1. Ve 2.BÖLÜM
Nihayet havaalanından çıkmış bir taksiye binmiştim. Canım annem telefonumu açmamla aramaya başlamıştı ve dakikalardır onun sakinleşmesini bekliyordum.
"Anneciğim, canım annem. Ben iyiyim, ancak geldim zaten, şimdi otele gidiyorum. Niye ağlıyorsun?"
"İlk defa ayrılamıyoruz biliyorum ama ilk defa ayrı bir yere tek başına gidiyorsun. Seni çok özlerim ben, hem ev tutmak falan diyorsun. Kızım lütfen, okula kaydını yaptırdıktan sonra beni ara. Eğer ev falan diyorsan da geliriz biz hallederiz babanla. "
"Tamam dedim ya anne. Ayrıca burası çok güzel anne, bayıldım bile çoktan."
"Ah sen yok musun? Tamam, tekrar arayacağım. Dikkat et, seni seviyorum."
"Tamam seni seviyorum."
Telefonu kapatıp camı açtım. İşte burdayım, uzaktan uzağa sevdiğim, bir gün çok ama çok gelmek istediğim Nevşehir'de. Yaşadığım lüsk umurumda değildi. Burda benden bir şey bulacak gibiydim. Çok sıkılmadım yaşadığım hayattan ama galiba biraz tek başıma kalmak istiyordum. Annemin yanında olmak harika ama o sadece bana ait değildi ve bu yıllardır göstermemeye çalıştığım kıskançlığımdı.
Sahip olduğumuz birini paylaşmak ya da paylaşmak zorunda olmak. Ben bunun anlamı pek bilemedim, hızla akıp giden hayatımızı uzaktan izledim çoğu zaman. Hep bir yanım güçlü dursun diye benim için ellerinden geleni yapan ailemi çok seviyordum ama galiba hayata anlam katmak gerekiyordu. On sekiz yaşındayım, annemin babamla evlendiği yaşta. Ona olan aşkını anlatırken yaşayan bir kadındı benim annem ama sadece bana ait değildi.
Çoğu zaman keşke ikimiz olsak dedim ama uzaktan bakmak istiyorum şimdi. Anneme uzaktan bakmak istiyorum. Birbirimize zaman tanımak istiyorum, belki de özlemek istiyorum, bilmiyorum. Bu ayrılık bize iyi gelirdi belki, kim bilir.
Otele gelmiş, odama yerleşmiştim. Hemen okula gidip kaydımı yaptıracaktım. Avanos meslek yüksekokulu, mimarlık ve şehir planlama bölümü okuyacaktım. Buraya gelmemde çok sebep vardı ve haklı olduğumu zamanla anlayacaktım. Eşyalarımı bırakıp kayıt için gerekli belgelerimi alıp otelden ayrıldım.
Bir taksiye binip okula doğru giderken telefonum çalmaya başladı. Annemdir diye düşündüm ama halam arıyordu.
"Kurabiyem" dediğinde gülümsedim. Yalnızlık hissine kapılmadım daha ama bu kelime kilometrelerce uzaktan geldiğini hissettirdi.
"Halacığım."
"Ne yaptın tatlım."
"Okula gidiyorum daha, siz ne yapıyorsunuz, babaannem nasıl?"
"İyiyiz, yani herkes seni şimdiden özledi. Bende öyle."
"Yapma hala, çocuk değilim artık."
"Biliyorum da, neden Nevşehir olduğunu anlamıyorum, bilmiyorsun ki Naz uçağa binmekten korkuyor." İşte tamda bu yüzden Nevşehir. Annem her istediğinde gelmesin diye Nevşehir, annem gelirse de tek başına gelsin diye Nevşehir. Sadece benimle vakit geçirsin diye Nevşehir işte. Kimse anlamıyor bunu, annem de öyle." 7-8 saat yol da gidemez "diye ekledi.
" Okula geldim şimdi, sonra konuşalım hala. Görüşürüz. "Telefonu kapattım. Hüzünlendim bir anda. Annemle baş başa olacağımız zamanlarımız olsun diye buraya gelmekte hata mı yapmıştım. Ne olursa olsun vazgeçmeyecektim... Bu benim verdiğim en büyük karardı ve bunun arkasında durmalıydım, en azından bir sene...
