🎶🎶🎶🎶🎶 Evgeny Grinko - Ba
"Soyun."
Bildiğim o karanlık gözlerle ve buz gibi bir sesle söylenen kelimeyle aynı günün gecesinde karşılaştım. Onu biraz daha anlamak için attığım adım endişeyle geri adım atmaya dönüşünce gözlerinin içine bakarak "Neden?" dedim ve adım adım üzerime gelen adamla geriye doğru adımlar attım.
Dün loş ışıkta bile delice parlayan kahve gözler derinliklerde bir şeyler arar gibi daha da karardı. İstemsizce elim kalkarken üzerime doğru yürüyen adamla sırtım arkamdaki aynaya çarptı.
Ben çarpınca sinsi bir gülüşle havadaki elimin bileğini tutan Jêhat elimi aynaya yaslayarak diğer elini omuzlarımdan aşağı süzülen saç tutumlarıma attı ve bir kokuyu arar gibi burnuna götürüp kokladı.
Aynadaki elimi indirmek ister gibi elimi çıplak göğsüne dayadım ve bu tepkim onun bana daha da yaklaştırıp sağ kulağıma doğru uzanmasına sebep oldu.
"Kocanı etkilemek istemiyor musun Deli Ağa'nın gelini? Bu amaç için berdelle buraya gelmedin mi? Soyun, belki kocanın aletini kaldırabilirsin."
Duyduğum fısıltılar dehşet vericiydi ve saatler önce mutfakta gülerek beraber delirmemizi isteyen adamla uzaktan yakından ilgisi yoktu.
Soğuk nefesi kulağımı doldururken sert sesiyle devam etti."Onlara gerçek bir cevap vermek istemiyor musun?" Korkuyla "İstemiyorum" diye fısıldadığımda kıvrılan dudaklarıyla burnunu kulağımın altındaki saçlarıma sürttü.
"Deli Ağa'nın yatağına girme" diye fısıldadı.
Ne dediğini fark ettiğimde şokla göğsüne koyduğum elimi ittim. Annemin telefonda söyledikleri aklıma geldiğinde hızlı hızlı nefesler aldım. Göğsünü ittiğim elimi de bileğinden tutup aynaya dayadı. İki bileğimi de tek eliyle kitleyerek kendini kasıklarıma yasladı.
"Biliyordum."
Korkuyla titreyen bacaklarımla boşluğa düştüm. Bileklerimdeki elini birden çekip benden uzaklaştı. Odanın ortasındaki tuvalin önüne geçti ve siyah örtüyü hızla kaldırdı.
"Kaçmak için bir fırsatın var. Umrunda olmayan üvey abini öldürebilirim. İstediğin şehre gitmeni sağlayabilirim."
Sıktığım yumruklarımla odanın kapısının olduğu tarafa doğru başımı çevirdim. Titrek nefesler alarak titreyen ellerimle yerdeki boya tüplerinden renkleri seçen adama baktım.
Ayağa kalkıp gözlerimin içine baktı ve orada ne gördüyse karşısındaki koltuğu gösterdi.
"Ya da her şeyi siktir et ve soyunup karşıma otur. Külfetlerinden kurtul, özgürleş."
Camdan içeri vuran ve aynalara çarparak yansıyan ışığın altında karşımdaki adam şimdi gerçek bir deliye benziyordu ve istediği deliceydi.
Bir kaç dakika süren sessizlikten sonra başını iki yana sallayan Jêhat yere attığı örtüyü alarak tuvalin üstünü örtmek için hareketlendi.
"Tamam."
Eli havada kalan örtüyle kaşlarını çattı ve anlamak ister gibi gözlerini kıstı. Aynalı duvardan uzaklaşıp adım adım ona doğru yürüdüm ve yürürken üstümdeki kazağı çıkardım. Dudakları şaşkınlıkla kıvrılırken ona bakarak eteğimi de indirdim. Bir parça kalan iç çamaşırımla ürpererek nefesimi tuttum.
Seyrettiği manzara onu zerre etkilemezken fırça tutan eliyle altımdaki iç çamaşırı gösterdi.
"Onu da."
Yüzümden bütün vücuduma yayılan utançla ellerim iç çamaşırıma gitti. Yavaşça onu da indirip yutkundum. Yine tepkisiz kalan adam koltuğu gösterip "Otur" dedi.
