Dila, bir kez daha duvardaki saate baktı. En son ne zaman böyle gergin hissettiğini hatırlamıyordu. Babasının çoktan gelmiş olması gerekmiyor muydu? Sonuçta aklına estiği için öylece çıkıp gelmiş ya da basit bir ziyaret için geçerken uğramış değildi; sınır dışı edilmişti. Aklından geçen düşünce sabırsızca göz devirmesine neden olurken bir kez daha tekrar etti. Resmen sınır dışı edilmişti. Normal şartlar dâhilinde, Saim Kırcalı bu haberi aldığı gibi yanına gelmiş olurdu ama kız, saatlerdir babasının gelmesini bekliyordu ve beklediği süre uzadıkça, aklına olmasını hiç istemediği ihtimaller gelmeye başlamıştı. Bu gecikmenin, Kemal’le bir ilgisi olabilir miydi? Aklından böyle bir ihtimali geçirmek bile nefesinin kesilmesine neden olurken gözlerini kapatarak elini kalbine bastırdı.
Dönüşünün nelere sebep olacağını şimdiden öngörmesi elbette mümkün değildi ama birilerinin, özellikle de Ali Kemal Barut’un canının yanmasına sebep olmayı asla istemiyordu. Yedi yıllık sürgününün başlangıç noktası da tam olarak buydu; babasının, Ali’ye bir zarar vermesini engellemek. Bakışları, pencereden görünen geniş bahçeye kaydığında ürpererek nefesinin tuttu. Tek bir noktaya dalıp gittiğini fark etmeden zihnindeki görüntülerin, kulaklarında yankılanan sesler, bilhassa kendi çığlıkları ile birleşerek içinde derin bir titreyişe sebep olduğunu hissettiğinde irkilerek gözlerini kapattı. Kirpiğinden kayıp yanağı boyunca süzülen bir damla gözyaşına kadar, gözlerinin dolduğunun dahi farkında değildi.
Neler olduğunu dün gibi hatırlıyordu ama üzerinde düşünmemeyi tercih etti. Bugün olsa yine aynı şekilde davranırdı ama bundan sonrası için önemli olan, geçmişte neler yaşandığı değil, şu anda neler olacağıydı. Babasının bu yaşananlara, geri dönmüş olmasına, üstelik kalmak istemesine nasıl bir tepki vereceğini bilmiyordu; hatta bu konuda en ufak bir tahmin dahi yürütemiyordu. En iyimser bakış açısı, kısa bir süre için de olsa adamın, burada kalmasına ses çıkarmaması olurdu ki genç kadın ilk etapta, bu kadarına bile razıydı. Dönüşüne, Ali’nin nasıl bir tepki vereceği ise tam bir muammaydı. İşin aslı kadın, adamın onu kollarını iki yana açarak karşılamayacağını adı gibi biliyordu ama yine de iflah olmaz bir umutla böyle bir karşılama hayal etmekten kendini alamıyordu.
Ayrılıklarına neyin sebep olduğu, onun kadar Ali’nin de malumuydu. Dila kenardaydı; kenarda olduğunu ve tüm o karmaşanın içinde, nefessiz kalırcasına yalvardığını, kollarını bir kelepçe gibi sıkıca kavrayan ellerin tutsaklığından kurtulmak için deli gibi çırpındığını, ciğerleri sökülene kadar ağladığını ve çok daha fazlasını, her şey sanki biraz önce yaşanmış gibi net bir biçimde hatırlıyordu. Kemal’in başına ise, bir silah dayanmıştı; tam şakağının üzerine. Silahın soğuk namlusu ona çevrilmiş gibi ürperirken, gözlerini kapatarak beceriksizce nefes almaya çalıştı. O kıyametten nasıl olup da ikisinin de sağ salim çıktığına, hala inanamıyordu. Üzerinde durmamaya karar verdi, düşünmeye devam ettikçe kendini daha kötü hissediyordu.
Geniş salonun mermer zemininde duyulan ayak sesleri, düşüncelerini dağıtmasına yardımcı olurken derin bir nefesle toparlanarak başını kaldırdı. Babasıyla göz göze geldiğinde, hızla ayağa kalkarak gergin parmaklarını önünde birleştirip beklemeye başladı. Üstelik ne beklemesi gerektiğini bile bilmiyordu. Saim Kırcalı, ağırlığının çoğunu bastonuna vererek ağır adımlarla yanına ulaştığında kızına hasretle sarılarak sarı saçlarına derin, sevgi dolu, sıcak bir öpücük kondurdu. Dila nasıl gerildiğini, adamın kolları etrafına sarıldığında fark ederek, sessiz bir iç çekişle gözlerini kapattı. Kaskatı kesilen omuzlarının gevşediğini hissederek, ağlamak için duyduğu karşı konulması güç ihtiyaçla sızlayan burnunu yaşlı adamın göğsüne bastırdı.
Uzun bir sarılmanın ardından kendini geri çekerek dikkatle kızının mavi gözlerine baktı adam. “İyi misin?”
Dila, babasının sesindeki telaşı fark ettiğinde, dolan gözlerini umursamadan gülümsedi. “İyiyim.”
Saim Kırcalı, ne günler gördüğünü belli eden yaşlı elleriyle kızının ellerini kavrayarak onu da kendiyle birlikte üçlü koltuğa oturttuktan sonra dönüp bakma gereği duymadan, adamın tam arkasında beklediğini bilmenin emniyetiyle “Vedat,” diye seslendi. “Söyle de bize iki, sade kahve yapsınlar.”
“Baş üstüne.”
Vedat’ın adım sesleri giderek uzaklaşırken, derin bir hasretle bezenmiş gülüşünün yüzünün çizgilerine sirayet etmesine izin vererek uzun uzun Dila’yı izledi. Kızından ayrı geçirdiği yedi yıl, sanki ömründen yetmiş yıl götürmüş gibiydi. Sinan’ın vefatının üzerine, bir de Dila’nın yokluğu yüreğine ağır gelmişti. Şu yaşına gelene kadar çok şey görüp geçirmişti; dostluğu da düşmanlığı da, ihaneti de sadakati de, kavgayı da kıyameti de, ölmeyi de öldürmeyi de, hesabı da hesaplaşmayı da ancak hiçbiri, evlat acısı kadar belini bükmemişti. Sinan’ın cansız bedenini morgun çekmecesinde gördüğünde, sanki onun canı da derin bir azapla ağır ağır gövdesinden çekilmeye başlamıştı; hala da çekilmeye devam ediyordu.
Yorgunca soluklandıktan sonra bastonunu düzelterek bakışlarını kızına çevirdi; neler olup bittiğini biliyordu ama bir kez da ondan dinlemek istiyordu. “Anlat bakalım, neler oldu?”
Dila derin bir nefesle babasına bakarak anlatmaya başladı. “Yanımızda çalışan kız, torbacılık yapıyormuş. Zulası da bizim sanat galerisinden çıkınca polisler galeriyi mühürledi. Uyuşturucu konusunda epey sert bir politika izliyor hükümet. Yanımızda çalıştığı için bütün izinlerini iptal edip Blanca’yla beni sınır dışı ettiler,” dedikten sonra çaresizce çattığı kaşlarıyla omuzlarını kaldırıp indirerek gürültüyle iç geçirdi.
Saim Kırcalı düşünceli bir tavırla kaşlarını çatarak “Kıza ne yaptılar?” diye sordu.
“Şartlı çıkmıştı zaten,” diye cevap verdi Dila. “Hapse girmiştir muhtemelen.”
Adam, kızının saçlarını şefkatle okşayarak geri iterken, uzanıp şakağına derin bir öpücük kondurdu. “Bununla gelmiş geçmiş olsun. Sıkma canını.”
Dila kendini geri çektikten sonra, kararsızca bakışlarını kaçırarak sıkıntıyla iç çekti. Burada kalmak istediğini nasıl söylemesi gerektiğini bilmiyordu ama söylemezse, babasının onu yarın başka bir ülkeye göndermesi işten bile değildi. Adam, Dila’nın da gayet iyi bildiği sebeplerden ötürü Ali ile arasındaki husumet devam ederken, kızının burada olmasını istemiyordu. Oysa Dila’nın burada kalması gerekiyordu. Bunca yıldan sonra, eğer babası hala Ali’yi çekip vurmadıysa – ki kız, adamın verdiği söze sadakat gösterdiğini biliyordu – belki de aralarındaki düşmanlığın son bulması için hala bir şansları olabilirdi; kim bilir? Dila, bu ihtimale inanmayı tüm kalbiyle istiyordu. Çünkü öteki türlü, babası ile sevdiği adam arasındaki savaşın ortasında ufalanıp gideceğine neredeyse emindi.
Bunu söylemenin kolay bir yolu olmadığına karar verdiğinde, “Baba, ben kalmak istiyorum,” diyerek tek nefeste söyledi.
Yaşlı adam itiraz edecek gibi oldu. “Dila…”
“Baba, lütfen,” dedikten sonra adamın ellerine tutunarak çaresizce devam etti. “Ben artık bir başıma olmak istemiyorum. Evimden, sevdiklerimden uzakta yaşamak istemiyorum.”
Adamın cevap vermek için aralanan dudakları, zeminde duyduğu ayak sesleri nedeniyle kapanırken, elinde iki kahvenin olduğu tepsiyle Vedat önden, evin emektar kâhyası Latife ise adamın arkasından geliyordu. Saim Kırcalı’nın meseleyi nasıl karşılayacağını bilmedikleri için evdeki çalışanlar, çok istemelerine rağmen o gelene kadar kızın yanına yaklaşamamışlardı. Şimdi yaşlı adam eve geldiğine ve herhangi bir olağanüstü durum yaşanmadığına, mesela kıyameti koparmadığına göre Dila’yla hasret gidermelerinde herhangi bir sakınca olmadığını düşünmüşlerdi. Bu nedenle de Latife önden gelerek ortamdaki havayı kontrol etmek istemişti. Vedat, son derece saygılı bir tavırla kahveleri önlerine bıraktıktan sonra geriye çekilerek ayakta beklemeye başlamıştı.
Bu sırada Dila, Latife’nin onun arkasında olduğunu fark ederek hızlıca ayaklandı. Annesi, o iki yaşındayken vefat ettiği için neredeyse bu emektar kâhyanın elinde büyümüştü. Öne doğru büyük bir adım atarken kollarını öne uzatarak “Latif anne,” diye seslendi.
Kadın, Dila’yı hızlıca kollarının arasına alarak sevgiyle sarıp sarmalarken “Maviş kızım,” diye karşılık verdi.
İki kadın, sarılarak uzun uzun hasret giderdikten sonra ayrılarak karşı karşıya beklediler. Latife’nin bakışları hızla, Dila’nın üzerinde gezindi; nasıl da büyümüş, güzelleşmiş, olgunlaşmıştı. Dile kolay, yedi yıl geçmişti. Bir gece yarısı, yanına bir tek çöp dahi almadan, büyük bir suç işlemiş gibi, sürgüne gider gibi evini, şehrini, sevdiklerini ardından bırakıp gidişi Latife’ye öyle dokunmuştu ki dolan gözleriyle uzun uzun kızı izledi. Elleri, gerçekliğinden emin olmak istercesine Dila’nın kollarında, omuzlarında, yüzünde gezinirken kıza duyduğu sevgi, dokunduğu yerde çiçekler açılmasına neden oluyordu sanki. Şefkat, parmak uçlarından ılık bir su gibi akıp kızın damarlarına karışıyordu. Dila, uzun zamandır böyle derin bir sevgiyle dokunulmayan teninin sızlayarak inceldiğini hissediyordu.
“Nasılsın?” diye sordu fısıldayarak, daha güçlü bir ses çıkarmaya uğraştığı ilk anda ağlamaya başlayacağını biliyordu. “İyi misin?”
“Asıl sen iyi misin?” diye karşılık verdi kadın. “Güzel kızım benim.”
“İyiyim.” Kısık sesinin, yeterince ikna edici çıkmadığını fark ettiğinde bir an için çattığı kaşlarını düzelterek öne uzandı Dila, yaşlı kadının yanağına peş peşe birkaç öpücük kondurduktan sonra gülümseyerek yüzünü geri çekti. “Şimdi çok daha iyiyim.”
“Latife, yeter ağlaştığınız.”
Babasının tatlı sert çıkışı, gülümseyerek kadından uzaklaşmasına neden olurken elleri hızlıca gözlerindeki yaşları sildi. Bu sırada Latife çatık kaşlarıyla huysuzca Saim Kırcalı’ya döndü. “Yedi yılın hasreti, Saim Bey,” diye cevap verdi ölçülü bir meydan okumayla. Bu evde o kadar uzun zamandır çalışıyordu ki bu kadarına hakkı olduğunu düşünüyordu. Nitekim adam, söylediklerine karşılık sessiz kaldı. “Öyle kolay dinmiyor.”
“Artık artık bol bol hasret giderirsiniz.” Babasının söyledikleri, Dila’nın heyecanla bakışlarını ona çevirerek gülümsemesine neden olurken yaşlı adam bastonundan güç alarak ayağa kalktı. Dila’nın burada kalmasına izin vererek iyi mi yoksa kötü mü yaptığını bilmiyordu ama bunca yıllık hasretliğin yettiğinin o da farkındaydı. Ne kadar ömrü kaldığını bilmiyordu, kalan günlerini de kızından ayrı geçirmek istemiyordu. Ondan başka kimsesi kalmamıştı. Başıyla hızlı bir hareket yaparak Vedat’a, Latife’yi de alıp salondan çıkmasını istediği bir hareket yaptıktan sonra Dila’yla baş başa kalana kadar bekledi. Sonunda, bunun ciddi bir uyarı olduğunu anlatmak istercesine havalanan kaşları ve kararan gözleri ile “Bu arada, Melike,” diye mırıldandı.
Melike? Babası ona bu şekilde, yanı Ali’nin seslendiği gibi seslenmeyi genelde tercih etmezdi. Kız, adamın hitabındaki değişikliği fark ettiğinde omurgasını takip eden derin bir ürperti hissederek gözlerini babasına çevirdi.
“Artık sana karışacak değilim.” Kız, bunun Ali Kemal Barut için kurulmuş bir cümle olduğunun farkındaydı. Sessizce devamını beklemeye başladı. “Ama o gün geldiğinde, Kemal’le aramıza girmesine izin vereceğim tek şey bir silah olacak.”
“Baba…”
“Namlusu kime dönük olur, Allah bilir. Sen bizim aramıza girmeyeceksin.” Kız, ne diyeceğini bilemeden dudaklarını kararsızca kıpırdattı. Böyle bir şey için söz vermesi mümkün değildi. Yine de babasına itiraz etmesinin, şu anda ona hiç yardımı dokunmayacağından sessiz kalmakla yetindi. Adam da ondan, söze dökülecek bir cevap beklemiyor olacak ki bununla yetinerek başını salladı. “Öyleyse, evine hoş geldin kızım.”