bc

ŞEHLA +18

book_age18+
4.1K
TAKİP ET
18.4K
OKU
HE
second chance
small town
like
intro-logo
Tanıtım Yazısı

"Yanıyorum..." diye fısıldadığında gözlerim daha da irileşti. Başını hafifçe yana eğerek gözlerimin içine büyük bir açlıkla baktığında yutkunarak adem elmasını gösterdi bana. Gözlerim açıkta kalan göğsüne değdi, damağımın yavaş yavaş kuruduğunu hissettim. Kalbim adeta ağzımda atıyordu, yüzüm kıpkırmızı kesilmişti. Zira dudaklarım zonkluyor, midemde tuhaf bir kıpırdanma hissediyordum. İçim gıdıklanıyordu sanki kulaklarım uğulduyordu.

"İsteyerek yapmadım..." diye fısıltıyla konuşurken birden çenemi kavrayan parmakları yüzümü kendine doğru kaldırdı.

Kıpırdanmadığımı fark edince dişlerini birbirine sürttü. Dilinin ucu ile alt dudağını yalayarak kirpiklerini usulca araladı. "Şuan ne kadar kötü bir durumda olduğumu anlayamazsın, zar zor duruyorum. Şimdi kalk altımdan." dedi, dili bu sözleri zorlukla söylüyor gibiydi.

"Yiğit..." diye ismini fısıldadığımda yüzü yüzüme sanki mümkünmüş gibi daha da yakınlaştı. Burnumun ucu burnuna değdi. "Elini tutup, yaslamak istiyorum." dediğinde, tir tir titredim bedeninin altında.

Aklıma sızan düşünceler ile utandığımda, kasıklarıma doğru inen sızıyı hissettim. Sebepsizce bu sızı tüm bedenimi uyardı. Dudakları yanağıma çarptı, sıcak nefesini bilerek üfledi oraya. "Sadece küçük bir dokunuş beni ne hale getirdi görmek ister misin?" diye arsızca dillendirdiğinde onu vurup altından kaçmam gerekiyordu ancak hiçbir şey yapamadım. İnme inmişti galiba bana.

Parmaklarım kemerine takılınca hırıltılı soluğunu duydum. Zor dayanıyor gibiydi. Avuç içimi kendi bedenine denk gelecek şekilde çevirerek kendini ansızın avuç içime yasladığında boğazım düğümlendi. "Sikeyim!" diye yüksek sesle adeta kükrediğinde, dudaklarından büyük bir inilti kaçtı.

