-2-

2981 Words
Tüm o kabusun ardından koca üç hafta geçmiş, şehir dışından düğün için gelip ne yazık ki cenazeye katılanlar evlerine, işlerine dönmüşlerdi. Olan sadece henüz 34'ündeki Metin'e olurken, Sima bir kez daha ölenle ölünmediğini anladı. Derin bir soluk aldı. Balkon demirlerini kavrayan elleri biraz daha sıkılaşırken ev halini fazlasıyla belli eden, sırtına öylesine geçirdiği geniş yeşil renkli hırka tek omzunu açıkta bırakıyordu. Umarsızca topladığı saçları oradan buradan çıkarak uzun kıvrık kirpiklerine, dudaklarına takılıyor, hafif esen rüzgarda dans ediyordu. Günlerdir ağlamaktan şişip kızarmış iri gözleri yeniden dolarak bir damla yaşın yanağında süzülmesine neden olurken açılan kapıyla kıpırdandı. Elinin tersiyle hızlıca ıslanmış yanağını sildi ve kurumuş dudaklarına takılan saç tellerini çekerek omzunun üzerinden gelen kardeşine baktı. "Misafirlerin var." diye ablasının omzuna elini atıp diğer omzuna çenesini dayadı Miraç. Henüz 27'sindeydi. Güya ablasından sonra da, o düğün dernek işine girişecekti ama, şuan bunları tartışmanın ne yeri, ne de zamanıydı. Kısa bir süre de olsa beklemeye karar verdi Miraç. Kız arkadaşı Figen'i de ikna edebilirse, bu yıl yalnızca nişan düşünecekti. Konuşmadan başıyla onaylayan Sima ise hırkasını düzeltip kardeşinin önü sıra ilerledi. Aslında ne misafir ağırlayacak ne de birilerine cevap verecek hali vardı. Lakin annesi Sibel hanımın kendine gel artık nutuklarını çekmemek için her gelene gülümseyip iyiyim rolünü oynuyordu. İstemeye istemeye merdivenleri inip salona geçtiğinde gördüğü kişiyle ise yüzü aydınlandı. "Canım." diye oturduğu yerden kalkan genç kadın yakın arkadaşı Rümeysa'ydı. Sıkı sıkı sarılırlarken Sima annesi Sibel hanımın korktuğu şeyi yapmamış, ağlamaktan son anda kendini sıkarak da olsa vazgeçebilmişti. Dolan gözlerini kırpıştırarak burnunu çekip gülümsedi. "Nasılsın?" diye soran sarışın güzeli arkadaşına bakarak başıyla onayladı. "İyiyim." dedi sesinin yettiğince. "Sen nasılsın?" "İyiyim bende." diye arkadaşının elinden tutup kalktığı koltuğa yönlendirdi Rümeysa. İzmir'li olduğunu belli eden bir güzelliğe sahipti. O naif sesiyle konuşmaya başlarken Sima etrafına bakındı. "Telefonda mızıkçılık yapınca, gelip görmek istedim." "İyi yapmışsın." diye gülümseyerek sordu Sima: "Miraç misafirlerin var demişti. Başka kim geldi?" "Sinan burada, mutfakta telefonla konuşuyor." diye elindeki törpüyle bacak bacak üstüne atmış oturan annesi söylendi. Annesi de arkadaşı gibi İzmir'liydi. Fakat Sima daha çok Ankara'lı olan babasına benzemekteydi. Fiziki olarak değil, annesinin zıttı olup, huy olarak... "Ben bir ona bakayım." diyerek ayaklandı Sima. Omzundan kayan hırkasını düzeltip geniş hole çıkarak mutfağın yolunu tuttuğunda gelen bağırış sesiyle duraksadı. "Benim hatam değil." diye bir an için bağıran Sinan sesini kısarken: "Sinan?" diye seslenerek ağır adımlarla mutfağa girdi. Fakat Sinan mutfakta değil, mutfağın bahçeye açılan kapısının dışındaydı. Saçlarını kulak ardı edip yeniden seslenecek olduğunda istemeden kulak misafiri olduğu konuşma, tüğlerini kaldırmaya yetmişti. "Anlamıyorsun, Metin'in hatasıydı. Onun yüzünden benim paramı kesemezsin..." Durdu. Duyduğu isimle farkında