BU KENTİN, o hiç bitmeyen yoğunluğunun tam ortasında, hayat kavgasına düşmüş kaygılı, birçoğu asık yüzlü, karamsar, bazıları gibi bir şeylere yada bir yerlere yetişme telaşına kapılanlardan biriydi oda.
Biliyordu, eğer şimdi asılmazsa hayata, sarılmazsa sımsıkı hayallerine, isteklerine bu şehir her an onuda hiç acımadan yutabilirdi.
Dışarıya çıktığında, çoğu zaman uykusuz olan o kızarmış, yorgun bakan gözleri, kiminin hissettiği tedirginliği yada çaresizliği ile yollarda, sokaklarda nasıl kendi kendisine konuştuğunu, birilerinin ise içinde kaybolduğu, kendisini sanki yokmuş gibi hissettiğini gördüğü, fark ettiği insanların oluşturduğu kalabalıkların, yığınların, o uğursuz ıssızlığının içindeydi oda ister istemez ve son zamanlarda nefes almak, ona da çok zor gelmeye başlamıştı bu ıssızlıkta.
Henüz yirmi ikisindeydi ama hızla akıp giden hayatın tamamen bilincindeydi ve yeni üniversite mezunlarından biriydi. Bu bir şans mıydı yoksa lanetimiydi, işte ona karar veremiyordu.
İşsizliğin kol gezdiği bu kentte, İstanbul'da, yeni bir iş başvurusunda daha bulunmanın heyecanını, ama bunun yanında haklı umutsuzluğunuda kalbinde barındırıyordu.
Hadi bakalım, hareket bizden, bereket Allah'tan, diye düşünürken, kapadı iyice ağırlaşmış, eski model dizüstü bilgisayarının siyah kapağını.
O bile benden vazgeç der gibiydi.
Onun gibi nice gençler vardı, biliyordu.. onlarla kader birliği yapıyordu...çoğu da aynı dertten muzdaripti.
TECRÜBESİZLİK!
Aklı çok karışıktı, bu başvuruda kabul edilmezse, en kötü ihtimal, şu zincir marketlerden birine kasiyer olarak başvuracaktı.
Hiç yoktan iyidir, diye düşünürken, yine de az da olsa UMUDUNU boş, bomboş, sadece hayat şartlarının getirdiği o ağır mı ağır, kapkaranlık kasvet duygusunun, yerini çok sevdiği, bir türlü terk edip gitmediği, yuvalanıp kaldığı o kalbinde, yitirmemeye çabalıyordu.
Üç yıl önce lösemiden daha on beşinde kaybettiği kardeşinin adıydı Umut ve bu Cuma gününde, birazdan gidip onu ziyaret edecekti.
Sela vaktiyle Cuma arasında gidip, yattığı o ebedi yatağında, ayak ucunda durup dua edilirse, öleninde ruhu gelip görürmüş yaşayanı, ziyaretçisini.
Öyle duymuştu annesinden, sokağının yaşlılarından, büyüklerinden.
Oda buna inandırmıştı kendisini. Avuntuydu belkide bilmiyordu, can suyuydu belki de geçmişten bugünlere kadar gelen bu lakırdılar.
İşte her Cuma günü bu avuntuya sığınarak, kardeş kaybetmenin ele geçirdiği o insafsız acıyla için için sızlarken yüreği, hazırlanır ve yollara koyulurdu.
Bilmiyordu, belki hurafeydi, belki bidattı ama işte avuntuydu, bir çeşit hasret giderme yoluydu.. onunla haftada bir buluşmanın, sohbet etmenin, onu ne kadar çok özlediğini, söylemenin söyleyebilmenin tek yoluydu belkide.
"Bircee.. kızım hadi, kaldır şu sofrayı da gidelim artık yavaş yavaş mezarlığa," diye seslendi annesi yatak odasından saloncuğuna geçerken.