chap-preview
Ücretsiz ön okuma
1.BÖLÜM
İKİ YIL ÖNCE / 1952 “Bir dalda, iki kiraz…” Genç kız, dalından kopardığı kirazları güzel gülüşünün eşliğinde kulağına küpe niyetine taktı. Kirazın sapları kulağına sürtünürken, topları da tenine vuruyordu. Uzanıp bir tane daha kiraz aldı eline diğer kulağının arkasına sıkıştırdı. “Biri al, biri beyaz…” diye kendince türküsünü seslendirmeye devam etti. Toprağa basmaktan, tarlada çalışmaktan nasırlaşmış topuklarını umursamadan daldan sarkıttığı bacaklarını sallamaya devam etti. Şen kahkahaları ağacı dolduruyor, kiraz ağacına vuran hafif rüzgar saçlarını uçuşturuyordu. Esra, ağacın tepesinde görünen uzaktaki köyün kızıydı. Bir garip babası ve anası vardı. Babası, kasabanın beylerinden birinin evinde kahyaydı, anası ise hizmetli. Durumları iyiydi vesselam, Esra küçücük şeylerle bile mutlu olan, sevinen bir kızdı. Taşı, toprağı, suyu seven, elinden geldikçe çalışmaya gayret eden hamarat bir kızdı. Henüz daha on yedinci baharını görmüştü, anası öyle demişti. Küçücüktü ama talibi de çoktu bu güzel kızın. Kestane rengi gibi saçları vardı. Daha evvel hiç kestane görmemişti emmi anası ona benzetirdi saçlarını. Kestane saçlı kızım derdi, Esra gülerdi. Saçları belinin altına uzanıyor, kalçalarına değiyordu. Güneşin altında kızarmış teni, kestane saçlarıyla aynı rengi taşıyordu. Esra’nın kumral, esmer bir teni vardı. Vesselam güzel kızdı, kıtlıktan dolayı biraz kıt kanat geçindikleri için zayıf bir kızdı. İncecik bir beli vardı, daha olgunlaşmaya yeni yeni başlıyordu ama şimdiden köyün birkaç yiğidinin gözüne kestirdiği kızdı ama Esra güzel olduğu kadar inattı da. Keçi inadından kimseye ne bakar ne de baktırırdı kendini. “Sallasana, sallasana mendilini… Akşam oldu göndersene sevdiğini…” Kirazlardan birini dudaklarının arasına alıp yediğinde o bilindik tat ile gözlerini yumdu. Tam o an bir rüzgar esti kızın güzel yüzüne, çilleri güneşin altında belirginleşti. Dudaklarında bir tebessüm peydah oldu. Mutluydu kız, hem de çok. “Kiraz, sen böyle güzel meyve verirsen ben hiç üstünden inmem ha, bilesin!” diye konuştuğunda ağaç sanki onu duymuş gibi rüzgarın esintisi ile kıpırdadığında güzel kız gülümsedi. Akan dereye bakıp iç çekti, dudaklarındaki kiraz ile başını dala yaslayıp gözlerini yumdu. Genç kız kendi halinde ağacın üstünde tepine dursun, az uzakta yolda giden bir motor sesi ile kum dolu yolda birkaç ses yankılandı. Şoför gözlerini yoldan ayırmadan arabayı sürerken arkasında oturan adamı fabrikaya yetiştirmek için gaza yüklendi. Beyi bugün sinirli ve kabaydı. Gerçi her zaman ki haliydi ona göre. Bir kere ketum yüzünü gülerken görmemişti. “Daha hızlı sür Yahya! Senin yüzünden geç kalacağız.” Adam, duyduğu gür sesle dikkatini toplamaya çalıştı. “Hemen ağam!” dedi, bir kez daha ayağını gaza yüklemişti ki o an motordan bir ses geldi. O işte kader ya, tam da bizim kiraz ağacına yakın bir yerde, derenin kenarına biraz uzak olan yolda araba bozuluverdi. “Ne oluyor Yahya Efendi?” dedi adam, güneşin sıcağının altında camdan içeri esen rüzgarın, arabanın yavaşlamasıyla kesilmesine sinir olmuştu. “Bilmiyorum