olmadan nefesini tutarken terleyen avuçlarını hırkasına sürttü. "Ejder'e söyle. Benim bir suçum yok. Hem bundan sonra karşısına çıkmayacağım. Ama o paraya ihtiyacım var, sahil kenarını kaplayan tüm restoranı aldım, borca girdim... Emre yapma... En azından... Bak konu kapandı zaten. Ne demek laf ederse öldürürüm? Bu kadar kolay..." Konuşma devam ederken duyduklarından hiçbir şey anlamayan Sima bu kez hırkasını elleri arasında sıkmaya başlamış, nefes alış verişini hızlandırmıştı. Ölümden mi bahsetmişti o? Kim kimi öldürüyordu? Ayrıca Metin'le bu konuştuğu adamların ne ilgisi vardı? Metin kime ne hata yapmıştı? "Biliyorum." diye sessizliğini bitererek konuşmaya devam etti Sinan. "Biliyorum, tamam, haklısın. Ejder Metin'i çok uyardı evet, ama ben onun hatasını tekrar etmiyorum ki. Neden canıma susayayım..." derken elinde olmadan kapıdan yana bir adım attı Sima. "Bir kez daha konuş, yalvarırım. Saçmalama tabii ki de ölmek istemiyorum." dediğinde gözleri fal taşı gibi açıldı Sima'nın. Elleriyle ağzını kapatırken duydukları karşısında şok olmuş bir şekilde titremeye başlamıştı. "Sadece hakkım olanı istiyorum. Alo... Emre... Alo..." Telefon kapanmış, Sinan saçlarını eliyle karıştırarak sıkıntılı bir nefes vermişti. "Allah kahretsin." diye ayağını boşluğa savurduktan sonra durup üstüne başına çeki düzen vererek içeri yöneldi. Mutfağın ortasında durmuş kendisine bakan kadını görmesiyle durdu. "Sima?" dedi sorarcasına. "Sinan." diyerek zoraki gülümsedi Sima. Kendini biraz daha zorlayıp gülümsemesini yüzüne yayarak genç adamdan yana adımlayıp sarıldı. "Hoşgeldin." Kendisine sarılan genç kadının bir şey duymadığını anlayan Sinan içten içe rahatlarken kadının sarılışına karşılık verdi. Yine de şüphelenmedim dese, yalan söylemiş olurdu. "Hoşbuldum. Nasılsın?" "İyiyim, sen?" "İyiyim bende." diye genç adamdan ayrıldı. Yuvarlak gözlüklerinin ardından kendisine şüpheyle bakıyor oluşuna aldırmamaya çalışıp ardını işaret etti. "E hadi, içeri geçelim." Yeşil gözleriyle genç kadını süzen Sinan sahte bir gülümseyişle bakıp onayladı. Bir şey duyup duymadığını tam olarak bilmeyerek peşi sıra adımlarken içerdeki sohbete katılması uzun sürmemişti. "Hadi hazırlan." diye davetkar bir şekilde konuştu Rümeysa. Bir arkadaşına, bir annesine soran gözlerle bakınan Sima'ya Sinan da ısrar eder oldu. "Evet ya, gidip şöyle benim mekanda güzel bir yemek yiyelim ne dersiniz?" diye sorarken herkese sırayla bakmış, Sima'da karar kılıp gözlük ardındaki keskin gözlerini ona kenetlemişti. Aynı şekilde kendisinden yana bakınan genç kadın çabuk sinirlenen biriydi. Sinan Metin'in eski ve çok yakın olan tek arkadaşıydı. Sima ile tanıştıklarında da bizzat yanlarında olan tek kişiydi. Sima'nın ne kadar çabuk sinirlendiğini, nasıl ani tepkiler gösterdiğini, sesinin tonundaki gerginliği bile tanıyan biriydi Sinan. Bu kadar çok şeyi üçüncü bir kişi gözüyle fark etmesini ise, insan sarrafı olmasına bağlıyordu. Metin umursamaz herifin tekiydi ama, bu genç kadın... Her şeye fazlasıyla kafasını takan biri oluşu, Sima'yı çoğu zaman insanlarla karşı karşıya getirirdi. Kendi ailesi içinde bile en zıt karaktere sahip olurken gözünün karalığını da görebiliyordu Sinan. Güzeldi Sima. Çok güzel, çok