Annesinin gitmişti neşesi.. o bir zamanlar neşenin eksik olmadığı, ne kadar yorgun gelsede eve, bir şeyleri anlatırken attığı o şen kahkahaları duyulmaz olmuştu iki göz oda, bir küçücük salondan, tuvalet banyo bir, küçük bir mutfaktan ibaret, bu eski, fazla eşyadan uzak, sade döşenmiş evlerinin içinde.
"Temizlik yok mu anne bugün?"
Emin olmak istercesine almaktan, aldırmaktan vazgeçtiği iyice kalınlaşmış, zamanla yüzüne sert bir ifade kazandırmış olan o siyah kaşlarını, şüpheyle çattı annesi.
Başındaki, eskimiş, yer yer solmuş siyah yemenisini, ellerin evinde temizlik yapmaktan derisi buruşmuş, bez sıkmaktan avucunun içi nasır bağlamış, o emektar eliyle geriye itti sanki ona yükmüş, ağırlıkmış gibi ve evlat kaybetmenin acısıyla bir gecede kalıcı karların yağdığı, bembeyaz olan o saçlarının ön kısmı açığa çıktı.
Şaşkınlık aldı bir anda yorgun yüzünde yerini. Oturduğu eski kanepede, elini öyle bir vurduki dizine, çıkan o çatlak çarpma sesi, tüm odanın içinde patladı.
"Kız söylemesen aklıma gelmeyecek ya! Annaam.. geç kaldım ya ben! Doğruya, Harbiye'deki Yakop amcanın evine gidecektim bugün ben! Tüh Allah kahretmesin beni emi? Akıl mı kaldı be kızım bende. Sen de gitme şimdi mezarlığa.. nolur, nolmaz annem. Ben hemen çıkayıp yaa! Bak nasıl görgülü insanlar, hiç arayıpta nerde kaldın diye sormadılar bile. Bizimkiler öyle mi ya? Beş dakka gecik, hemen arar bide çemkirirler, nerde kaldın canım ?.. Bu ne vurdum duymazlık, aaa olmuyo ama böyle diye!"
"Off be off!"
Sıkıntıyla derin bir iç çekti. Bu iç çekiş, aslında içinde ne çok şeyi barındırıyordu.
Yaşının gençliğine rağmen, çok yorgun bakan o grimsi mavi gözlerinin altında, derin halkalar oluşmuştu ve adeta bizim yerimiz burası, kovsanda gitmeyiz, der gibi yapışıp kalmışlardı o yerlere.
"Annem gitme sakın tek başına mezarlığa," diye tekrarlama gereğini duydu.. tanırdı, bilirdi kızını. Bir şeyi yapmaya odaklanmışsa eğer, öldürsen vazgeçmezdi.. inattı biraz, belli ki rahmetli babasından almıştı kızı bu huyunu..
Alel acele giyinirken yazlık ince pardesesünü üstüne, "toparla evi biraz, dolapta bir şeyler olacak.. yaparsın işte ağza atacak biraz bir şeyler...sonra bak keyfine annem!" diye ekledi.
Keyif mi! O neydi ki?
Birce, annesinin telaşlı hallerini izlerken, hüzünle gülümsedi.
Kapının hemen yanındaki, kahverengi ağaç çerçevesi eskimiş, bazı noktalarında sırrı silinmeye yüz tutmuş, elli santim kadar uzunluğundaki dikdörtgen aynada, yine başının ön kısmını çok az açıkta bıraktığı eşarbını düzeltti, iki ucunu, çenesinin altında kulak şeklinde bağladı annesi. Öncesinde başını kapamazdı, açıktı. Ama işte acılar üst üste gelince kapadı başını.. böylesi iyidir, diye düşünmüştü o kara günlerde, öyle de kaldı işte.
Bir elinde siyah, suni deriden imal edilmiş, fermuarlı çantasıyla kapıyı açarken, alelacele eskimiş, boyası gitmiş siyah anne ayakkabısı cinsinden iskarpinlerini geçirdi ayağına.