beyim, bozuldu herhal. Bir inip bakayım.” Adı gibi yiğit olan bu bey, sinirden arkada köpürürken araba tamamen durdu. Yahya Efendi aceleyle arabadan inerek ön kaputu açtı, açması ile içinden çıkan dumanlar ile güneşin altında daha da yandı. Yiğit Bey, arabanın içinde sıcaktan yanmış olacak ki arabanın kapısını açıp, indi. “Çalışmayacak mı?” “Durum vahim beyim. İşi biraz uzun sürecek. Dereden su getirmem gerek, siz oturun ben hallederim çabucak.” Yiğit Bey, ketum suratı ile sirke satıyordu. Yahya Efendi’ye köpürmemek için arkasını dönüp sahibi olduğu topraklara baktı. Şehrin ileri gelen beylerindendi Yiğit Bey. Hatırı sayılır biriydi, çok da malı vardı. Şehir dışından geleli çok olmamıştı, daha bir iki gece önce gelmişti memleketine. Buralarda tanınır, bilinirdi. Aldığı, babasından kalan tarlaları biçmiş, fabrikanın başına geçmişti. İşini de iyi yapardı Yiğit Bey. Etrafta herkes onu sever, sayardı. Kasabanın içinde, ailesinden yadigar olan konakta yaşardı. Annesi, bir de erkek kardeşi ile koskoca konakta yaşarlardı. Rüzgar esintiyle sert çehreli yüzüne vurduğunda güneşin altında biraz daha yandı adam. Siyah kuzguni saçları, rüzgarın etkisi ile alnını açıkta bıraktı. Kısa sakalları, esmer teni ve kalıplı, iri gövdesi ile tam bir yiğitti. Yaşına göre olgun bir adamdı ancak o olgunluk asla kalbine geçmemişti. Henüz. “Yiğit Bey’im arabada oturun isterseniz, ben çabucak hallederim.” Yahya Efendi, adamın düşüncelerinin arasına pat diye girince Yiğit Bey az uzakta tüm bu sıcaklığı kurtaracak, sanki bir serap gibi görünen ağaca baktı. İrice, geniş dalları olan bir ağaçtı. Biraz o serinlikte oturmalıyım diye düşündü. “Az ilerideki ağacın oradayım, işin bitince seslen.” Yahya Efendi, başını sallamakla yetinirken Yiğit Bey ise adım adım sıcak esen rüzgarın ve güneşin altında ilerledi kiraz ağacının yanına. Her adımı onu kaderine götürürken bundan bir haberdi adam. Henüz ağacın yanına gelmişti ki kulaklarına bir türkü değdi. “Bahçalarda mor meni, Verem ettin sen beni.” Adam duyduğu ses ile adımlarını duraksatırken ağacın etrafına baktı, ancak kimseyi göremedi. Duyduğu bu ses öylesine güzeldi ki, durup dinlemek istedi istemsizce. O an bir soluk işitti. O ses yine doldu kulaklarına. “Nasıl verem olmayım, eller sarıyor seni. Eller sarıyor seni…” Ilık ılık içine akan sesi dinledi Yiğit. Az evvel şikayet ettiği güneş de rüzgarda başından gitmiş, aklını uçurmuştu adeta. Başını kaldırıp ağaca birkaç adım attı. O sıra kendini bulmaya çalışan sabırsız gözlerden uzak olan Esra, gözlerini uzak yerlere dikmiş, kirpikleri güzel ela gözlerini kapatmıştı. Kiraz yemekten kırmızılaşmış dudakları kıpırdanıyordu sadece. İşte tam o sıra gördü Yiğit Bey onu. Şehla’sını. Dalın üzerinde oturmuş, açılmış eteğini umursamadan bacaklarını hafif hafif sallayan kızı buldu bakışları. Koyu kahveleri istemsizce, kendine yakışmayan bir davranışta bulunarak kızı inceledi. Üzerinde kırmızı, çiçekli bir elbise vardı. Elbise rüzgardan sıyrılmış, bacaklarını ortaya seriyordu ancak Yiğit onu tamamiyle göremedi çünkü dallar güzel yüzünü görmesini engelliyordu. Yiğit Bey, kızın