-6 ay sonra-
Sonunda bitmişti. Ders çalışmaktan gözlerim yorulmuştu. Yatağa uzanıp hafta çıkacağım tatili düşündüm. Tam üç aydır İstanbul'a gitmemiştim. Başlarda sürekli gidip geldim ama sınavlar bastırınca gidemedim.
Ertesi gün sıradan bir gündü, yani öyle başladı ama sınav sonrası kızlarla toplanıp kapadokyaya doğru yola koyulduk. Beş kızdık ve benim arabada oldukça eğleniyorduk. Ne zamandır gitmek istiyorduk ama bir türlü zaman olmamıştı. Sorunsuz bir şekilde kapadokyaya geldik.
Şimdi baharla birlikte uçuşan sıcak hava balonlarına binecek, bu gece orda kalacaktık. Yani planımız bu yöndeydi. Yol boyunca bizi takip eden bir araba vardı ama kuruntuma verip boşverdim. Kızların her biri bir tarafa ayrılınca kendime bir yer bulup oturdum. Balonları izlerken fotoğraf çekip anneme atıyordum.
Kızların ikisi sevgilisiyle geziyor, ikisi balon sırası bekliyordu. Annemle yazışırken biraz dolaşmaya başladım. Gerçekten muazzam bir yerdi. Her karesi tam fotoğraflıktı. Çok büyük bir yerdi ve kesinlikle güneşin batışını izleyecektim. Kendime yüksek bir yer arıyordum, güneşi net gören ve çok uzakta olmayan.
Bir taşın üzerinde yürürken kameram açıktı. Nereye bastığımdan haberim yoktu ve bir sesle durabildim.
"Hop hop, ne yapıyorsun ya" diyen erkek sesiyle hemen ayağımı çektim. Kendine kilim sermiş üzerine bir şeyler koymuş galiba piknik yapacaktı.
"Çok özür dilerim." Esmer çocuk bana tebessüm etti.
"Önemli değil, oturmak ister misin?" diye sorunca çekindim. "Korkma insan yemiyorum" dediğinde gülümsedim ve karşısına oturdum. O karşıya bakıyordu, yani manzaraya. Kot pantolon ve beyaz tişört içinde esmerliği göz önüne çıkıyordu. Gerçekten manzaraya anlam kattı diyebilirdim. Küçük termosundan bana bir bardak çay koydu.
"Manzara gece daha güzel olacak" dedi çayı bana uzatırken. Şimdi bile harikaydı
"Ben Ediz" diyerek elini uzattı. Nezaketim hızla harekete geçince elini sıktım.
"Derin" dediğinde gözümün içine bir tuhaf baktı ki utandım. Anında yanan yanaklarım vardı ve birazdan kızaracaktı. Kahretsin!
"Derin, memnun oldum. Ne yapıyorsun burda?"
"Okuyorum, sen?"
"Seyyahım, yani gezmeyi seviyorum. Burası çok sık geldiğim bir yer ama gidişim çok hızlı oluyor. Sabah İstanbul'a döneceğim."
Buna asıldı dudaklarım ama belli etmemeye çalışıp güldüm.
"Ama sabaha daha çok" deyip manzaraya döndüm.
"Öyle" dedi. Havada duran rengarenk balonları izlerken anneme bir kaç poz da böyle attım.
Annemle kısaca sohbet ederken mesajla Ediz 'of' ladı.
"Sohbetine de doyum olmadı be" dedi. Hemen telefonu kilitledim.
"Annemle konuşuyordum. Kusura bakma, ee balona binecek misin?"
"Hayır" deyip güldü. Utanarak başını eğerek gülünce bulaşmış gibi bende güldüm.
"Ne! Korkuyor musun?"
"Ne alakası var, sadece uçmak pek bana göre değil" deyice gerçekten yüksekten korktuğunu anladım.
"Nasıl ya, uçağa da binmiyorsun o zaman sen."
"Yani, hem ne demişler ayaklarımız yere değsin" dediğinde gülmeye başladım. Ediz de benimle gülünce orda koyu bir sohbet başladı aramızda. Hem manzarayı izledik, hem hiç susmadan konuştuk.
Yüksekten korkan ama uzaklara gitmeyi seven bir adam tanıdım orda. Ya da tanıdığımı sandım. Her zaman insanları sorgulayan yanım onun yanında atağa geçmedi. Sıcak bir elektrik oluştu aramızda. Konuştukça artan bir sohbet her şeyi kapsadı.
