Hayatımızın her anında bazı zorluklarla karşı karşıya kalmışızdır. Bu zorluklar, bizi mücadele etmeye zorlar.
Güçlü olmak zorunda kalırız ama güçlü olayım derken bir tarafımız hep hassas ve kırılgan kalır. Bu hassas ve kırılgan tarafımızı herkese göstermemiz gerekir çünkü insanlar en çok oradan vurur.
Yaralarımızı kendi kendimize sarmayı öğrendiğimizde, kimseye ihtiyacımız olmadığını düşünürüz. Ancak bu noktada yanılırız. Ne kadar inkar etsek de hepimizin sevgiye ihtiyacı vardır. Bunu inkar edenler hâlâ kendini kandırır. Belki de eksikliği görmediklerinde durumu kabullenmek zor geliyordur.
Ben de hep öyle zannederdim. Ta ki ağabeyim Kerem ve Bulut’un annem ve babam tarafından nasıl sevildiğini ve ne kadar mutlu olduklarını fark edene kadar.
Annem oğullarını "paşam" diye severken, bana hakaret ederdi. Bunu sevgi sayabilir miyiz? Babam, oğullarını "oğlum" diyerek severken, bana dayakla yaklaşırdı. Böyle bir şeye sevgi demek mümkün mü?
Van’da yaşayan, orta halli bir aileyiz. Ne çok fakiriz ne de zenginiz. Babam ticaretle uğraşır, oğulları ona yardım eder. Ben ise evde annemle kalır, ev işlerine yardım ederim. Temizlik yapar, yemeği hazırlarım.
Fırsat buldukça ders çalışarak kendi hayalimi gerçekleştirmek için çabaladım. Sonunda, İstanbul’da istediğim bölümü kazandım. Ailemi ikna etmek kolay olmadı. İstanbul’da okumamı istemediler ama babam, ailemizde bir avukat çıkmasını istediği için sonunda razı oldu.
Bugün buradaki son günüm. Yarın, hayallerimin peşinden gitmek için İstanbul’a gideceğim. İstanbul’un karmaşası ve büyüklüğü karşısında hayallerime ulaşmanın ne kadar kıymetli olduğunu biliyorum. Babamın İstanbul’da bir apartman dairesi var ve orada kalmamı daha uygun buldu.
Annemin beni çağırmasıyla dalgın düşüncelerimden sıyrıldım. Akşama halam ve amcam bize misafir olacak; beni uğurlamaya geliyorlar. Yaz akşamı, günün kavurucu sıcaklığı yavaşça yerini serin bir hafifliğe bırakmıştı. Gökyüzü, güneşin son ışıklarıyla altın sarısından turuncu ve pembeye geçiş yaparken, hafif bir akşam rüzgarı evin etrafında dolaşıyordu. Dışarıdaki ağaç yapraklarının nazikçe hışırdaması ve cırcır böceklerinin şarkıları, yaz akşamının sessizliğine huzurlu bir melodi katıyordu.
Evin içinde, eski ahşap mobilyalar ve duvarda asılı olan yağlı boya tabloların gölgeleri, akşamın loş ışığında daha da belirginleşiyordu.
Mutfakta, akşam yemeği hazırlığı yoğun bir şekilde devam ediyordu. Yemek masası, taze yeşillikler, renkli sebzeler ve kokulu et yemekleriyle donatılmıştı. Kızarmış ekmeklerin, taze otların ve zeytinyağının hoş kokuları mutfakta yayılıyordu. Yemeklerin kokusu, buharlaşarak havaya karışıyor, mutfağın içindeki yoğun sıcaklık, yaz akşamının serinliğiyle tezat oluşturuyordu. Eski parke zemin, mutfakta yürürken ayaklarımın çıkardığı seslerle yankılanıyordu.
O akşam mutfakta her şeyin hazır olduğundan emin oldum; masaya tabakları yerleştirip, yemeklerin son haliyle servis edilecek şekilde düzenledim.
Kapının zili çaldığında, sıcaklıktan ve yorgunluktan terleyen alnımı sildim. Kapıya yöneldim, karşımdaki manzara ruh halimi etkileyen bir anı olarak hafızama kazındı.
Gelen misafirlerle hoş geldiniz faslı yapılırken, herkes salonda yerini aldı.
Dışarıda, akşam serinliği hafifçe hissedilirken, içerde sıcaklık ve buhar yoğun bir şekilde hissediliyordu. Mutfakta, yemekleri taşırken halamın kızı Ebru ve amcamın kızı Sanem mutfağa girdi. Ebru, ince ses tonuyla sordu:
“Yardım edilecek bir şey var mı, Lara?”
“Hayır, sağolun. Siz geçip oturun, ben hallederim,” diyerek onları mutfaktan çıkardım. Ne kadar ısrar etseler de kabul etmedim. Onlar annelerine göre hep “iyi” kızlardı ama ben kendi işimi kendim halletmekte ısrar ettim.
Sofrayı hazırlayıp herkesi yemek için çağırdım. Babam ve ağabeylerim de sofraya geldiğinde yemek servisi hazır hale gelmişti. Herkes yemeklerini yerken sohbet ediyordu.