akıllıydı. Ama bir o kadar inat, bir o kadar da hırçındı. Sinan ise durduk yere kendi kendini ele verecek son insandı. İşte bu yüzden karşısındaki hırçın güzelin damarına basma pahasına üzerine gidiyordu. "Ya, başka yere gitsek?" diye lafı çevirdi Rümeysa. Amacı arkadaşının henüz düzelmekte olan moralini ayakta tutmaktı. "Hem, yeni bir mekan açıldı diye duydum. O da sahil tarafındaymış ama, daha ileride." Rümeysa lafı uzatıp çevirebildiği kadar çevirmeye çalışıyordu güya ama, arkadaşı gözünü bilerek patavatsızlık yapan genç adamdan ne çekiyor, ne de kırpıyordu. "Adı da şeymiş." diye Miraç'a döndü. "Ya Figen'le sen beni bırakırken önünden geçmiştik hani, böyle yeşilli kırmızılı ışıklı bir yerdi." "Ha, Ejder Ejder." diye hatırladı Miraç. Bu Ejder ismini yeniden duymasıyla derin bir nefes alarak gözlerini kırpıştırdı Sima. "Sinan'ın mekan olur." diye söylenince kaşlarını oynatarak genç kadını baştan aşağı süzdü Sinan. Bakalım diye düşündü. Bakalım akıllı kızı mı oynuyorsun? Yoksa gerçekten sağır sultan mısın? ... "Son kez düşündünüz mü? Yani, emin misiniz? Çünkü biliyorsunuz..." diye konuşmasını sürdürüp olayın ciddiyetini anlatmaya çalışan genç kadın, karşısındaki yaşlı çiftin birbirlerine olan aşk dolu bakışlarını görebiliyordu. Bu konuda yapabileceği hiçbir şey yoktu. Onları vazgeçiremez, bunu teklif dahi edemezdi. Buradaki tek görevi, kişilerin gerçekten emin olup olmadıklarını öğrenmek, son kararlarında onlara destek olmaktı. "Biz, eminiz." diye genç kadının sözünü keserek konuştu yaşlı kadın. Yanında oturan kocasının elini sıkı sıkı tutuyordu. Bu karara birlikte varmışlardı. "Peki öyleyse. O halde, buyrun." diyerek imzalamaları gereken birkaç kağıt parçasını barındıran dosyayı önlerine uzattı genç kadın. Yaşlı çift dosyadaki kağıtların altında yazan, isimlerinin tam altına kendilerinden emin bir şekilde imzalarını atarlarken, düşündükleri tek şey acılarını dindirmekti. Son sekiz yıldır kanser tedavisi gören yaşlı adam, eşinin kendisi için katlandığı bu fedakarlık karşısında tutulmuş haldeydi. Öyle ki, yaşlı kadın telefonla konuşmak için kalktığında imzalarını alıp operasyonlarını işleme koyan genç kadına doğru seslendi. "Güzel kızım, senden bir isteğim var." "Buyrun efendim." "Operasyona önce beni alın. Hacer hanım biraz telaşlıdır." "Tabii." diye onayladı genç kadın. Birazdan yaşlı kadın konuştuğu telefonu eşine verip aynı şekilde köşesine geçtiğinde, telefonla konuşan kocasına bakıp bakıp genç kadına seslendi. "Güzel kızım, bir maruzatım var." "Buyrun." diye aynı gülümsemeyle bu kez yaşlı kadına baktı asistan. "Şu işi, önce bende yapsanız ya. Ahmet bey iğneden korkar, korkulacak bir şey olmadığını görsün." Yaşlı kadının tıpkı kocası gibi olan fedakar isteğine gülümsedi genç kadın. Çalan telefonla bu aşk dolu çiftten gözlerini aldığında, bir hafta sonraki operasyon için onları uğurlamıştı. Telefonun diğer ucundan kendisini çağıran kişiyle yerinden fırladığında adımları tedirgin, elleri terlemiş durumdaydı. O buradaydı. Ve o buradayken, kesinlikle birçok çalışan gibi odasından çıkmak istemiyordu. Bu adamın pis işinde sırf parası iyi diye çalışmaya başladığı için kendisine zaten yeterince öfkeliyken, bir mecbur tutulduğu bu