Nefes nefes bir şekilde gözlerimi açtığımda göğüs kafesim hiddetle kalkıp geri iniyordu.
Mideme giren kramplarla olduğum yerde kıvranıyor, dudaklarımın arasından acı çekercesine inşemeşer dökülüyordu.
Kirpiklerim birbirine yapışarak görüş açımı kısıtlıyordu. Yanaklarımdaki nemlenmeyi net bir şekilde hissediyordum.
“Rüya?”
Eymn’in seslenmesiyle kafamı o tarafa doğru çevirmeye çalıştım, anında boynuma bir kramp girdi ve acı içinde bağırdım.
Hemen tepeme dikildiğinde elleri göğsümün üzerini bulmuştu. Sıkıca bastırarak yatağa sırtımı yapıştırdığında kıpırdayamıyor, yalnızca inliyordum.
“Rüya!” Suratı bana doğru iyice eğdi ve yakından gözlerimin içine baktı. Bu açıdan onu daha net görebiliyordum.
Acı içerisinde inleyerek yüksek volümde soluklarımı alıp geri veriyorken az da olsa sakinleşebilmiştim.
“Evet, işte böyle. Sakin ol.” Fısıldayarak konuşuyordu. Algılarım yavaş yavaş açılmaya başladığında midemdeki kramplar dağılmaya başladı.
Boğazım öyle çok kuruydu ki yutkunmak istediğimde canım acıdı. Kan kusuyordum sanki.
Islak kirpiklerimi oynatarak etrafa bakındım. Bir hastane odasındaydım.
Damarıma batan ipne ucunu hissederek kafamı o tarafa doğru çevirmeye çalıştığımda ince serum borusunu gördüm.
En uca kadar gözlerimle onu takip ettim ve sonunda serumun takıldığı yere gelmiştim.
Az önce gördüğüm kabus kendini hatırlattı. Birden kaşlarım çatıldı. Göğsümü tekrardan o el sıkıyor gibi oldu. Sanki nefes alamayacakmışım gibi, sanki oracıkta direkt ölebilecek mişim gibi…
“Kabus, kötü bir kabus gördün sadece.”
Gözlerim ağlamaktan yanıyordu. Kirpiklerimi indirip kendime bakmaya çalıştım. Üzerimdeki hastane elbisesi tertemizdi. Ağzımdan akan kanşar neredeydi?
“Savaş nerede?” Ağzımı açmaya çalışıp konuşmaya gayret ettiğimde tam olarak bunu söylemek istemiştim.
Eymen şaşkım bir ifadeyle gözlerime öylece bakmaya devam etti. Kıpırdanmaya çalıştığımda engel oldu ve yumuşak sesiyle konuştu. “Rüya, kabus gördün. Savaş yok. Hiçbir zaman da gelmedi.”
Zihnimin içi hala daha öylesine kalabalıktı ki dediklerini güçlükle idrak ediyordum. Savaş… O gördüklerim… İncelikten kopacak bedenim… Her şey o kadar gerçekçiydi ki… Şu andan çok daha gerçekti.
İnleyerek gözlerimi yumdum ve az da olsa kaldırmaya çalıştığım kafamı geri indirdiğimde binbir parçaya bölünmüş gibi hissediyordum.
Savaş’ın olmadığı bir dünyaya gözlerimi açmak istemiyordum.
“Hemşireye haber vereyim.” Deyip yanımdan kalktı. Endişeli bakışlarının hal daha üzerimde gezindiğini hissettim.
Artıl benim için hiçbir şeyin önemi yoktu.
Eymen kısa süre içerisinde hemşireyle odaya tekarardan girdi. Tepki vermeden, dümdüz orada yatıyordum.
O korkunç kabusun gerçek olmasına bile delicesine razı olduğumu hissetmek beni ürküttü.
İçerisinde Savaş olduktan sonra gerçekten de ger şeye razı mıydım ben?
Hangi ara bu hale gelmiştim?
“Rüya Hanım?”
Hemşire bana bir şeyler söylemeye çalıştı. Umursamadım ve karşımdaki tavana bakmaya devam ettim.
Söyledikleri her neyse bir kulağımdan girmeden ötekinden çıkmayı başarmıştı bile…
“Rüya?”
“Rüya?”
“Rüya!”
“Kızım konuşsana?”
“Bizi duyamıyor mu?”
“Rüya bana bak!”
“Rüya?”
“Rüya!”