Biraz sonra yani hava kararıp, evlerin ışıkları yandığında ayağa kalktık. Gülüşerek indik o yüksekten.
"Ne tuhaf, sanki seni yıllardır tanıyor muşum gibi hissediyorum" diye yersiz bir itirafta bulundum. Ediz tedirgin bir halde arkasına baktı.
"Takip ediliyorsun Derin, düşmanın mı var?" diye sorunca benim yaptığım kuruntu olmaktan çıktı. Gerçekten takip ediliyordum.
"Hayır düşmanım yok ama babam takmış olabilir bu adamları" dedim. Gerçekten de öyle olabilirdi. "Bir saniye" deyip biraz uzaklaştım. Fırat abiyi, yani babamı aramaya başladım.
"Kıvırcık" diye açtı telefonu.
"Peşime adam mı taktın?" diye sordum önce. Babam sıkıntılı bir nefes verdi.
"Evet, yani güvende olduğunu bilmem lazım."
"Neden?"
"Büyük bir hata yaptım Derin, çözene kadar peşinde adamlar olacak. Senden ricam sakın yabancı kimseyle konuşma. Deşifre oldum, yani aradığım bir adam artık beni biliyor kızım."
Babamın gizemli bir adam olduğunu zaten biliyordum da, deşifre olmak ona göre değildi.
" Tamam"dedim ama babam beni İstanbul'a sürükleyecek nokta atışını yaptı.
"Dönmen lazım Derin. Eğer işler yolunda gitmezse annenin sana ihtiyacı olacak."
İşte o an tedirgin oldum. Eğer işler yolunda gitmezse demek ne demekti bilmiyordum ama korkmuştum.
"Annen bilmiyor bunları, aramızda" diyerek beni uyardı. Durumun ciddiyetinin artık daha fazla farkına vardım. Dönmek için ne kadar zamanım olduğunu bilmiyordum. Gelecek bir haber hayatımızı alt üst edecekti, işte bunu biliyordum...
Naz Sayar'ın kızı olmak ve Fırat gibi bir babam olması. Şimdiye kadar bir problem olmadı ama babam peşime adam takmışsa, bir problem var demekti. Hemde büyük bir problem...
***
Biraz sonra bir yere daha oturduk Ediz'le. Bana gördüklerini yorumluyor, kendince etrafı tanıtıyordu. Onu dinlemeyi seven kulaklarım o susunca uğulduyordu. Garip gelmişti bu bana. Daha bir kaç saattir tanıdığım bu adamın yanında ayrılmak istemedim. Kızların mesajlarına cevap verip Ediz'le sabahlamayı seçtim diyebilirim. Çünkü hâlâ geziyorduk. Elimizde ekmek arası, adımlarımız hep ileriye. Ama gittiğimiz yola tepeden baksak sadece daire çizmiş olurduk.
Öyle içten ve samimi sohbeti zamanı unutturdu. Ara sıra arkamıza bakıp, peşimizdeki adamların hâlâ peşimizde olduğunu söylüyor, sonra kaldığı yerden devam ediyordu. O adamlar kim bilir daha ne kadar peşimde olacaktı.
"Sonra metrobüse bindim işte. Kafamda hafiften dönüyor. Oturacak yer olmayınca o kafayla sözde tutamacı tutacağım sandım, elim yanlışlıkla ama gerçekten yanlışlıkla kadının göğsüne değdi. Sonra bir çığlık bir kıyamet derken bir dayak yemişim, sonra eve hiç gidemedim. Beni bir köşeye bırakmışlar yine sağolsunlar. "
Yıkıldım gülmekten. Ekmek boğazımda kalacaktı neredeyse ama gülüşümü durduramıyordum.
" Ha bak bir tane daha anlatacağım "deyince zor yutkundum.
" Yeter, yemeğimizi yiyelim ne olur. Helak oldum burda. "
" Tamam o zaman gel şöyle oturalım "dedi. Bir kayanın üzerine yan yana oturduk. Küçüktü, o nedenle dip dibeydik. Manzaraya diyecek yok. Büyülendim zaten. Hafif esen rüzgar beni titretti. Kan mideye hücum edince yeterince doyduğumu anladım.
" Üşüdün mü? " Çok yakın oturduğumuz için yüzüne bakmaktan çekindim biraz.
"Evet" dedim. Hava sabah güzeldi de, gece olunca, bir de gecenin bu saati olunca haliyle üşümüştüm.