mekanda onunla yüz yüze gelmek... "Gir." diye seslenildi içeriden. Bu ses ona ait değildi. Yancısı Erdi beyin sesiydi. Onunda büyük patrondan pek bir kalır yanı yoktu ama, en azından onun kadar ürkütücü, onun kadar asık suratlı değildi. "Buyrun efendim." diye sesinin çıktığınca konuştu. Gözleri bir an için Erdi'yi bulup geniş odada gezindiğinde çok sürmeden o korkunç adamı gördü. Ceplerine yerleştirdiği elleriyle pencerenin önünde durmuş ayakları altındaki şehre bakıyordu. Onun için korkutucu olmak zor değildi. Tek bir bakışı, karşısındakine doğru attığı tek bir adımı insanları geri çekilmek zorunda bırakıyordu. Zira kendisine geri adım attıracak ne bir kaybedeceği vardı, ne de korkusu... "Geçen ay, son anda vazgeçip, işleme girmediği gibi, cayma bedelini ödemeyen bir adam vardı. Malum biraz hırpalandı ama..." diye kelimelerini tane tane anlatan genç adam, oturur gibi yaslandığı masadan doğrulmuş, genç kadına doğru adımlamaya başlamıştı. Kendinden yana atılan adımları görmemezlikten gelen genç kadının ise gözleri hep diğerindeydi. Bakışlarında büyük patrona hissettiği bir ilgi, ya da bir hayranlık yoktu. Sebep sadece korkuydu. Hesap soran o olmadıkça, telaşa mahal yok demekti. "Ondan sonrakilerde bir cesaret doğduğunu duydum. Bunun seninle bir ilgisi var mı?" Erdi'nin sorusuyla pencere önündeki uzun boylu iri adam omzunun üzerinden bakınmış, genç kadın aldığı nefesini farkında olmadan tutarak yeniden başını eğerek bakışlarını ayaklarında sabitlemişti. "Be-ben..." diye konuşmaya yeltendiği sırada sözü kesildi. "İnsanlara, hayatın güzelliğini falan mı anlatıyorsun?" Başını hızla iki yana salladı genç kadın. Ne vardı yani hayatın o kadar da kötü olmadığından bahsettiyse? Bir insan bile isteye neden ölmek istedindi ki? Hoş, acısız bir intihar herkesin dikkatini çekiyordu. Fakat bir yaratıcı tarafından verilen yaşama hakkından kendi kendine caymak... Üstelik yasal bile değildi. "Biz, onların acısını dindirenleriz, biliyorsun değil mi?" diye genç kadının bir tutam saçını eline alıp okşayarak sorduğunda, büyük patron tüm heybetiyle odanın içinde kendilerinden yana adımlamaya başlamıştı. Görüş alanına giren başka bir çift ayakla dişlerini sıktı genç kadın. Önünde bağladığı ellerinin uzun parmaklarını telaşla çıtırdatmaya başladığında aldığı soluklar ciğerlerine yetmiyor gibiydi. Birazdan Erdi kenara çekildi ve o korktuğu kişi, tam karşısında durdu. Tıpkı Erdi gibi, pençeyi andıran elinin parmakları saçlarını bulurken çenesine yol aldı. Kavradığı çeneyi zorlanmadan kaldırırken göz göze gelmişlerdi. Önündeki karanlık gözlere baktı kız. Kendi saçlarından çok daha karanlık gözlere... Gece kadar karanlık, karanlık kadar korkutucuydu. "Ejder bey ben..." diye söze girerken, dudağının üzerinde kondurulan baş parmakla sustu. Çenesindeki el usul usul boynuna yol alırken, umursadığı şey açık gerdanı değildi. O, hiçbir zaman bir kadına karşı doyumsuzluk hissetmemişti. Koca adımlarıyla bu kez kızın arkasına geçti. Açık boynunu kapatan saçlarını bir kenara çekerken, parmakları beyaz tende dolaşmaya başlamıştı. Bu dokunuş kendisini heyecanlandırmıyordu. Bu dokunuş, yalnızca yapması gerekeni erteliyordu. "Tatlı ölüm ne demek biliyor musun?" diye kulağına