Kapının zili tekrar çaldığında, yorgun ama merakla kapıya yöneldim. Karşımda halamın oğlu Mert’i gördüm. Onun Ankara’da olduğunu biliyordum, bu yüzden karşımdaki görünüşü beni şaşırttı. Mert’in yüzünde hafif bir ter damlacığı vardı; yaz akşamının sıcaklığı onu hala etkisi altına almış gibiydi.
“Hayırdır, beklemiyor muydun beni?” dedi hafif bir gülümsemeyle.
En sevdiğim kuzenlerimden biri Mert’ti. Babam ve ağabeylerime karşı beni hep savunur, iyi davranırdı. “Beklemiyordum. Hoş geldin, Mert,” diyerek ona sarıldım. O da kollarını sıkıca doladı, sıcak ve tanıdık bir sarılmayla karşılık verdi. İçeriden babamın “Kim geldi?” diye seslenmesiyle içeri geçtik.
Mert’i gören herkes şaşkınlıkla bakıyordu, özellikle de halam. Halam, Mert’in buraya geliş sebebini bildiği için yüzündeki ifade bir nebze daha huzurluydu. Onun bu ziyaretin nedenini tam olarak anlayamadım ama o an her şeyin farkında olduğunu hissettim.
Babam, “Mert, hayırdır oğlum? Seni bu kadar erken beklemiyorduk, bir şey mi oldu?” diye sordu. Sofradaki herkesin bakışları Mert’e çevrildi.
Mert’in gözleri, kararlı ve anlam doluydu; gözlerinin içindeki belirginlik bana doğruydu. “Dayı, ben Lara’yı seviyorum ve onu istemek için geldim,” dediğinde, odadaki hava bir anda değişti. Herkesin yüzü, donmuş bir şaşkınlık ifadesiyle kaplandı.
Babam, “Ne diyorsun oğlum sen?” diye bağırarak tepki verdi. Yüzlerce soru kafamızda dönerken, yalnızca halam Mert’in bu itirafına şaşırmamış gibi görünüyordu.
O an anladım ki, Mert’in bana olan ilgisi, kardeşlikten öte bir şeymiş.
Babam Mert’i çok sever; eğer onu uygun görürse, beni ona verir mi? Kalbim, korku ve endişe ile çarpıyordu. Yıllardır abim olarak gördüğüm birine eş olamam. Bu düşünce, içimde derin bir boşluk yaratmış, her şeyin üzerine kara bir sis gibi çökmüştü.
Masada sessizlik hâkimken, Mert’in samimi ve kararlı bakışları, içimdeki belirsizliği ve korkuyu daha da derinleştirdi.
Mert, ailemiz için önemli bir isimdi; babamın gözünde, ona duyduğu saygı ve sevgi de büyüktü. Eğer babam Mert’i uygun görürse, bu durum hem ailevi ilişkilerimizi hem de kendi içsel dünyamı derinden etkileyebilirdi.
Ancak ben, kendi yolumu çizmeye kararlıydım. İstanbul’a gitmek, benim için bir özgürlük ve kendimi bulma fırsatıydı. Hukuk okumak ve başarılı bir avukat olmak, hayatımın hedefiydi. Bu hedef, sadece kendi kişisel tatminim için değil, aynı zamanda ailemin beklentilerini karşılamak ve kendi değerimi kanıtlamak içindi. İstanbul’da, büyük bir hukuk fakültesinde eğitim alacak ve en iyi avukatlardan biri olmayı hayal ediyordum.
Mert’in itirafı ve ailesinin bu yeni durum karşısındaki tepkileri, benim için bir engel değil, aksine hedeflerime ulaşma yolunda bir motivasyon kaynağı olmalıydı.
Masada devam eden sessizlik, Mert’in sözleri sonrası herkesin üzerine düşüncelerini yansıtmıştı. Babamın gözlerindeki şaşkınlık, onun bu duruma ne kadar hazırlıksız olduğunu gösteriyordu. Mert’in gözlerindeki kararlılık ise, bu konuda ne kadar ciddi olduğunu anlatıyordu.
İçimdeki karışıklık, hem ailevi ilişkilerin hem de kişisel hedeflerimin çatışmasıyla daha da derinleşmişti.
Sofradaki konuşmalar, bir süreliğine Mert’in itirafından uzaklaşıp, diğer konulara kaydı. Ancak benim zihnimde, Mert’in söylediği her kelime yankılanıyordu.
Evin içindeki hava, akşamın geç saatlerine yaklaşırken daha da yoğunlaştı. Evin içinde yürürken, eski ahşap döşemelerin altındaki yerleşmiş bir sessizlik ve gölgeler, yaz akşamının geçişini yansıtıyordu.
Yemek masasında kalan yemekler, bir yandan soğurken, diğer yandan bu akşamın getirdiği belirsizliğin bir sembolü gibi görünüyordu. Aile büyüklerinin ve misafirlerin sesleri, akşamın karanlığıyla birleşmiş, arka planda hafif bir yankı oluşturarak evin içinde dolanıyordu.