yüzünü görebilmek için bir adım atmıştı ki, ayaklarının altındaki çıtırdayan dal onu ele verdi. Esra, kirpiklerini aralayıp telaşla aşağı baktığında kendini izleyen bakışlarla karşılaştı. İki genç göz göze geldi. Yiğit Bey, böyle bir şey başına gelse direk yüzünü çevirir, başını öne eğerdi ama o nasıl bir güzellikti? Allah, özene bözene yaratmıştı belli ki. İri iri açtığı ela gözleri ile kendine bakan kızın o güzel, küçük yüzünü inceledi. Kalın kalem gibi kaşlar, kiraz yemekten kıpkırmızı olmuş dudaklar, al yanaklar ve burnunun üzerine serpilmiş çiller… “Ne diye izliyon sen beni?” diye Esra, adama doğru öfkeyle baktığında Yiğit Bey kendine gelmeye çalıştı. Esra, karşısında gördüğü adamla bir anlığına nefesi kesilmiş sonra çabucak kendini toplamıştı. Peçesi de yoktu şansına, yüzünü de görmüştü bu edepsiz adam! Ne diye izliyordu ki? Dudaklarını araladı adam ama ne diyeceğini bilemediğinden tekrar kapandı. Küçük kız, kaşlarını çatıp huzursuzca kıpırdandı oturduğu dalda. “Kime diyom? Beni dinlemiyon mu sen bey? Ne diyo izliyon el kadar kızı, utanman yok mu?” dediğinde adam o an tamamen kendisini yanlış anladığını düşünüp konuşmaya çalıştı ancak Esra ondan önce davranıp daldan hınçla kopardığı kirazları adama doğru atmaya çalıştı. “Edepsiz adam! Git buradan, yoksa avazım çıktığı kadar bağırırım!” diye öfkeyle soluduğunda adam kafasına gelen kirazlardan kurtulmaya çalıştı. Elini başına süper ettiğinde içinden kendine lanet etti. Ne diye durup dinlemişse bu cazgır kızı? “Dur be hatun! Yanlış anladın, niyetim seni izlemek değildi.” “Kesin öyledir, namussuz seni! Edepsiz herif!” deyip birkaç tane daha kiraz atıp, dudaklarını büzdü. İnattı ama bu adam şimdi burada kendisine bir şey yapsa, kimsede yoktu etrafta. Kendini korurdu Esra ama adam daldan gibiydi mübarek. Öküzler mi büyütmüştü bu adamı ne? Heybete bak. “Ulan var ya! İnsene sen hatun aşağı?” diye Yiğit bugünkü sinirle başını kaldırıp ağaçtaki kıza baktığında Esra kaşlarını çattı. “İnem de ye beni değil mi? Sen oradan bakınca ne görüyon bilmem ama ben senin o bildiğin dilberlerden değilim. Var git yoluna bey!” Yiğit içine düştüğü karmaşayı anlayamadı. Nereden gelmişte bulmuştu bu kızı hiç bilmiyordu. “Hey Allah’ım sen bana sabır ver!” diyerek saçlarındaki kirazları elleriyle silkeledi. “Niyetim konuşmak. Bak oraya, arabam bozuldu bende dinlemeye geldim. Gelmez olaydım.” Esra, arkasında kalan yola doğru dönüp baktığında yolun kenarında duran arabayı gördü. Bir adam önünde durmuş bir şeylerle uğraşıyordu. İçine bir şüphe düştü. Doğru mu diyordu bu adam? “Essah mı diyon?” “Essah.” Esra önce bir adama sonra da havaya bakıp, ayağını dala yerleştirdi. Eve gitse iyi olacaktı yoksa anası gelir kiraz ağacına çıkar kendisi ile birlikte ağacı da keserdi. Yiğit kendisine inandığını düşündüğü hatuna baktı. Ağaç büyüktü, bu kuş kadar hatun nasıl çıkmıştı yukarı? Esra inip, çıkmakta zorlanmadığı ağaçtan yavaşça indi. Ayağını dala yerleştirip tek ayağını yere bastı. Kollarını ağaçtan çekmişti, arkasında kendisinden birkaç adım uzakta duran adama döndü lakin daha ayağını yere basamadan