"Rahatsız olmazsan" deyip kolunu kaldırdı. Başımı iki yana sallayarak kolunun altına girdim. Koluyla beni sarınca an itibariyle sıcak bastı. Hâlâ karşımıza bakarken biraz sustuk.
"Ne güzel değil mi?" Başımı salladım. Güzeldi gerçekten. Başımı yavaşça çevirip ona baktım. Erkeksi yüzü yan profilinde çekiçi görünüyordu. Duyduğum kokusu kesinlikle parfümdü, çünkü hem ağır, hem acı bir kokuydu. Tuhaf bu kadar sevecen olup, bu kadar acı bir koku kullanmak tezatlığı seviyor olmasından olmalıydı.
"Bundan beş yıl önce yine gecenin bu saatlerinde burda geziyorum. O gece şansıma bir kaç erkek ve bir kaç kız böyle oturmuş içiyorlardı. Hepte beni bulur zaten. Neyse tek başıma olunca beni de yanlarına davet ettiler, katıldım. İçki, sohbet, makara derken sarhoş olduk. Sarhoş olunca ağızlar bozuldu tabi. Yanlarında duran kızlara sataşmaya başladılar neyse, kızlar kalkıp gitti. Bende usulca gitmeye çalışıyorum. Bunlar başladı kavga etmeye. Saçma sapan bir kavga, ne olduğunu anlamayacak kadar sarhoşlar, ne dediklerini bilmiyorlar ama bildiğin gürültülü bir şekilde kavga ediyorlar. Birden dövüşmeye başladı bunlar, o kafayla araya girip ayırmaya çalışıyorum bende bana neyse. Arada kalınca dayağı yine ben yedim tabi, sabah bir uyandım balonda uçuyorum. "
Her seferinde bu kadar büyük kahkaha atmam normal mi? Çünkü ağzım ağrımıştı. Allah'tan karnımı tutuyordum da düşmedim. Ne kadar komik bir adamdı. Ediz gülerken yine başını eğiyordu. Gerçekten çok tatlıydı, inanılmaz derecede tatlı görünüyordu gözüme.
Biraz sonra yüzünü bana döndü. Gülmekten sulanan gözlerime bakıyordu.
"Kocaman yeşil gözlerin var. Beyaz tenine çok yakışıyor, uzun karamel saçların var. Bir de ince uzun parmakların, ellerin çok güzel. Beni etkileyen bir ellerin, bir de gözlerin oldu. Galiba artık gitmem lazım."
Ona anlamsız bakışlar atarken o başını çevirdi.
" Niye söyledin bunları? " Kendime engel olamayıp sordum.
" Bilmem "dedi tekrar bana dönerek." Unuturum çünkü. "
" Hasta mısın! "dedim korkarak.
" Hayır, İstanbul'a dönünce sorumluluk başlıyor. "
Uzun bir bakışma yaşıyorduk. Konuşmadan. Onun kolunun altında, haddinden fazla yakın, dünyada yaşadığım en anlamlı an bu olmuştu.
" Birde" dedi boşta kalan elini yanağıma koyarak. Baş parmağını dudaklarıma değdirdi. "Pembe dolgun dudakların var." Diyerek iyice sokuldu. Dudaklarıma nefesi değerken dudaklarıma bakıyordu. "Özür dilerim" dedi ve dudaklarıma kapattı dudaklarını. Sadece öptü. Veda busesiydi bu. Çünkü bu an daha önce yaşadığım o kötü tecrübeden çok uzaktı. Anlamlı. Derindi. Adım gibi.
Yine hiç konuşmadan günün doğuşunu izledik. Sabahın ayazı hissediliyordu ama sadece ellerim üşüyordu. Başka bir şey söylemeden güneş yüzünü iyice çıkardı. Manzara sabahı selamladı ve biz usulca kalktık. Elimi tuttu bu defa. Yavaş yavaş indik yine bir yüksekten. Usul usul yürüdük.
"Nerde kalıyorsun" oldu dakikalar sonra söylediği tek şey.
"Ben giderim burdan" dedim durarak. Bana dönerek elini çekti.
"O zaman hoşçakal" dediğinde sadece başımı salladım bakışlarımı kaçırarak. O yavaş yavaş uzaklaşmaya başladığında bir kere bile arkasına bakmazken ben o gözlerimin önünden kaybolana kadar baktım. Sonunda geceden beri izlediğim manzaranın tam ortasında tek başıma kaldım.