doğru eğilip fısıldadı. Saniyeler içinde tüğleri şaha kalkan genç kadın zorlu bir yutkunma eşliğinde sessizliğini sürdürürken, o yeniden konuştu: "Öğreneceksin." Ve sözü bittiği an, elinin altındaki boynu, çenesinden kavrayarak tek bir hamlede kırıverdi. Yalnızca birkaç salise süren bu olay ne bir şaşkınlık yaşatmış, ne de pişmanlık hissettirmişti. "Gerekli miydi?" diye olduğu yerde kollarını göğsünde birleştirmiş bekleyen Erdi, Ejder'in ayağının altındaki genç kadının cansız bedenine bakarak sordu. "Kimse, yoluma taş koyamaz." diye konuştu Ejder. Sözlerinin ardından ayakları altındaki narin bedenin üzerinden atlayıp odadan çıktığında peşine takılmadan önce son kez yerdeki kadına baktı Erdi. Haklıydı. Kimse, yoluna taş koyamaz, onu engelleyemezdi. ... Sinan ile Metin'in ortaklaşa aldıkları deniz manzaralı sahil restoranına geldiklerinde kızına bir an bile rahat bir nefes aldırmayan Sibel hanım, yine söyleniyordu. O, her anne gibi kızının dünyanın en güzel kızı olduğuna inanıyor, tüm güzellikleri kızı önünde görmek istiyordu. Kendisi hayatını yaşayamamış, kızının gönlünce yaşamasını isteyen annelerden değildi. Genç yaşında çocuklarının babasıyla tanışıp evlenmiş, evliliklerinin yirminci yılında eşini kaybetmişti. Buna rağmen hayata hiçbir zaman küsmemesi kendi başarısıydı. Haliyle kızından da böyle bir hareket bekliyordu. Kendi eşi, kendisi için dünyanın en iyi eşi olabilirdi evet. Ama Metin, ardından bu kadar çok yaş dökülecek bir erkek miydi, orasını meçhul buluyordu. "Anne napıyorsun?" diye fısıltıyla saçıyla uğraşan annesine sordu Sima. Geldiklerinden beri tokasını çekiştiyor, elbisesinin açık omuzları kapanmasın, modeli bozulmasın diye kendisinden çok daha fazla çaba sarf ediyordu. "Anne." diye genç annesinden yana dönerek gözlerini patlattı. "Sana saçını toplama dedim, neden beni dinlemiyorsun?" diye kızdı Sibel hanım. Ardından beklenmedik bir gülümseyişle, kızının saçlarını çekiştirmek yerine düzeltiyormuş gibi yapmaya başladı. "Gülümse, buraya bakıyor." Kimden bahsettiğini biliyordu Sima. Müstakbel gelinleri Figen'in, mimar olan abisinden söz ediyordu. Maddiyat annesi için maneviyattan çok daha evvel gelirdi. Kaldı ki Metin lüks bir restoran sahibi olmasaydı, değil kendisini vermek, yüzüne bakacağını bile sanmıyordu. Yakışıklı genç adam gülümseyerek önüne dönüp diğerleri arasında dönen sohbete katıldığında ise kızının kulağına eğilip söylendi. "Lavaboya gidip saçlarını düzelt, makyaj çantanı da almayı unutma." Annesinin yüzündeki sahte gülümseme eşliğinde söylediklerini hayretle dinleyen Sima, öfkelenmemek için kendini zor tutsa da, bu kadın onu çığırından çıkarmayı başarıyordu. "Liseyi bitireli nereden baksan on yıl oluyor anne, bırak artık şu zengin koca saçmalığını." "A a. Dengi dengine işte, keyfimden mi söylüyorum? Kıytırık dükkanların peşinde koşmak yerine, okulunu okumuş." "Anne!" "Hem meslektaşsınız. Babalarınız da meslektaş." "Adam peyzaj mimarı anne, ben iç mimarım." demesiyle geriye yaslanıp manzaraya bakarak söylendi Sibel hanım. "Aman ikiside mimarlık sonuçta." Sibel hanım'ın sözleriyle masadaki herkes kendilerinden yana bakmış, meraklı gözlerle bekliyorlardı. "Sima meslek değiştirmeyi düşünüyor da, onu