Kaçmama izin verebilirdi, üvey abimi öldürebilirdi, istediğim şehre gitmemi sağlayabilirdi. Ama annemi kuma geldiği evden ve babamın ilk eşinin elinden de dilinden de kurtaramazdı. O kadın ağa kızı olarak babama gelmişti, annem ise kendi ailesinin başı için babamın sevgisizliğine bile katlanan, kimsesizliğe terk edilmiş bir berdel kurbanıydı.
Kadının soyu yoksa dili de, varlığı da, hakkı da yoktu.
Bunu anladığımda umursamak için ne saklayacak sırrım kalmıştı ne de kaçacak gücüm. Güzelliğiyle gözümü kamaştıran deli bir adamın elleri arasındaydım.
Koltuğa oturup o gece aldığım pozisyonu alarak uzandım. O ise bir süre vücudumu süzerek tuvaline geri döndü. Masanın üzerinden bir sigara alıp dudaklarına yerleştirdi, alıştığım zipposuyla ucunu tutuşturup derin bir nefes çekti ve başını yukarı kaldırıp üfledi.
Fırçasını tuvalindeki resme ilk darbesini atarken yine mırıldanmaya başladı. Ama birden durup başını hafif eğerek gözlerimin içine baktı.
"Cinsiyetinin ne olduğu umrumda değil, bacaklarının arasındaki organ da sikimde değil, beni becermek istersen hayır da demem, belki benim aleti de kaldırırsın."
"Saçmalama, zaten istesem de yapamam." diye mırıldandığımda gülerek "İstedin mi?" diye tek kaşını kaldırdı.
"Susar mısın artık."
Bir süre daha gülerek sigarasından büyük bir yudum alıp bu defa hayal kırıklığına uğramış gibi başını iki yana sallayarak dumanını üfledi. "Fakat senin kadar zeki birinin imam nikahı kıyılırken hocanın hünsâ olduğunu kocaya söylemek zorunda olduğunu düşünebileceğini sanmıştım. Yanılmışım."
Gözlerim şokla açılırken hocaya annemden başka kimin söyleyebileceğini düşündüm ve aklıma gelen isimle dişlerimi sıktım. Biliyordu, bunca yıldır biliyordu.
Jêhat ise fark ettiğimi anladığında dudaklarını büzerek omuz silkti."Babanın ilk eşi oldukça sinsi, tıpkı benim babamın tek sultanı gibi. Ama ikisi de delirip senin benim ellerimde öleceğini sanacak kadar aptallar."
Alt dudağımı ısırarak pozisyonumu değiştirmeden koltukta biraz daha dikleştim.
"O zaman neden soyunma mı istedin? Saklamam gerektiğini ve öğrenilirse olacakları biliyordun."
Jêhat dudaklarını kıvırarak tuvaline dönerek cevap verdi. "Senin çift cinsiyetli olman beni delirtmez ama sakladığın sırlar delirtir. Benden sır saklama, sırrına ortak et."
Özel durumumu gerçekten umursamadığını fark ettiğimde biraz olsun rahatlamıştım ama söyledikleriyle yeni bir çıkmaza düştüm.
"Deli Ağa'nı iyi tanı Deli Ağa'nın küçük gelini, Jêhat Agviran delirirse bir kişiyi öldürmez, tüm konağı ateşe verir."
Daha önce yaptın mı diye sormamak için yoğun çaba sarf ederken karşımdaki adam sırıtarak "Evet yaptım" diye soramadığım o soruya cevap verdi.
Dehşet dolu sesimle "Ne?" dediğimde omuz silkti.
"Şanslılardı. Ama insan her zaman şanslı olmuyor. Kafanın içinde bir yangın çıkarırsan kimin o yangında yanacağını da göze alırsın."
Şokla "Sen gerçekten delisin" diye mırıldandığımın farkında değildim ve bu onu güldürmüştü.
Tuvalin arkasından çıkıp koltuğa doğru yaklaştı ve uzandığım koltukta diz çökerek parmaklarını çıplak bacaklarımda gezdirdi. Ben dokunuşuyla ürperirken o sadece gözlerimin içine bakıyordu.
"Biliyorum. Sen de o Deli Ağa'nın gelinisin."
O odada geçirdiğim saatler deliceydi ve ben her onun odasına girdiğimde yavaş yavaş farklı bir boyutta kayboluyordum. Jêhat benim çıplak bedenimi resmetmeye devam ederken ben ise büyülenmiş gibi onun sakin yüzünü ve sesiyle mırıldandığı şarkıyı dinliyordum.