Tuhaf bir şekilde duruldum. Kızların yanına giderken içim hiç olmadığı kadar boşluktaydı. Sessizce kaldığımız odaya girip yatakta yatan arkadaşımın yanına yattım ama gözlerimi kapatmaya cesaret edemedim.
Ediz bir günümü günlerce yaşasam asla yeri dolmayacak bir anıyla doldurdu. Belki onu bir daha görmeyecektim ama yaşadığım bu günü de asla unutmayacaktım. Parmaklarım dudaklarıma gitti. Hangisine hüzünlensem bilemedim. Ellerim, gözlerim, dudaklarım onun sözleriyle anlam kazandı sanki. Daha önce sevgilim oldu, hatta öpüştüm de ama bu nasıl bir şeydi.
Hep bir heyecanın peşine takılan ben, ilk defa beklemeye karar verdim. Bu değişikti. Sonunda ne olacaktı, bilmiyordum.
*
Eve döndüğümde hâlâ uykusuzdum. Kendime kahve yapıp salonda koltuğuma oturdum. Ediz'i saatlerdir düşünüyordum. Aslında sadece onunla geçen saatlerimizi düşünüyordum. Tekrar tekrar gülüyor, tekrar tekrar öpüyordu beni sanki. Bunun anlamı neydi ki aklımda kocaman bir yeri vardı artık. Gerçek dünyaya dönmemi engelleyen tuhaf bir gevşemişlik. Oysa ders çalışmam gerekiyordu. Yarın yine sınavım vardı ve gerçekten zorlandığım bir dersti.
Halamı aramak istedim, belki ona anlatmam lazımdı bilmiyordum. Yapmadım ama. Sadece oturduğum yerde onu düşündüm. Kahvemi içmeyi unuttum, gözlerim kapanıyordu. Uyurken son düşündüğüm yine beni öptüğü an olmuştu.
Telefonumun sesiyle uyandım. Uyku sersemi telefonumu aramaya koyuldum. Sesi takip ederek çantamın yanına gittim ama ses kesildi. Telefonumu çıkardığım da kilit ekranı bildirimlerlw doluydu. Çağrı, mesaj sayıları fazlaydı ve saat akşam sularını gösteriyordu.
Ediz çoktan İstanbul'a varmıştır. Ekrana bakarken bile aklıma geliyordu. Elimde çalmaya başladı telefon, halam arıyordu. Rutin bir arama diye düşündüm. Açtım.
"Halacığım, iyiyim, uyuyordum" diyerek yattığım koltuğa geri döndüm.
"Derin" dedi endişeli bir sesle. "Fırat abiyi tutukladılar" dediğinde bir problemimiz olduğunu hatırladım ve babamın çözemediği sonun bu olduğu artık bariz bir şekilde belliydi.
Beklenen yolculuk başladı. Eve yolculuk tahmin ettiğimden de erken olmuştu. Bilmiyordum bunun bir felaket olduğunu. Düzen içinde geçen yıllarımızın sessizliği, aslında düzenin bozulduğunu anlatan çığlıklara karıştı. O gün hayatımız karardı, yani benim hayatım...
***
Annemin hastalandığını duyunca nasıl yola çıktığımı bilememiştim. Uçaktan inip bir taksiye binmem bavulum olmadığı için çok kısa zamanda olmuştu. Babamın tutuklanması, annemin hastalanması işlerin hiçte yolunda olmadığını gösteriyordu. Annem bile bir çare bulamadıysa çok kötü günler bizi bekliyordu.
Evin önünde taksiden indim. Direk eve yürürken çantamda anahtar arıyordum. Beceremediğim gibi zile bastım. Kapıyı açan halam olmuştu.
"Hala, annem nasıl?"
"Salonda canım" Çantamı bir köşeye bırakıp salona koştum. Annem koltukta uyuyordu.
"Anne, ben geldim" dedim saçını okşayarak.
"Sakinleştirici verdi doktor" diyen halama baktım. Yüzünde çaresizlik vardı.
"Neler oldu hala, babaannem nerde?"
"Annem adliyede Kadir'le birlikte. Savcıya ifade veriyor Fırat abi."
Umutsuzca uyuyan anneme baktım. Uzun zamandır ilk defa bu kadar bitkindi.
"İkizler nerde?"
"Yan tarafa gönderdim, onlara söylemedik." Başımı salladım. Annemin yanağına yaklaşıp öptüm.
"Hala bende adliyeye gideceğim."
"Tamam canım, ben burdayım zaten." Aynı şekilde evden ayrıldım. Babamı görmeliydim. Annemin arabasına binip adliyeye giderken kafamda bir sürü soru vardı. Birden bire ne olmuştu da böyle oldu? Babam savcıya ifade verecek kadar nasıl karıştı?
Yaptığı hata neydi mesela? Babam nasıldı en önemlisi. Sabahtan beri susmayan telefonumu elime aldım, arkadaşlarım arıyordu. Ben Nevşehir'de havaalanına gidip, bilet bulup, uçağa binene kadar sabah olmuştu ve sınav saati gelmişti ve telefonum bu yüzden susmuyordu.
Adliyeye girip babaannemin ismini verip içeriye girdim. Babamın ifade verdiği salona çıktığımda Kadir eniştemi gördüm.
"Derin, ne işin var burda?" derken bile kollarını açıp sarılmayı ihmal etmedi.
"Babam nasıl enişte?"
"Nasıl olsun işte."
Bende Kadir eniştem gibi beklemeye başladım. İçeride ne konuşuluyordu deli gibi merak ediyordum. Beklerken halamla mesajlaşıyordum. Volta atmaktan sıkıldığım anda kapı açıldı. Babaannemi değilde yüzünde ki üzgün ifadeyi gördüm önce.
"Babaanne, babam" demeye kalmadan babamı elleri kelepçeli bir şekilde çıkarken gördüm. Gözlerim hızla dolarken, şaşkınca ellerine bakıyordum.
"Kıvırcığım" diye seslenen sesi yorgundu.
"Baba" dedi inanmayan sesimle. "Bu ne?" diye sordum kelepçeyi göstererek. Babam yüzünü eğdi. O an dünyam başıma yıkıldı sanki. Bütün umutlarım beni terk etmiş te, çırılçıplak kalmışım gibi geldi. Sarılmak için kollarımı açtım ama daha adım atmadan durduruldum.
"Dokunmak yasak!"
Ben mi? Ben mi dokunamazdım? Babama sarılamaz mıydım?
"Kızı o, sarılsın" diye çıkıştı eniştem. Kısa bir an için izin verdiklerinde sımsıkı sarıldım babama.
"Baba" dedim, ağlamaya başladım.
"Şş, kıvırcık bir şey yok. Ağlama canım, lütfen." Sesi titredi, biliyordum. Her zaman o güçlü yapısının altında dünyanın en narin insanıydı o da, annem gibi.
"Annene iyi bak, üzülmesin tamam mı?"
Kollarımız ayrılınca hızla götürmeye başladılar. Korkunca nasıl bağırdığımı bilmezdim çoğu zaman ama bu defa sesim kısılmıştı sanki. Adım atamadım orda, öyle bakakaldım. On sekiz yıllık hayatım boyunca bir yarım yamalak hatırladığım babam Emir Sayar, bir de babam gibi olan Fırat abi. Toplayınca en çok Fırat babam, en çok o. Çünkü onun yaptığı fedakarlıkları anlatmak mümkün değildi.
*
Saatlerdir öylece ne yapacağımızı konuşuyorduk ama bir isim sürekli tıkanmamıza sebep oluyordu. Annem ağlamaktan perişan olmuştu ve hâlâ ağlıyordu. Yanına oturdum.
"Anne, ağlama artık." Yüzüme bakıp, yüzümü okşadı. Onu anlamam mümkün değildi de, birbirlerine bakınca devleşen bir aşka sahipleri. Annem hepimizden daha kötüydü, çünkü söylemese de bir yolu olmadığını biliyordu.
"Şikayeti çok güçlü anne, yapacak bir şey yok işte "diye çıkıştı annem. Yine yüzünü cama çevirip ağlamaya devam etti. Kadir eniştem sıkılıp dışarıya çıktı. Bende peşinden çıktım.
" Enişte, kim bu adam, ne istiyor babamdan? "
" Keşke bir şey istiyor olsa, bu defa öyle kolay değil. "
Herkes umutsuzdu ama yapacak bir şey olmalıydı. Hiç felaket içinden çıkılamaz değildi. Bunu bana annem öğretti ama ilk defa çok umutsuzdu. Yarın duruşma vardı ve babamı ordan çıkaracak bir şey yok gibiydi...