Dudaklarım kenarlara doğru kıvrıldığında suratımdaki o psikopat gülüşü göremesem de hissedebiliyordum.
Annemin, babamın hemşirenin Eymen’in ve dahasına dikkat etmediğim kişilerin belirli aralıklarla bana seslenmesini, bir şeylet söylemesini zihnime örttüğüm saydam bir örtünün ardından bakıyordum.
O örtü beni öyle çok güvende ve mutlu hissettiriyordu ki, böylesine ben çok daha güçlü ve huzurlu hissediyordum.
“Anne o hiç iyi gözükmüyor!”
“Kızım akıl sağlığından oldu!”
“Ne yapcağız şimdi? Neden bizi duymuyor gibi yatıyor?”
“Sakin olun lütfen. Her şey düzelecek.” Adım sesleri yaklaştı ve algımı yavaş yavaş kazanarak o an konuşan kişiyi seçebildim.
“Rüya? İyi misin? Beni duyabiliyor musun?” Dedi Eymen sesini normal tutmaya çalışarak.
Normalde biri seslendiğinde kafanızı kaldırıp istemdışı sesin geldiği yöne doğru bakardınız ancak şimdi öyle yapamıyordum.
Bu, benim elimde olan bir tepkisizlik değildi. Duyularımı, dürtülerimi kaybetmiş gibiydim.
Sanki bana değil de başkasına sesleniyorlardı. Yanımda dünyanın en önemli şeyini bile konuşsalar benim için hiçbir önemi yoktu.
Yakmıştım artık dünyayı. Bir tane bile şarap çanağı kalmamıştı etrafımda.
Daha doğrusu bunu Savaş yapmıştı.
Depresyon hastası bir kızı kendine aşık etmiş, onun tutunacak tek dalı olmuş, ardından bir bok tanesi gibi hissettirerek çekip gitmişti.
Evet, tam olarak buydu. Ben bir bok tanesiydim.
Ben bir bol tanesiydim.
Ben dünyadaki en değersiz eşyaydım.
Ben kenara bırakılan suyu dışarı akan bir çöp torbasıydım.
Ben hiçbir işe yaramazdım.
Ben hiçbir zaman mutluluğu hak etmezdim.
Ben iğrenç bir insandım.
Ben aptaldım, ben acizdim, ben asalaktım.
Zihnim daha defalarca kes sürekli “ben” le başlayan cümlelerini kurarak tekrarlıyordu.
Etrafım kalabalıklaşıyor, sesleri bana uğultu şeklinde geliyordu.
Artık en ufak bir heceyi bile algılayamayacak kadar çok karışmıştım zihnime. O kadar kalabalıktım, o kadar çok konuşuyordum ki kendi kendime tüm bu olmusuzluklar omuzlarıma çöküyor, bana diz çöktürüyordu. Bu kadarla da kalmayıp üzerime dizilerek beni yerin yedi kat dibine gömüyordu.
Bedenimin sarsılarak akldırıldığını hissettim. Normalden daha da ağırlaşmıştım.
Biri montumu giydiriyordu. Birileri sürekli etrafımda geziniyordu.
Kollarıma girip benimle beraber yürümeye başladılar.
Bedenim o kadar çok ağırlaşmıştı ki en ufak bir adımı bile güçlükle atıyordum.
Arada düşecek gibi oluyor, kollarıma giren kollardan sıyrılacak gibi olsam da son anda toparlamayı beni tutan kollar sayesinde başarıyordum.
Zihnimdeki bitmek bilmeyen şarkılarla beraber kayboluşuma doğru adım adım giderken dudaklarımda tekrardan o hasta tebessüm oluştu.
Arabaya bindirildim. Birileri ya ımda sürekli ağlıyordu. Birileri telefonda konuşuyor ve birisi sıkıca elimi tutuyordu.
Kaşlarım çatıldı. Kulağımdaki nefesi saniyelik de olsa hissettiğimde sürekli bir şeyler fısıldadığını anımsadım.
Kaşlarım memnuniyetsizce çatıldı.
Gözlerimi yumarak kendimi geriye doğru bıraktığımda koltuğa gömülmüştüm.
Zihnimde dolanan o olumsuz seslerden, karşımda gördüğüm Savaş’ın yüzünden başka hiçbir şeye tutunamıyordum.
Görüş açım tamamen karardığında daha da kayboldum ve içimde biriken olumsuzluklara sarıldım. Sonuçta ucu Savaş’a dokunuyordu. O olumsuzluklardan ayrılamazdım.
*** *** ***
Gözlerimi açtığımda karşıma ilk olarak tava çıkmıştı.
Odamın tavanı…
Durgun bakışlarla bakmayı sürdürdüm.
Buraya kadar nasıl geldiğimle veya başıma gelenlerle ilgilenmiyordum.
Dünya onsuz benim için öylesine çok boştu ki… Artık tamamen kendimi bırakmıştım.
Daha ne kadar süre öylece dümdüz yatıp başka hiçbir yere bakmadan tavanı izlediğimi bilmiyordum.
Hastalanmıştım…
En ufak bir mimik yapcak kadar bile halim yoktu. Parmağımı bile kıpırdatmak istemiyordum.
“Rüya?” Biri yeniden dağların ardından ismimi sayıkladığında geç gelen bir uğultu şeklinde işittim.
Rüya…
Ah… Bahtsız Rüya. Ah, mutsuz Rüya, ah… Savaş’sız Rüya…
Burun direğimde o tanıdık yanma meydana geldi. Hararetle ağlayamayacak kafar yorgundum ancak usulca gözlerimin dolmadına engel olamayacak kadar da acıyla kaplıydım.
Gözümden akan yaş yavaşça ilerledi ve kulağımın üzerinden sızarak saçımın dibini nemlendirdi.
Eymen’in bana doğru yaklaştığını, bir şeyler söyledipi an sesindeki tınıdan fark ettim.
Ben yoktum artık Eymen, seni duymuyordum ve duymayacaktım.
Gece vakti olduğunda midemdeki kıpırtılara engel olamadım ve yavaşça doğruldum. Tuvaletim gelmişti.
Kafamı penceremden ayırarak küçük odama baktığım an boynumun tutulduğunu hissettim.
Normalde olsa birkaç dakikalığına da olsa sızlanacağım acı umurumda değildi.
Onu duyamayacağım kadar fazlası vardı, zihnimde…
Kıvranarak yatağımda iki büklüm oldum ve kalktım.
Odamdaki tuvalete doğru ilerlerken içeride kimsenin olmadığını fark ettim.
İhtiyacımı gördükten sonra çıktığımda penceremden gözüken ay odamı komple aydınlatıyordu.
Yerime geçip yattıktan sonra boynumun ağrımasına rağmen kafamı çevirip oraya bakmaya devam ettim.
Ay bana garip bir huzur hissettiriyordu.
Gecenin karanlığın örtemediği o aydınlığa tutundum ve gözlerimi tekrardan yumdum.
“Rüya…” tekrardan o lanet adımı duyarak sıyrıldığım Rüya sebebiyle bana seslenen kiliden nefret ettim.
Her geçen süre Savaş’ın suratını çok daha iyi görmeye başlağım an karşımdaki silüet silinmişti ve yok olmuştu.
Gözlerimi kırpıştırarak etrafa bakındım ve güçlükle mırıldandım. “Savaş…”
Kafamda dikilen kişi bana söylendi. Giderek tanıdık gelen tınının anneme ait olduğunu hissettim.
Tam karşıma oturduğunda huzursuz ifademle gözlerine bakıyordum.
Sanki bana yaklaştıkça birileri bedenimi darlıyordu.
Kaşlarımı çatarak memnuniyetsizliğimi belirtmek istercesine yüzüne baktım.
Bir an önce buradan gitmeli, beni rahat bırakmalıydı.
Yalnız kalmak istiyordum.
“Kızım…” benim için hiçbir anlam ifade etmeyen gözleri doldu ve elmacıklarının üzerinden sıyrıldı. “Ne oldu sana? Neden benimle konuşmuyorsun, korkuyorum…”
Özellikle yavaş konuştuğundan dolayı neler dediğini seçebilmiştim.
Hala daha anlamaz bir ifadeyle ona bakmaya devam ettiğimde hıçkırarak başını onaylamaz anlamda salladı ve dirseğinin tersiyle suratını sildi.
Çarşafımın altında kalan ellerimi bulup çıkarttığında bana dokunmasının verdiği hissiyatı çözemiyordum. Sanki bana değil de yanımdaki duvara dokunuyordu. Öylesine bir donukluktu bu…
“Bak, bana bak annem… Sana yaşattığım her şey için özür dilerim ama sen bana yaşatma, bana kötü günler yaşatma yavrum ve lütfen kendine gel…”
Daha sonrasında hıçkırıklarını tutamadı ve hoyratça ağlamaya başladığında omuzları titriyor, devamlı sarsılıyordu.