topuğuna batan diken ile öne yalpalandı. Düşmesin diyeydi Yiğit Bey’in yaptığı. Kollarını kızın çelimsiz, ince kollarına dolayıp kendisine çektiğinde küçük bir ses doldurdu etraftı. Kızı belinden tuttuğu gibi kendisine çektiğinde Esra’nın kafası, adamın koca göğsüne düştü. o anki telaşla adam onu tamamen kendisine çekmiş olacak ki Esra’nın ayakları adamın cilalı, parlak ayakkabılarının üzerindeydi. “Ayy!” diye inlerken acısından ne halde olduklarını görememişti kız. Adam, kızın acısı ile onu dikenli kısımdan uzaklaştırmak için bir adım geriye atmıştı ki iki genç bir anda duraksadı. Esra’nın uzun mu uzun saçları adamın sakallarına takılmıştı, adam burnundan içeri giren çiçek kokusu ile dolup taşarken genç kızın yanakları al al oldu. İnce beli, göğsü tamamen adama yaslıydı. Genç kız bu düşünceyle daha bir kızardı. Adam, burnundan içeri sızan kokuyla mest olmuş gibiydi. Bu nasıl bir koku, bu nasıl bir güzellikti diye geçirdi içinden. Cazgır bir hatundu belli ama kokusu ve güzelliği bu cazgırlığını örtüyordu. Az evvel bağırıp, şeytan taşlar gibi kendisini taşlayan kız şimdi kollarının arasındaydı. Esra, kafasını yasladığı o sert gövdeden çıkardı. O nasıl bir gövdeydi yarabbi? kuş sütüyle mi beslemişlerdi bu adamı? Koskoca gövdesinde bedeni o kadar küçük kalmıştı ki az önce bu adama kiraz attığına utanmıştı. Ya bir şey yapsaydı şimdi ona. Küçük kalbi korkuyla attı. O zaman Esra onun hayalarına bir tane geçirirdi! Başını kaldıran kıza baktığında, yüzleri ilk defa bu kadar yakındı birbirlerine. Kızın ela gözlerine, uzun kirpiklerine bakmadan edemedi. Az evvel uzaktan göremediği yüzü şimdi aklına kazıyacak kadar yakınındaydı. Gözlerinin, irislerinin içine dağılmış sarı ve yeşil tutamlara baktı. O gözler, Yiğit’in sonu olacaktı. Nasıl güzel olabilirdi bir göz? Bir bakış nasıl kalbini bu kadar hızlı attırırdı? Dudakları, iki kirazdı. Çilleri ise sanki onu daha da kendine çekmek ister gibi gözlerinin altına, burnunun üzerine özenle serpilmiş gibiydi. Küçük, yuvarlak bir yüzü vardı. Lakin o dudakları, Yiğit’in öpmesi için yalvarır gibiydiler. Adam atan kalbi ile kıza bakakalmıştı. Kız, adamdan beterdi. İlk defa eli bir erkek eline değmişti. Haliyle bedeni adamın bedenin kollarının arasında titriyordu. Adamın sakallarına baktı ilkin. Saçları o sakallardan ayrılmamaya yemin etmiş gibi tutunmuştu. Adam, Allah var çok mertti. Hayatında hiç böyle yakın, tek bakışı ile yangın çıkartan birine rastlamamıştı. Koyu kahve gözlerle kızı dikkatle izliyordu. Esra, adamın kendisini dikkatle izlediğini görünce bir an utandı. Kirpiklerinin arasından görünen gözlerini kaçırdı adamdan. Sonra fark etti ne halde olduklarını. Heyecanla atıyordu kalpleri. O istemeseler de birbirilerine mühürlenmişlerdi. Esra, heyecandan diken batan ayağını bile unutmuştu. Saniyeler, dakikalara, dakikalar da iki gencin birbirine bağlanmasını sağlamıştı. Esra adamın gözlerine bakmaktan kaçındı ve o an ne halde olduğunu fark etti. Gözleri yavaş yavaş irileşirken baldırının üzerindeki avucu fark etti. Adam o an kızı yakalamak için bir elini ince beline diğerini de baldırına yerleştirmişti. Esra, kiraz gibi kıpkırmızı kesilirken Yiğit kızın baldırını tuttuğunu fark edince elini ateşe değmiş gibi çekti. Daha evvel peçeli bir kıza bakmamışken şimdi bir kızın baldırını tutmuştu. “Çek elini!” diye silkelenip adamın göğsünü ittiğinde tek ayağının üzerinde kaldı kız. Bedeninin titrememesi için silkelendi. “Mendebur seni, utanmadan bi de oramı buramı elliyor!” “Hatun, düşecektin tuttum. Meraklı değilim oranı, buranı ellemeye.” Yiğit haklı olduğunu içten içe bilse de kızın bu durumda yanlış anlamasını doğru buldu. Kim olsa öyle düşünürdü. “Yok arabası bozulmuş da, bilmem neymiş de. Sen git salağa anlat bunları bey! Koskoca adamsın yalan söylemeye utanmıyorsun.” “Ya sabır!” diye hiddetlendi adam ama bir şey demedi. Kız son kez adamın yüzüne bakıp arkasını dönmüştü ki, adım attığında acıyla sızladı topuğu. Dudaklarından bir inilti çıkarken adam onun bu haline acıdı üzüldü. Ne de olsa kendi yüzünden böyle acele etmişti yoksa o dikene basmazdı. “Hatun dur da dikeni çıkartalım, böyle yürüyemezsin.” Esra acıyla yüzünü buruştursa da arkasını dönmedi. Bir adım daha attı. “İstemez. Ben hallederim.” Lakin beş, altı adım zor attı. Kendini bir kayanın üzerine zar zor bıraktığında adam yanına geldi. “Bırak da yardım edeyim.” “İstemez dedim anlamaz mısın sen?” “Yardım edeyim sonra giderim merak etme.” Adamın yüzüne kararsızca baktığında, Yiğit beklemeden arkasını dönüp dereye doğru gitti. Dereden sürekli su aldıkları için kenarda duran kovayı gördü. İçine biraz su koyarak kıza doğru geldiğinde oturduğu yerde öylece beklediğini fark etti. Kızın oturduğu taşın önünde eğilerek dizini yere yasladı. Kızın yaralı olan ayak bileğini tuttuğunda sesini çıkarmadı. Sessiz olunca ne güzel oluyor diye geçirdi adam içinden. Kızın toprağa bulanmış, kirli ayağına tiksinmeden baktı. Diken girmiş, biraz da kanatmıştı ama çok derin bir yarası yoktu. Kovadaki sudan biraz kızın ayağına dökerek önce ayağını usul usul yıkadı. O sırada uzaktan olanlara şahit olan Yahya Efendi, şaşkın şaşkın bakıyordu. Beyi bir kızın önüne eğilmiş, ayağını mı yıkıyordu? Ömrü hayatında beyinin böyle bir şey yaptığını görmemişti. O hatunlara bile bakmazdı. “Ayy, yandı!” diye acıyla cıyaklayan kıza baktı. Kızın acıyla kendisine baktığını gördüğünde içi ezildi Yiğit’in. “Geçer şimdi merak etme.” Kızın ayağındaki dikeni yavaşça çıkartıp, kanlı kısmı yıkadı. Yarayı bağlamak için kızın eteğinin ucunu biraz yırtıp, ayağını bağladı. Diğer ayağını da aynı şekilde yıkadı ve ellerini geri çekti. “Biraz acır ama çok büyük bir yara değil, geçer.” Esra, mırın kırın ede ede “Sağ ol.” diye fısıldadı. “Nerede yaşarsın sen? Bırakalım seni.” dedi başıyla arabayı gösterdiğinde kız arabaya ve önünde bekleyen adama baktı. “Yok ben kendim giderim. Sağ olasın.” Oturduğu yerden aceleyle kalkıp az evvel acıyan ayağının üzerine bastı, o kadar da acımıyordu artık. Adamın bir şey demesine izin vermeden arkasını dönüp giderken Yiğit ikilemde kaldı. “Hatun!” diye seslendi. Esra, arkasını dönüp dönmemek arasında kalırken, bir daha nerede göreceğim diye düşünerek baktı arkasına. “Ne?” diye kaba kaba cevap verse de adamın hoşuna gitmişti. “De bakayım adın ne?” dediğinde Esra, duraksadı. “Adımı her önüme gelene zikretmem. Var git yoluna!” diye cırlayıp, koşar adımlarla oradan uzaklaşırken giden kızın arkasından baktı Yiğit. Kız gözden uzaklaşıncaya kadar baktı. Tüm siniri, öfkesi bir anda uçup gitmişti. Dudaklarında tebessümle izledi öylece uzakları. Kızın yarasını iyileştirmişti. Peki ya sonra vereceği acıları? Onları kim iyileştirecekti? . BİR HAFTA SONRA / 1952 "Esra gel, molaya girdik." Esra kan ter içinde kalmış, derin soluklar alıp vererek elindeki küreği yere attı. Tarlada güneş tam tepede, yüzüne vuruyor, başına taktığı yemeni sayesinde güneşi biraz engelliyordu. Kendisine seslenen Emine'ye bakarak başını salladı. Herkes elindeki işi bırakarak molaya girmek için gölgelik veren büyük ağaçların altına ilerliyordu. Esra başındaki yemeni çözerek gevşetti. Alnındaki ter damlalarını silerek toprakta yürümeye başladı. Yüzündeki peçeyi çıkarmadan su dolu bidona ilerledi. Yüzündeki peçeyi güneş yüzün yakmasın diye takıyordu. Güzel beyaz yüzü, güneşte yanmasın diye. Para kazanmak için, tarla işine girmişti. Babası ne kadar yapma dese de Esra’nın içi el vermiyordu, ailesine destek çıkmak istiyordu. Kavurucu güneşin altında çalışıyordu işte. Esra sonunda bidonun yanına gelerek kapağını açtı. O sırada arkasından güçlü bir motor sesi geldi. Arkasında bağıran işçileri umursamadan kapağı yere bırakarak yerdeki kaseyi alarak su doldurdu içine. Güneşin altında çalışmaktan yorulmuş, dudakları kurumuştu. Gözleri bir an ayağındaki yaraya değdiğinde dudaklarını araladı. O günün anıları aklının bir köşesine düştüğünde silkinmeye çalıştı. Neredeyse bir hafta olmuştu ama bir kez bile gitmemişti o ağaca. Gitmek istiyordu ama o adamı görmek istiyor muydu bilmiyordu. Düşüncelerini bir tarafa iterek su isteyen dudaklarını peçenin altından ıslatarak suyu biraz eline döktü. Saçlarına birkaç damla dökerek ıslanmasını sağladı. Yüzündeki peçeye uzandı elleri. Hızlı davranmaya çalışıyordu çünkü mola uzun değildi ve o daha aç karnını doyurmamıştı. Peçeyi açarak esmer yüzünü, dudaklarını, burnunu, al al olmuş yanaklarını ortaya çıkardı. Elindeki kaseyi dudaklarına yaklaştırarak hızla içti. Suyu kana kana içerken bir kaç damla dudaklarının kenarından firar ederek çenesine doğru süzülmüşlerdi. Esra bunu umursamadan kasedeki suyu bitirerek rahatladı. Gözlerini gökyüzüne çevirerek ofladı. Hava çok sıcaktı. Kaseyi tekrar bidona daldırarak çekti. Kaseyi yere koyarak ellerini içine daldırarak boynuna vurdu. Adamlar ile kadınlar ayrı yerlerde çalıştıkları için rahat davrandı. Su damlalarını boynuna, gerdanına sürerek ferahladı. Gözlerini kapatarak buz gibi suyun tadını çıkardı. O sırada çıkan rüzgar ile saçları savurulurken Esra'nın keyfi bir hoş oldu. Biraz serin hava ona iyi gelmişti. "Beyim!" Duyduğu sesle kaşlarını çatarak gözlerini hızla açtı Esra. Gözlerini sesin geldiği yere çevirince kendisini süzen adamla karşı karşıya geldi. Bir anda şaşkına döndü Esra. Islak dudaklarının arasından verdiği soluk ile kalakaldı. Bu o adamdı. Ayağındaki uzun