Gece annemle birlikte yattım. Yorgun düşmüştü. Gözümü bile kırpmadan ne yapacağımızı düşündüm. Belki o adamla konuşsam şikayetini geri çektirebilirdim. Gece uyumayıp salona indim. Masanın üstünde duran kağıtlara bakarken Mehmet KARAYEL ismini gördüm. İş adamı, KARAYEL oteller grubunun kurucusuydu.
Sabahın ilk ışıklarıyla evden çıktım. KARAYEL holdingin önünde iş saatini beklerken yorgunluktan ve uykusuzluktan bayılacak gibiydim. Saat sekizi bulunca telefonum çalmaya başladı. Annem yokluğumu fark etmişti ama konuşmayacaktım. Babamı kurtaracak bir yol bulmadan eve dönmeye niyetim yoktu.
Arabadan inerken telefonu bıraktım. Hızla şirket kapısından içeriye girip danışmaya ulaştım.
"Merhaba, Mehmet KARAYEL ile görüşmek istiyorum." Kadın sanki ayıp bir şey söylemişim gibi yüzüme baktı.
"Mehmet bey burda değil hanımefendi, notunuz varsa iletebilirim."
"Muhatap bulun bana o zaman. Mehmet beyin ailesinde herhangi biri" diye söylerken sesim haddinden fazla yüksek ve itiraz istemeyen tondaydı.
"Asansöre binip 20. kata çıkın, yardımcı olacaklardır."
Hızla asansöre bindim. Yukarıya çıkarken kafamda bir sürü şey vardı. Söyleyeceklerimi düşündüm, onlardan herhangi birini ikna etmeye çok kararlıydım. Babamı kurtarmam gerekiyordu. Eğer kurtaramazsam annemi kaybedebilirdik.
Çıktığım katta bir asistan, sekreter aramaya başladım. Çok sakin bir kattı ve görünürde kimse yoktu. Uzun koridor boyunca çıkan tek ses sıkıntılı nefes seslerimdi. Koridorun ucunda birini buldum. Sekreter olmalıydı.
"Mehmet KARAYEL ile görüşmek istiyorum."
"Mehmet bey burda değil hanımefendi, kimsiniz?"
"Ben Derin SAYAR, ilgili biriyle görüşmem lazım."
Artık sinirimi kontrol edemiyordum. Sekreter bana, ben ona bakarken ne kadar kararlı olduğumu görüp ayağa kalktı.
"Burda bekleyin" diyerek az önce yürüdüğüm koridoru gitmeye başladı. Uzun koridor boyunca peşinden baktım. Bir odaya girdiğinde yerimde duramaz bir şekilde kısa adımlarla volta atıyordum.
Aynı sekreter az önce girdiği odadan çıkıp bana doğru gelmeye başladı. Yüreğim kuş gibi çırpınırken ağzından çıkacak kelimeleri düşündüm.
"Sizinle görüşecek bir ilgili yok malesef, size iyi günler" diyerek beni kendince postalamaya çalıştı ama bir hışımla az önce girdiği odaya doğru yürümeye başladım.
"Hanımefendi, oraya giremezsiniz" diyordu ama tabi ki de girebilirdim. Hatta çok hızlı bir şekilde girip kapıyı kapattım. Kocaman odanın bir ucundan telefon kulağında, öfkeli bir şekilde volta adam takım elbiseli bir adam gördüm. Beni fark etmesini bekleyecek değildim, zamanım yoktu ve üzerine yürümeye başladım.
Ben yürüdükçe burnuma dolan koku bana Ediz'i hatırlatmıştı ama elbette şimdi onu düşünmeyecek.
"Ne demek çıkamıyor, lan siz beni delirtecek misiniz?" dediğinde olduğum yerde durdum. Gözlerim kocaman açılırken bunun bir şaka olmasını istedim. Duyduğum sesi anında tanıyan kulaklarım bile en az benim kadar şaşkındı. Öfkeyle bana dönen adam Ediz'in ta kendisiydi ve onun yüzünde şaşkınlık yoktu.
Mümkünse eğer beni öldürmek ister gibi bakıyordu. Telefonu kulağından indirdi yine de düzeltmedi bakışlarını. Kara gözleri kararmıştı, gerilen yüzünde beni öperken ki o adamın yüzünde olan sevecenliği aradım yoktu.
O an anlamıştım. Bizi ikinci kez bir araya getiren kaderin, bize kötü bir sürprizi vardı...