"Hadi kızım, çıkıyorum ben, görüşürüz akşama.. geç gelebilirim merak etme,"'dedi ve siyah demir, üst tarafı buz cam kaplı kapıyı çekti, atarken aceleyle kendisini sokağa hızla kapadı kapıyı. Evin küçük holünü, çapran demir kapının, titrek sesi doldurdu.
Çok geç kalmıştı çok!
Birce, izlerken sevgi dolu gözleriyle annesini, yine acıyla gülümsedi.
"Peki annem!" derken annesinin ardından bakarken, çok cılız çıktı su gibi naif, duyanın kulağına tatlı bir name bırakan tondaki ince sesi.
Demedi gitmeden annesine bir şey ama kafaya koymuştu bir kere. Geçen hafta da gidememişti kardeşine ve onun orda kendisini beklediğini düşünüp, bununda ötesinde delice hissetmişti bu duyguyu ve sonrasında çok üzülmüştü.
Yok, bugün mutlaka gidecekti.. kararını çoktan vermişti, sadece annesini huzursuz etmemek adına söylemeyecekti. Gerek yoktu.. bilmesindi. Hoş anneside bilirdi ki huyunu.. boşuna iki defa uyarmadı onu. Varsın, olsundu.
Gider gelirdi Koca Tepe Mezarlığına.. hem orası nedense hep güven duygusunu uyandırıyordu yirmi iki yıllık yüreğinde.
Huzurluydu o mezarlık, çok huzurluydu hemde.
Düzgün, parke taşı döşenmiş, geniş ara yollarıyla, renk renk çiçek deryasına dönmüş o çoğu beyaz, bembeyaz mermer kaplı kimisi yeni, kimisi biraz daha eski ama çoğu bakımlı ve bazıları da geçen zamanla birlikte, mermeri yada betonu yosun bağlamış gibi yeşillenmiş, bazılarının sağı solu kırılmış, belki de hiç ziyaretçisi olmadığı için sanki yetim, öksüz kalmış gibi duran çok eski mezarlıklarının, yine de her birinin önünde kuşlar için mezarla aynı malzemelerden yapılmış suluğun yapıştırıldığı, irili ufaklı yine mermer taşlarının üzerinde Ruhuna Fatiha yazan siyah boyalı oyuk harfleriyle, kime ait olduğunun bilgisi ile bazısı tek kişilik, bazısı aile mezarlığı olan ve her birinin baş ucunda, o mekanın sahibini gölgelemek üzere bazen mavi , bazen gri mevsimine ve hava şarlarına göre rengi değişen gökyüzüne uzanan, o uzun, up uzun koyu yeşil renkli selvi ağaçlarıyla bir hoş mezarlıktı burası.
Aslında ödü kopardı ölülerden, mezarlıklardan ama işte Umud'u da oranın sarsılmaz, vazgeçilmez ev sahiblerinden biri olduktan sonra, eskisi kadar korkmaz oldu.. zaman içinde alıştı, özümsedi ölümün bu yalancı dünyanın tek gerçeği olduğunun, en iyi kanıtı olan, her gittiğinde hatırlatan mezarlıkları. * * *
Sela vaktinin girmesine çok az kalmıştı ve evden nasıl çıktığını bilemedi. Koşturarak, Üsküdar'dan geldiği metroyla Ümraniye, Çarşı mevkiinde inmiş, bilemediği kaç kat yerin dibinden yukarı caddeye çıkacak koridorlarda, yürüyen merdivenlerin sağında, bekleyen insanların sol tarafta boş bıraktığı dar koridordan koşturarak tek tek çıktığı basamaklar bittiğinde ve caddeye çıktığında derin bir nefes almıştı.
Yine koşturmaya devam ederek mezarlığa giden Sondurak mevkiindeki minübüslere bindi. Oturacak yer vardı çok şükür. Minübüsün sağ tarafındaki, tekli koltuklardan birine oturdu hemen ve beklemeye koyuldu.
Beş dakika sonra, minübüsün içi dolmuştu ve motorun güçlü sesi duyuldu.
Ara sokaklardan, ana yola çıkan minübüsün içinde sanki havasız kalmıştı ve çok geçmeden, bazı noktalarında evler, mezarlık imalatçılarının yer aldığı yolun solunda, uzun duvarlarıyla Kocatepe Mezarlığı'nın etekleri görünmeye başladı. Mezarlığının kapısına geldiklerinde, "müsait bir yerde inebilir miyim?" diye sorduğunda, çoktan ayağa kalkmış ve minübüsün ortasındaki tek yöne açılan, kayan kapının önünde yerini almıştı.
Genç yüreğinde, hem mutluluk, hem heyecan hemde hüzün el ele vermişti.
Şöför, yumuşak bir duruş yaptığında, çok geçmeden minübüsün kapısıda açıldı ve "teşekkürler," dediğinde basamaklardan inmeye başladı.
İşte tam karşısındaydı, altı beton sütünun üzerinde yükselen Japon evi çatısı gibi çatılı, hemen altında, tam orta kısımda, o beton sütunların arasında kavisli siyah tabelasında yine altın yaldızlı, büyük harflerle adı yazan, yayalar için ayrı, araçlar için de girişi çıkışı ayrı, toplamda beş girişi olan ve her iki bölümde de iki tarafa ve içeri açılan kocaman, uçları mızrak şekllinde ve yine altın yaldızlı, geri kalan yerleri siyah boyalı, oymalı perforje demir kapılarıyla Koca Tepe Mezarlığı..
Yola inmeden önce sola baktı, yoğun bir trafiği vardı bu yolunda.. karşıya geçebileceğinden emin olunca, koşturarak yolun ortasına geldi ve durdu. Yolu geliş-gidiş bölmekle görevli tretuvarın, soldan gelen araçlarında mezarlığa girebilmesi için ortaa bırakılan boşlukta dururken, kalbini ele geçirmiş olan heyecanı, diğer duyguları bastırmış, hat safhaya çıkmıştı.
Sağ tarafa bakıyor, akan trafiğin bir an önce kendisine geçit vermesi için sabırsızlanıyordu. Kardeşine kavuşacaktı dakikalar sonra. Ne çok özlemişti onunla konuşmayı?
Yolun kendisi için nihayet müsait olduğuna karar verdiğinde, tam bir iki adımı atmıştı ki hemen arkasından gelen güçlü korna sesiyle neye uğradığını şaşırdı ve geçmesi gereken yolun tam ortasında kaldı. Sağ taraftan hızla gelen araç içindeki sürücü, son anda fark ettiği yolun ortasındaki kişinin hareketsizliği karşısında, ona vurmamak için direksiyonu sağa kırdı telaşla ve hızını alamayan araç, mezarlığın geniş, uzun betondan duvarlarına çarparak durdu, durabildi.
Son anda aracın altında kalmaktan kurtulan genç kız, şok üstüne şok yaşıyordu.
Elleriyle o anki refleksiyle olacakları görmemek için yüzünü kapamış ve yolun ortasında resmen taş kesmişti. Ne ileri, ne geri hareket edebiliyordu. Yaşadığı ani şokla resmen muhakeme yeteneğini kaybetmiş, olduğu yerde, bir yaprak misali tir tir titriyordu.
Hemen arkasından kendisine korna çalan sürücü, kapıldığı heyecanıyla, sürücü kapısını hızla açtı ve, kapıyı kapamaya gerek duymadan hala şokta olan genç kızın yanına koştu ve ona sarıldığı gibi, çabucak yolun karşısına geçirdi.
"İyi misiniz? Geçmiş olsun, çok çok özür dilerim, benim çocuk bir anda eşimin kucağından uzanıp bastı kornaya," dedi sonsuz bir pişmanlıkla ve aynı anda duvara çarpan araçtan yükselip gelen, çok sert kapı çarpa sesi resmen yeri göğü inletti.
"Manyak mısın kızım sen ya! Ne demek yolun ortasında öyle dikilmek, yaptığını beğendin mi?" * * * * *