postallar ile  onu hemen tanıdı Esra. Üzerinde beyaz bir gömlek altında kumaştan pantolonu vardı. Pantolonun paçalarını postalın içine koymuş, kirlenmesini önlemişti. Esra gözlerini onu izleyen adamın yüzüne çevirdi. Soluğu kesildi. Sert çehresi ve koyu kahve gözleriyle kızın aklını aldı adam. Elmacık kemikleri belirgin bir şekilde güneşe vuruyor, kaşları biçimli haliyle kızı izliyordu. Kızın aklını başından alan koyu kahve gözleriydi. Adamı izlediğini ark edince gözlerini kaçırarak üzerini düzeltti. Gerdanından damlayan damlaları hızla silerek üzerini düzeltti. Kalbi amansız bir hastalığa yakalanmış gibi atmaya başladığında karnında garip garip şeyler oldu. Az evvel düşündüğü adam şimdi karşısındaydı. "Beyim!" Göz ucuyla baktığında adamın yanına işçilerden birinin geldiğini gördü. Hızla peçesini alarak yüzüne taktı Esra. Adam göz ucuyla tebessüm etti kızın bu hareketine, içi ferahlamıştı. Tam bir haftadır gitti kiraz ağacında bulamadığı kızı, Allah önüne çıkarmıştı. Neredeyse her gün aynı vakitte o ağaca gitmişti. Kızın söylediği türküyü söylemiş, dudaklarından uzak tutamamıştı ama o güzel gelmemişti. Kızı bulmaya çalışmıştı ama pek mümkün olmamıştı, kasaba büyüktü. Herkesi soruşturması zamanını almıştı. "Beyim buyurun yemeğe!" dedi işçi yanına gelirken. Adam ise gözlerini ilk defa kızdan çekerek işçiye döndü. Kızla arasına girmesine sinir olmuştu. "De git geliyorum!" dedi sert sesiyle. Esra duyduğu sesle titredi. Bu sesi her duyduğunda yüreği biraz daha kayıyordu adama. Bedenini küçük bir titreme alırken yemenini eline aldı. Adam işçiyi gönderince kıza doğru iki adım attı. “Ne diye gelmedin?” diye sordu adam. Biraz da sinirliydi ama siniri kendineydi. Kız geleceğim dememişti ki, kendisi de sormamıştı. Adam belki kendisi de beni beğenmiştir, gelmiştir diye düşünmüştü ama kız gelmemişti. Adam bu yüzden öfkeliydi ama şimdi bir haftalık siniri mum olup sönmüştü. Esra kararsızca baktı adama. “Ne diye gelecektim?” dediğinde adam bir şey diyemedi. Kız, haklıydı. Ne diye gelecekti ki? Adam dudaklarını aralayacaktı ki, bir kadın sesi duydu. "Esra, kız gel hadi yemeğe!" dedi Emine, Esra'nın karşısındaki adamı görmeden. Esra arkadaşının sesiyle gözlerini sinirle yumdu. Adam keyifle "Demek adın Esra, öyle mi?" dediğinde kız burnunu havaya dikerek peçenin altındaki dudaklarını büzdü. Adını öğrenmişti, acaba bu adamın adı neydi? Esra kaşlarını çatarak baktı adama. Sinirli bir soluk vererek arkasını döndü.  "Yine görüşeceğiz kiraz dudaklı.”  Adamın ettiği hitap ile esmer teni yanarken arkasına bakmaya utandı. Başını iki yana sallayarak uzaklaştı oradan. Az evvel ki işçi ona beyim demişti. Gerçekten bey miydi o adam? Esra derin düşüncelerle salına salına yürüdü arkasından ona bakan adamı bilmeden.

editor-pick
Dreame-Editörün seçtikleri

bc

YIRTICI EVLİLİK |+18|

read
139.4K
bc

MAFYANIN KADINI +18

read
10.7K
bc

CEHENNEM MAZGALI+18

read
6.8K
bc

Köle

read
53.9K
bc

Sahte Karım

read
166.5K
bc

İBLİSİN ESİRİ+18

read
5.6K
bc

TAMAHKAR +18

read
1K

Uygulamayı indirmek için tara

download_iosApp Store
google icon
Google Play
Facebook