tartışıyorduk." diye bozuntuya vermeden konuya girdi Sibel hanım. Sima ise annesinin bu profesyonel hareketi karşısında ağzı bir karış açık kalmış dinliyordu. "Geçen bir arkadaşımla kızı geldi. Çocuk peyzaj mimarlığını kazanmış, heyecanla anlatıyor, bizimki de meraklandı tabii. Geçiş yapayım diye kara kara düşünüyor." Annesinin sözlerinin bitmesiyle, kendisine yönelen bakışlarla gülümseyerek geriye yaslandı Sima. Bu kadının ne yalanlarına yetişebilirdi, ne de akıl oyunlarına.. "İstersen yardımcı olurum." diye konuşan Figen'in abisi Egemen'e baktı. "Ah doğru ya, sen peyzaj mimarıydın değil mi?" diye yerinde kıpırdandı Sibel hanım. Golünü doksandan atmıştı. "Diyorum bu mesleği yapan biri daha vardı, kim acaba? Burnumuzun dibindeymiş." diye kızına doğru güldü. "Benim hiç haberim yoktu." diye annesi ile bir yaş büyüğü olan ablasına bakındı Miraç. Zaten annesi yüzünden ne zaman bir şeyden adam akıllı haberi olmuştu ki? "Aman daha bir iki hafta olmadı canım." diye oğlunu geçiştirdi Sibel hanım. Genç adamın hâlâ kızına baktığını fark edince de masanın altından ayağına dokunup belli etmemeye çalışarak kaşlarıyla işaret etti. "Tabii, çok sevinirim." diye gülümseyerek cevap verdi Sima. Annesine ölümcül bakışlar atmayı da eksik etmemişti. Sibel hanım ise omzunu silkerek keyifle geriye yaslandı. Fakat yaslanır yaslanmaz oyununun ikinci perdesini başlatmayı akıl ederek yeniden atıldı. "A, lavaboya gideceğim diyordun, siparişler gelmeden git gel istersen." diye Sima'ya seslendi. Uzun gelen birkaç saniye annesine bakıp belli etmemeye çalıştığı siniriyle yerinden kalktığında Rümeysa'nın naif sesini duydu. "Bende seninle geleyim." "Yok yok, hemen gider gelirim." "İstersen bende gelebilirim abla." diye konuşan Figen'i de kibarca reddettiğinde tam masadan ayrılmıştı ki annesi yine atıldı. "Sima çantanı unuttun canım." Geri dönüp bu kez saklamadığı öfkesiyle çantasını alarak hızlıca uzaklaştı. Annem işte deyip geçemiyordu. Hiçbir zaman da geçememiş, her fırsatta ister istemez karşılık vermişti. Buna rağmen Sibel hanım bir gün olsun kendisini şaşırtmamış, huyundan vazgeçmemişti. Ayağına zorla giydirilmiş topuklu ayakkabılarını zemine vurarak basamakları inip restoranın içine girip, lavaboyu aramaya başladı. Birilerine sormak aklında henüz yer etmezken uzayan koridorda ilerleyip bahçeye çıkan masaları gördü. Ama koridor devam etmekteydi, haliyle kendiside ilerlemeye devam etti. Başka bir orta hole geldiğinde ise gördüğü kişilerle durup aceleyle solundaki duvara yaslandı. Gözleri ses çıkaran topuklulularını bulurken yutkunup nefesini dizginledi. Gelişinin duyulduğu aşikardı ve kendinden yana da bir çift ayak sesi yaklaşmaya başlamıştı. Aceleyle etrafı tararken kadınlar tuvaletinin hemen sağ yanında olduğunu görmesiyle kendini olabildiğince sessiz içer attı. Bir süre sonra kapıyı kolaçan edip dışarı çıktığında ses çıkarmamak adına ayaklarını neredeyse sürüyerek ilerliyordu. İri yarı bir adamın Sinan'ı yaka paça kavradığını görmese umursamaz, döner giderdi. Ama şimdi durup dinlemek, neler olduğunu anlamak istiyordu. Özellikle bu gün mutfakta duyduklarından sonra... "Ejder ben..." diye kısık çıkan sesi geliyordu Sinan'ın. "Ne sen?" diye konuştu kart sesli adam. O