Kaçmak, kaçıp gitmek imkansızdı. Karşımdaki adamla beni olduğum yere çivileyen ve zehirli sarmaşıklarla saran bir duygu vardı. Ne olduğunu zerre kadar bilmiyordum ama bu durumun stockholm sendromundayla uzaktan yakından ilgisi yoktu, ona acımak, sempati duymak ya da empati yapmak gibi aptalca şeyler olmadığını biliyordum.
Karşımdaki adam beni deliliğiyle büyülüyordu. Belki asıl deli olan bendim ki, hâlâ beni sanatına dahil eden adamın elleri altında gerçekten de dediği gibi özgürleşiyordum.
Elbette onun gibi çırılçıplak soyunup bir salıncakta sallanmıyordum ya da koca konağın içinde kimin göreceğini umursamadan gezinmiyordum ama kapalı kapılar ardında, onun gözlerinde özgürleşiyordum.
Onun da cinsiyet kalıpları yoktu ya da ilişkide kimin kadın kimin erkek rolünü oynayacağı umrunda değildi. Jêhat Agviran'ın umursadığı tek şey özgürlük ve ahlak kuralları denilen şeyin sınırlarını zorlamak.
Onu anlamak ya da tam olarak tanımak imkansızdı. Her güne yeni bir Deli Ağa ile uyanabilirdiniz.
💠💠💠💠💠💠💠💠💠💠💠💠💠💠💠
Tıpkı ertesi sabah onu uyandırmak ve kahvaltı yapmıyorsa da en azından sabah kahvesi isteyip istemediğini sormak için odasına girdiğimde karşılaştığım manzara gibi.
Camın önündeki masada iskemleye oturmuş önündeki satranç tahtasına yerleştirdiği taşları sanki karşısındaki kuşa yanlış yaptın der gibi kaş çatmasına bakıyordum. Evet yanlış okumadınız, Jêhat'ın karşısındaki iskemlede açık camdan girmiş bir kuzgun vardı.
Simsiyah tüyleriyle masanın üstüne çıkan kuş sanki çoktandır buraya alışık gibi tahtanın üstündeki veziri itmeye çalıştı.
Elini dizine vurup "Piyon oynayacaksın önce" diyen Jêhat iskemlesinden kalkıp karşısındaki boş iskemleye oturdu. Şimdi omzuna konan kuzgunla "Bak şunu oyna" deyip piyonu hareket ettirdi.
Sonra da sanki kuş itmiş gibi "Aferin, güzel hamle" deyip tekrar kendi yerine oturdu.
O an aklımda ne kahve kalmıştı ne de karşılaştığım manzaranın absürtlüğü. Ben her gün yeni bir dehşetle uyanmaya alışmıştım. Onun yanına giderek tam karşısındaki iskemleye oturdum, o sırada hamlesini yapan adamla ben de beyaz piyonu hareket ettirdim.
Şaşkınlıkla başını kaldırıp omzundaki kuşa beni göstererek "Bak gördün mü onun gibi oynayacaksın" dedi ve aslında kim olduğumu umursamadan oyuna geri döndü.
Ta ki ben "Şah" diye uyarana kadar. Önündeki oyunun durumuna bakıp "Şah mat" dedi ve başını kaldırıp gülümseyerek gözlerimin içine baktı.
Sanki büyük bir şeyi yakalamış gibi "Biliyordum işte, zeki olduğunu biliyordum" derken omzundan uçarak camdan çıkan kuşa baktı.
"Gördün mü beni yendi?"
Bu defa ben bunu kime söylediğini umursamadan iskemleden kalkıp "Naber deli ağa, bana yenildin" diyerek şaşkın şaşkın bakan adamın ifadesine güldüm.
O da ayağa kalkıp "Bir daha oynayalım mı?" diye sordu.
Odadan çıkması için kapı tarafını gösterdim. "Benimle aşağıda kahve içersen oynarım."
Bir çocuk gibi eteğimin kenarını tutup "Tamam" diyerek beni takip etti.
Bugünde çocuk gibi sütlü kahve içmek isteyen Deli Ağa ile uyandım ve gün içerisinde daha kaç farklı Jêhat'la karşılaşacağımı bilmiyorum.
💠💠💠💠🎶🎶🎶🎶🎶🎶🎶💠💠💠💠
Geldiğim konağın - kalenin - alt katındaki her odayı öğrendim sanıyordum. Ta ki o sabah merdivenleri çıkarken oval merdiven boşluğundan gelen sesleri duyana kadar.
Sesler yoğun nefes seslerine karışmış inleme seslerine benziyordu ama tiz bir sesin yanında boğuk bir ses daha vardı.
Merdivenlerden indim ve oval boşluğun altına geçtim. Karşımda beyaz bir duvar vardı ama sanki bir kapının üstü boyanmış gibi dikdörtgen çizgiler vardı. O an merakıma yenik düştüm ve bu merak beni nereye sürükleyecek zerre kadar bilmiyordum.
Beyaz duvara ellerimi yaslayıp ittirdim ve tık sesiyle ve açılan kapıyla kalbim ağzıma geldi. Ama itmeye devam ettim ve bir yanı açılmaya başlayan kapıdan içeri girdim. Beni yoğun bir boya kokusu ve kumaş kokuları karşıladı, bir de Jêhat'ın parfümünün tam tersi baharat kokulu bir parfüm kokusu. Küçük odanın içi giriş gibiydi ve beni açık başka bir kapı karşıladı. O kapıdan da geçip kısa bir koridoru geçerken şimdi sesler daha netti.
Sertçe yutkunarak beni neyin beklediği korkusuyla yürümeye devam ettim ve kısa koridorun açık çelik kapısından göz ucuyla baktım. Dehşet içinde elim ağzıma gitti ve telaşla tutunmak için bir yer aradım diğer elim kapıya yaslandığı için kapı daha da açıldı.
Yerdeki bir yatakta çırılçıplak iki erkek. Biri Jêhat'ın kuzeni olan, benimle uğraşan oğlan Cihat, üstünde ise muhtemelen bu konağın çalışanlarından bir adam.
Adam beni gördüğünde korkuyla Cihat'ın üstünden kalktı ve ceketini alıp çıplak yerlerini kapatmaya çalıştı.
Cihat ise yattığı yerden doğrulup başını hafif yana yatırarak gülümsedi. "Sanırım en son bekleyeceğimiz kişiye yakalandık."
Herhangi bir utanç duymuyor ya da ayaktaki adam gibi bir yerlerini kapatma ihtiyaç duymuyordu. Ama şokumu fark etmiş olmalı ki yatağın dibindeki çarşafı alıp üstünü örterek ayağa kalktı.
Korkuyla olduğu yerde başı önde olan adama bakan Cihat "Bari biraz cesur olsaydın Raşit" dedi hayal kırıklığına uğramış gibi ve bana döndü.
"Muhtemelen birazdan bağırarak buradan kaçacaksın ve feryat figan bizi gördüğünü konaktakilere söyleyeceksin" dedi ve sanki bir çaresi yokmuş gibi acıyla gülümsedi. "Ve biz öleceğiz."
Bunları o kadar rahat ve bir moledi gibi söylemişti ki, o an sakladığı gerçek sesini duyabilmiştim. Benim gibiydi, bir şeyleri gizlemek zorunda olan o çaresiz ses.
Hiçbir şey demeden geriye adım attım ve koridora dönüp yürümeye başladım. Duvar gibi kapıdan da geçtim ve nasıl kapandığını bilmediğim için öylece bırakıp merdiven boşluğundan çıktım.
Büyük koridorun ortasına geldiğimde ensemde hissettiğim hafif esintiyle arkamı döndüm ve merdivenlerin sonundaki Jêhat'ı gördüm. Altında bir eşofman, üstü yine çıplak ama sırtında siyah çarşafı.
Gözleri karanlıktan uzak bir şeylerin olacağını sezer gibi beklenti dolu ama ışıl ışıl. Dudakları çok hafif kımıldadı ve "Onları görmüşsün" diye mırıldadı. İstemsizce başımı salladım ve arkamı dönüp büyük kapıya doğru yürüdüm.
Bu defa sesi daha berrak ve tam da beklediği olmuş gibi kendinden emin. "Ah evet, biliyordum."
Olduğum yerde durdum, göğsümde bir acı, boğazım düğümlü, sesimi soluğumu çıkarsam safi korku ve çaresizlik çıkacak. Ve gördüklerim genç bir oğlanın çaresiz kabullenişi ve sevdiği için hayal kırıklığı dolu.
Arkamı tekrar döndüm ve hâlâ olduğu yerde kapıyı açıp kaçmamı, çığlık çığlığa koşmamı bekleyen Jêhat.
Burası bir tımarhane değil; acının, umutsuzluğun, gizli aşkların, kırık kalplerin ve sessiz mırıltıların kasvetli kalesi. Ve bu kalenin özgür ama hapsolmuş kralı Jêhat Agviran.
Ona doğru güçlü adımlar attığımda kaşları çatıldı, sonra şaşkınlıkla dudakları aralandı, sertçe yutkunduğunu inip kalkan adem elmasından görebiliyordum. O bir hayalet kadar sessiz, rüzgar kadar güçlü ve bir ölüm kadar gerçekti. Tıpkı kalesinde iki aşığı sakladığının gerçeği gibi.
Kollarını trabzanlardan çekip doğruldu ve sırtından düşen siyah çarşafla gülümsedi. "Sana aşkın ve acının şarkısını çalacağım. Gel benimle."
Ben merdivenleri çıkarken o ise odasına doğru yürüdü. Biliyorum geleceğimi biliyor, o kapıdan koşarak çıkmadığım an ona gideceğimi biliyordu. İşte bunun nedenini ve büyüsünü ben uzun zaman öğrenemedim.
Odasına girdiğimde damalı zemini çıplak ayaklarla yürüyüp piyanonun başında bekleyen adama baktım. Başını bana çevirip oturduğu deri piyano taburesine elini koyup "Gel yanıma küçük gelinim" dedi.
O an kullandığı hitap içimi titretti ve ayaklarım çoktan ona doğru yürümeye başladı. Tam yanına biraz mesafe bırakarak oturduğumda parmakları dokunduğu tuşları tartar gibi üzerinde gezindi ve ilk tuşuna basıp bildiğim o melodiyi gözlerini kapatarak parmaklarıyla anlattı.
Kulaklarıma dolan şarkı sanki onun parmaklarında kopmayı bekleyen ipler gibi gergin, sürekli aynı yerde dolanan bir kuş gibi özgür ama çaresiz ve aşkın acı tarifini anlattığı bir şiir gibi.
"Aslında hiç kimse sevmedi, bir ben sevdim seni.
Severmiş gibi değil, kana kana sevdim seni.
Tıka basa sevdim,
Dolu dolu sevdim.
Aslında kimse sevmedi seni, sevmekten çekindi.
Oysa ben; yana yana sevdim seni.
Bile bile sevdim.
Aklımdan zorum var gibi,
Aklıma silah dayanmışçasına,
Mecburmuş gibi .
Ve başka çarem yokmuşçasına, bir ben sevdim seni.
Aslında bir sen sevmedin beni, herkesi sevdiğin gibi."
Dakikalar sonra dolan gözlerimle çalmayı bırakan adama döndüm. O ise sessiz gözyaşlarımı umursamadan boğuk bir sesle konuştu.
"Onları birine söylersen öldürürler ikisini de. Geldiğin yer farklı bir dünya deli ağanın gelini. Burda aşkın cinsiyeti, rengi, dili vardır. Burda hayallerini süsleyen bir aşk yok. Acı, gözyaşı, hayal kırıklığı, çaresizlik var."
Titreyen sesimle "Ne zamandır biliyordun onu?" diye sordum. Cihat'ı kast ettiğimi biliyordu.
Sakince tabureden kalkıp her zaman oturduğu koltuğa yürüdü. "Her zaman."
Koltuğa oturduğunda masasından sigara paketini alıp bir dalı dudaklarına yerleştirdi ve camdan uzaklara bakarak sigarasını yaktı.
"İlk Jêhat abi beni öldürecekler diye geldi o çocuk, daha olduğunu bile bilmezken korkuyu hissetmişti."
Ben de tabureden kalkıp sigara içen adama bakarak yanına yürüdüm. "Sen de kaleni açtın ona."
Kale dememe hafifçe gülerek "İronik. Çıplak kralın kalesi ha."
Omuz silkerek tablolara doğru yürümeye devam ettim ve "Onlarda ne görmeyi bekliyorsun?" diye soran adamla gülümseyerek ona döndüm.
"Çıplak erkekler."
Gerçekten çok azcık kahkaha attığına eminim. Sigarasını bitirip yine masada herhangi bir yere attı. Ah kirliliği adamı çıldırtıyor.
Koltuktan kalkıp yanıma doğru yürüdü ve tam durduğum tablonun önünde durdu. Siyah çarşafı gösterdi.
"Karanlığı aşmak istediğinde parmaklarını ve sesini kullan" dedi.