışmıştı konuyu. Şuan da bile sevecenliğinden ve annesini kırmak istememesinden taviz vermiyordu. Tam cevap verecektim ki cümlelerine kulaklarımı dolduran ses beni başka bir yöne odaklamıştı. Telefonumdan gelen alarm sesi!
Beynime öyle bir hücum etmişti ki bu ses ve alarmın üzerinde ilaç adının yazıyor oluşu… Kimsenin görmemesi adına elimi hızlı şekilde eşofmanın cebine götürdüm ve telefonun ekranını saklayarak onu susturdum. Bunu nasıl atlamıştım, nasıl unutmuştum ilaçlarımı yutmam gerektiğini! Buraya gelirken ilaçlarımı da getiremeyeceğime göre elbetteki bunu yapmak aptallıktı! Gitmeliydim, hemen…
“Bir arkadaşım aradı, bugün evime geleceklerdi. Tamamen aklımdan çıkmış olmalı. B-ben çok özür dilerim. Daha sonra bunu benim evimde yenilemeyi çok çok isterim. Lütfen bu aceleci tavrımı affedin. B-benim gitmem gerek.”
Aceleyle kalktığım kahvaltı masasından bana bakışlarının altında ezilerek uzaklaşıyordum. Sohbetin en acılı yerinde masadan kalkıyor ve belki de Göktuğ’a destek olmak için çabalayacağım sohbetin ortasında masayı terk ediyordum. Ancak yapacak hiçbir şeyim yoktu. Gitmeliydim, ölümcül bir bombam ve ilaçlarımı almadığımda burnumun kanamasıyla hareketlendiğini belli eden bir tümörüm vardı.