kadar kalın bir sese sahipti ki onu görmese görüntüsünü yüz yıllarca tahmin dahi edemezdi. Sanki bu ses bir insandan değil de sırtını dayadığı duvardan geliyor gibiydi. "B-ben..." "Orada burada atıp tutuyormuşsun, hakkımı alacağım diye. Ne hakkın var lan senin, gevşek or*spu çocuğu." derken adamın dişlerini sıktığını anlamak zor değildi. "Y-yok... Be-ben, öyle deme..." "Arkamdan iş mi atıyorsun lan?" diye soran adama yalvaran sesini duydu Sinan'ın. Kendi kulaklarıyla duymasa, o ukala suratlı çok bilmiş herifin birine ağlarcasına yalvardığına kesinlikle inanmazdı. "Y-yok Ejder, olur mu?" "Bana bak sarı p*pi. Seni ikiye katlar, iki karış mermere yazı ederim. Anladın mı? Ondan sonra gider öte tarafta Metin midir her ne s*kimse onunla hakkın hukukun lafını edersiniz." Sima duyduğu isimle yerine mıhlanırken istese de hareket edemeyecek hale gelmişti. Gözleri dolarken elini açık kalan ağzına kapatıp diğeriyle duvara yaslandı. Aksi takdirde artık kendini taşımayan bacakları çözülecek, olduğu yere yığılacaktı. "Adam akıllı dur, çok sevgili arkadaşın gibi toprağını atmayayım." Konuşmanın bitmesiyle zoraki birkaç adım atıp yeniden lavaboya girdi Sima. Artık gücü kalmazken son anda lavabolardan birine tutunmayı başarmıştı. Açık ağzından bir inilti koparken eliyle kapayıp ardarda gözyaşı dökmeye başladı. Yanakları ıslanırken zangır zangır titremeye başlamış bi vaziyette sırtını duvara yaslayarak yere çöktü. Yaşadığı şokla gözlerini zar zor kırparken inlercesine içten içe bağırmaya başladı. Ağzını kapadığı eli yumruk halini alırken bu kez sesini çıkarmamak için adeta elini ısırıyordu. Çöktüğü yerde ileri geri sallanarak, bağırarak yumruk yaptığı elini ısırmaya devam etti. Biliyordu öyle mi? Biliyordu. Biliyordu ve kendisinden gizlemişti. Bunca zaman... Koca üç hafta boyunca kendisine bilmezi oynamış, ne zaman sorsa geçiştirmişti. Her zaman yanlarındaydı. Onlar her zaman onun yanındaydı. Tanıştığı günü hatırladı. En yakınım demişti Metin. En yakınım... O yakınlık şimdi para uğruna mı bitmişti? Anlayamıyordu. Arkadaşını... Dostunu sırf para uğruna göz ardı mı ediyordu? Sırf korkusu yüzünden en yakınının ölümünü görmezden mi geliyordu? Sendeleyerek yerinden kalkıp, eline aldığı çantasıyla lavabodan çıkıp bir sarhoş misali yalpalayarak geldiği yönde ilerledi. Adımları oraya buraya kayarken birkaç saniyede bir yutkunuyordu. Zira bu ihaneti kolay kolay hazmetmesi mümkün değildi. Az önce geçtiği alt katın masalarla dolu bölümüne geldiğinde orta halli kalabalığın önüne çıkacağı vakit tam karşısındaki masada oturan kişiyi görmesiyle yerine çakıldı. Kulaklarında oluşan bir çınlamayla diğer tüm her şeye sağırlaşırken, oturduğu sandalyeye bile zar zor sığan iri adam da kendisini görmüştü. Çatık kaşlarının altındaki koyu bakışları Sima'yı tepeden tırnağa dikkatlice süzerken tuttuğu nefesini nihayet bıraktı Sima. Bedenini de birlikte... Bacakları daha fazla narin vücudunu taşımazken olduğu yere yığıldı. Başı sert zemine değip gözleri kapanmadan önce ise son gördüğü yüz onundu. Bundan sonra zoraki de olsa, her gün göreceği tek yüz... Boğulduğun denizin, zaafı olmak... Yine de boğulmak, yine de boğulmak...
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD