Emma, Teb saraylarının inanılmaz gösterişli olduğunu söylediğinde haklıydı çünkü sadece bahçe ve tapınak kısımları bile öyle büyüktü ki, burası küçük bir kampüs olabilirdi. Keşke bu kadar gergin olmasaydım da etrafı rahat rahat inceleyebilseydim. Hâlâ firavun ve elçi karşılaması yüzünden gergindim. Sıcak rüzgâr yüzünden uçuşan uzun perdelerle ve heykellerle kaplı, granit taşlı, yarı açık koridordan geçerken sakinleşmeye çalışarak ellerimi ovuşturdum.
"Orada her ne olacaksa, hoşuma gitmeyecek, değil mi?" diye sordum dayanamayınca.
Baris tam yanımda yürüyordu. "Sanmıyorum. Bu tür görüşmeler..." Doğru kelimeyi düşünürken bende elinde mızraklarla beşer metre arayla koridorda nöbet tutan askerleri görmezden gelmeye çalıştım. "Genelde can sıkıcı oluyor." diye tamamladı.
"Yine de kulağa gayet resmi bir şeymiş gibi geliyor. Hâlâ firavunun neden beni orada istediğini anlamıyorum. Onu kızdıracak bir şey mi yaptım?"
"Çok üzgünüm." Yüzündeki ifadeyi okuyamadım ama omuzları gerildi. "Bunun seninle bir ilgisi yoktu. Benimle ilgiliydi. Seni orada görmek istemediğimi fazla belli ettiğim içindi. Firavun, meydan okumaları seven bir adam."
Bu adam düşündüğümden daha tehlikeli.
"Ve beni orada görmek istemiyor musun?"
"Dedim ya, bu tür görüşmeler can sıkıcı oluyor."
Ayaklarım olduğu yerde dururken beni boğan paniği bastırarak ona aval aval baktım.
"Sadece can sıkıcı olduğu için mi istemiyorsun yani? Gerçekten de aşırı korumacısın. Bunu biliyorsun, değil mi?"
"Biliyorum." dedi ve sonra da zarif bir hamleyle omzumdan dökülen saçlarıma dokundu. Buklelerimin arasında nereden takıldığını anlamadığım bir dal parçasını aldı. Beklenmedik bir jestti bu. Baris parmaklarını saçlarımdan çekerken iç çekerek gözlerimi uzun koridorun ilerisine diktim. O anki sorunuma odaklanmaya çalıştım ve sertçe yutkundum; Umarım bu işi yüzüme gözüme bulaştırmam. Ama yine de... Beni korumak için ne kadar ileri gideceğini merak ediyorum. Sonra şaşkınlıkla irkildim; Ah, hayır. Bunu görmek istemiyorum.
Koridoru geçtikten sonra çift kanatlı, üzerinde işlemeler olan uzun, altın bir kapının önüne geldik.
Kapıda miğferleri parlak, başlıklarının üzerinde birer devekuşu tüyü olan iki muhafız duruyordu. Benim meraklı incelememe karşın adamlar bana göz ucuyla bile olsa bakmadılar. Yerlere kadar eğilip Baris'e selam verdikten sonra birer kanadından tutarak kapıyı araladılar. Biz içeri girince de sessizce geri kapattılar. Altın ve gümüşten yapılmış süslü heykellerle dolu, çok sütunlu, yüksek tavanlı bir taht odasıydı burası. Zemin yine yeni cilalanmış granit mermerle kaplıydı. Odanın tam ortasında üç adet taht yükseliyordu. Firavun Geb de tam oradaydı işte. Hayatımda gördüğüm en şaşalı tahtta oturuyor, canı sıkılmış gibi parmaklarıyla yanağında ritim tutuyordu. İçeride kırk kadar insan vardı ve diğer herkes kadar bende onun gücünün farkındaydım. Tanrı aşkına! Bu adam, bölgedeki en güçlü adamdı.
Firavunun oturduğu tahtın birkaç adım arkasında iki tane seçkin saray muhafızı bekliyordu. Başka muhafızlar da vardı ama duvar kenarında yan yana dizilmiş bu gardiyanlar garip dövmeli, başları tıraşlı, çakal maskeli adamlardı. Anubis maskesiydi bunlar.
Ürkütücü, diye düşündüm gözlerimi sadece gözlerini görebildiğim maskeli gardiyanlardan ayırırken.
Bir an sonra gözlerim Firavun Geb'in yanında duran diğer tahta kaydı. Bu taht da en az firavunun tahtı kadar gösterişli, süslü işlemelerle doluydu. Kosey'de tam oradaydı. Gözlerimiz buluştuğunda yaptığım ilk şey içgüdüsel bir şekilde bir adım geri gitmek ve dişlerimi birbirine bastırmak oldu.
Niye şaşırıyordum ki? Zaten önünde sonunda onunla karşılaşacağımın farkında değil miydim? Burası onun krallığıydı.
Kosey, babası gibi gösterişli takılar takmıyor ya da şaşalı bir pelerin giymiyordu. Tam aksine, çok zarif, çok sade giyinmişti. Taç ya da başlık da takmamıştı. Onun yerine düzgünce taranmış, temizlenmiş saçları iri dalgalar halinde yüzünün genç hatlarını çevreliyordu.
Açıkça, bir prens gibi görünüyordu.
Şaşkınlıktan ona bakıp kaldığım için Kosey'in bakışlarımı fark etmemesi mümkün değildi, fark ettiğinde ise yüzünde tek bir mimik dahi belirmedi. Alaycı sözleri ve ürkütücü bakışları bir yana, en baştan beri, bana karşı ne iyi ne de kötü hiçbir şey hissetmediğini düşünüyordum. Şimdi bile tepki verdiği tek an gözlerinin benden Baris'e doğru kaydığı andı; Bakışları nefretle yoğunlaştı ve acımasız bir tebessümle dudağının köşesi kıvrıldı. İfadesi o an ne hissettiğinden çok, yapmacık, insana kendini rahatsız hissettiren bir soğuklukla doluydu ki, zaten hiçbir zaman gerçekten ne hissettiğini göstereceğini zannetmiyordum. "Seni bir kez daha sarayda görmek ne hoş, kardeşim. Görüşmeyeli yıllar olmuş gibi geliyor." Bunu derken ne kadar nazik görünse de ben onun düzenbaz biri olduğunu biliyordum. Lanet olası maskesinin altında kötü, kurnaz ve aşırı derecede bencil bir şey vardı ama kabul edeceğim, yine de güzel bir yüzdü bu... İnsanların kolayca ona inanmasını sağlayacak bir yüz... Fakat bu yüz diğer insanların aksine bende hiç de iyi bir izlenim bırakmıyordu. Midem bulanıyor, başım ağrıyor, kalbim endişeyle atıyordu. Yine de bende inanılmaz bir gurur vardı. Kosey beni inanılmaz derecede huzursuz ve kötü hissettirse de cesur davranarak gözlerimi gözlerinden çekmedim. "Ve bir de güzel bir misafir getirmişsin." dedi sırf beni kışkırtmak için. Bende ona ondan ne kadar nefret ettiğimi göstermek için kaşlarımı çattım. "Ne güzel bakışlar bunlar."
"Adım Evala, majesteleri." derken öfkem sesime yansıdı, elimde değildi.
"Ne hoş bir isim... Eva? Sana böyle diyebilirim, değil mi?" 'Hayır, seni pislik herif. Bu isim sadece beni öldürmeye çalışmayan insanlar için.' Bunu demedim tabii ki. Onun yerine dik dik ona baktım. O da alay etmeye devam etti. "Neden bilmiyorum ama yüzün çok tanıdık, sanki birbirimizi daha uzun süredir tanıyormuşuz gibi hissediyorum."
Ne.
Düzenbaz.
Herif.
Yahu.
Dudaklarımı büzerek bir erkeğe iyi bir tekme atmak için en iyi yerin neresi olduğunu düşündüm.
Konuşabildiğimde, ciddi bir sesle, "Hayır. Daha önce tanışmadığımıza eminim, majesteleri." dedim. "Unutulacak bir yüzünüz yok." Özellikle de bu yüz beni öldürmeye çalışıyorsa.
"Lütfen... Bana Kosey de."
Yüzümü buruşturdum. Odadaki en güçlü ikinci adam Kosey'ken, demek istediğim şeyi demem mümkün değildi. Sonra da tüm bu duruma karşın tepkisinin ne olacağını merak ederek Baris'e baktım. Kaşlarını kaldırırken gözlerinin derinliklerinde bir yerde tehditkâr bir his yanıp söndü. En son bu olduğunda, fabrikada, Kosey'i camların içine fırlatmıştı. Bir an tekrar olacak diye korktum çünkü öyle bir durumda ne yapardım hiç bilmiyordum.
"Onu rahat bırak Kosey. Ve sen, Baris..." Şükürler olsun ki, bakışlarımı Baris'ten almamı sağlayan şey Firavun Geb'in sesiydi. Adama baktım fakat varlığımı tamamen görmezden, duymazdan ve bilmezden geldi. Gözlerini doğruca Baris'e dikerek yanında duran diğer boş tahtı gösterdi. "Geç, otur."
Baris ikiletmeden bu emri yerine getirerek boş tahta yürürken bende sessizce birkaç adım arkasından onu takip ettim. Gözlerimi sırtında tutmak için özel bir çaba sarf etsem de odanın içindeki diğer gözlerin beni takip ettiğini hissedebiliyordum. Bu gözlerde merak vardı, kim olduğumu merak ediyorlardı. Baris'in oturduğu tahtın sağında, yerde kocaman, şişkin bir kırmızı minder duruyordu. Oraya oturmam gerektiğini anlamam için Baris'e bir bakış atmam yeterli olmuştu. Başını salladı. Mindere oturup dizlerimi altımda toplarken kedi gibi mayışmamak için kendimi tutmam gerekti çünkü minder olmasını beklediğim şekilde yumuşacıktı ve bende bitkinlikten bayılmak üzereydim. Titreyen ellerimi kucağımda birleştirirken ilgimi arka tarafta oldukları için o ana kadar fark etmediğim kadınlar çekti. Benim aksime bu kadınlar sert zeminde, rahatsız bir pozisyonda oturmaya çalışıyorlardı. Hepsinin saçları iki uzun kalın örgü şeklinde göğüslerinden sarkıyordu. Hepsi de zarif, Mısırlı güzellerdi. Hatta öyle güzellerdi ki, önce onları soylu prensesler sandım. Dikkatim kadınların boynuna kayınca ne büyük bir yanılgıya düştüğümü fark ettim. Bunu fark etmemle dehşete düşmem bir oldu çünkü kahretsin, ne kadar güzel ya da zarif olurlarsa olsunlar, kadınların hepsi altın ve gümüşten yapılmış boyundurluklar takıyordu. Prenses falan değillerdi bunlar, kölelerdi.
Daha önce hiç köle görmemiştim.
İğrenç bir his bedenimin her zerresini sarıp sarmalarken kadınlara acıyarak ve içine düştüğüm bu durumdan nefret ederek parmaklarımı boynuma götürdüm. Umarım o boyunduruklardan takmam gerekmiyordur, diye geçirdim içimden. Bu düşünce tarif edemeyeceğim kadar tiksindiriyordu beni ve hiçbir kuvvetin bana bunu yaptıramayacağını umuyordum.
Kapılar bir kere daha açıldı ve bu defa içeri gösterişli elbiselerle bezenmiş, biri sarışın biri kumral, iki adam girdi. Hafif bir reverans yaptıktan sonra içlerinden bir tanesi bir adım öne çıktı. Diğer adam da iki eliyle küçük bir sandığı sıkı sıkı tutuyordu. Anlayamadığım bir dilde birkaç şey söyledikten sonra arkadaki adam sandığı araladı ve göz alıcı mücevherlerle süslü birkaç altın, gümüş eşya ortaya çıktı. Mücevherlere karşı her zaman bir zaafım olduğunu düşünmüşümdür, hele de böyle güzel ve parlaklarsa...
"Biz barış için buradayız - İstersen, senin olabilir." Adamın bana baktığını fark ettiğim zaman o da ellerinin arasında tuttuğu sandığı bana doğru uzattı. "Güzeller, değil mi?" Az kalsın gülecektim. İstemediğimi göstermek için başımı hızla iki yana salladım. "Hayır. Teşekkür ederim. En son öyle bir şeye dokunduğumda az kalsın ölecektim."
Amacım espri yapmak değildi ama Kosey'in boğazından bir kıkırdama yükseldi ve gülüşünü saklamak için parmaklarıyla dudaklarını örtüp, başını çevirirken gözlerinin derinliklerinde kötücül bir ışık çaktı.
"Çene çalmayı bırakın." diye araya girdi firavun. "Bu ziyareti neye borçluyum, Lord Lezmand?"
Adının Lezmand olduğunu öğrendiğim büyükelçi ağzını açmadan önce boğazını temizledi. "Her şeyden önce, izin verirseniz size iki söz söylemek istiyorum." Bu sözleri kibarca ama kendinden emin bir tonla dile getirmişti. "Bizi huzurunuza kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz ve minnettarlığımızı göstermek adına ben ve yardımcım-"
"Az önce size 'çene çalmayı bırakın' demedim mi ben? Zaten geç kaldığınız için yeterince zaman kaybettik. Anlaşılan kralınız temsilcisi geç geldiği için sinirleneceğimi düşünmedi." Cümlenin sonuna doğru Firavun Geb'in sesinde derin bir memnuniyetsizlik belirmişti.
"S-sadece birkaç gün."
"Ve ne? Sabırsız olduğumu mu ima ediyorsun?" Firavun bunu söyleyince arkadaki adam korkuyla titredi, bunu fark etmek ise firavunu güldürmüştü. Başkalarının korkularını görmekten gerçekten zevk alıyor, diye düşündüm. Muhtemelen burada eğlenen tek kişi de oydu. "Benden korkmanıza gerek yok beyler. Aslında oldukça nazik bir insanımdır." dediğinde Kosey babasına sert, kuşkulu bir bakış fırlattı ve saniyeler içinde o bakış babasının ciğerini bildiğini gösteren bir ifadeye dönüştü. "Ne yazık ki... Sadece kendi halkıma karşı öyleyimdir ve görüyorum ki, siz o kısma girmiyorsunuz. Benin açımdan bu görüşme çoktan bitti. Zaten niye geldinizi de anlamış değilim."
"Ne? Neden ama?"
"Bunu belirtmeme gerek var mı gerçekten? Açıkçası, bana pek güven telkin etmediniz. Bu saatten sonra size görgü dersi de verecek değilim. Hazır yeri gelmişken, buraya gelmeniz hem büyük cesaret hem de büyük aptallık. Yoksa halkınızdan oluşan çetenin halkıma ne kadar zarar verdiğinden haberiniz yok mu? Haraç kesiyor, rastgele baskın düzenliyorlar, alelade çocuklarımızı ve kadınlarımızı kaçırıp devlet otoritesini tamamen yok sayıyorlar! Daha bu sabah bir kadıncağız gelip saray yetkililerine kızının o sabah kaybolduğunu bildirmiş."
Baris şaşkınlıkla kaşlarını çatmıştı. Merakla Kosey'in yüzüne baktığımda, onun herhangi bir tepki vermediğini gördüm; Bunu biliyor olmalıydı. Sessizce adamları süzdüm. Oysa bana gayet normal ve kibar göründüler.
"Kızgınlığınızın nedenini anlıyoruz, majesteleri. Buraya gelişimizin sebebi savaş değil, istediğimiz tek şey iki devlet için-"
"Sus, beceriksiz böcek."
Bana dememişti ama sanki bana demiş gibi dudaklarımı birbirine bastırmıştım.
Kosey, iç çekerek iki elçiyi süzdü. "Çok ilginç, gerçekten. Görünüşe göre artık iki esirimiz var."
"Esir mi?" diye tekrar ettim nefesim kesilerek. Bu kelimeye hiç aşina değildim. Sonra da firavun gözlerimin iri iri açılmasına neden olacak bir şey söyledi; "Onları geri yollamadan önce şu geveze olanın dilini kesin. Sessiz olanın ise boynunu kesin. Söyleyecek bir çift sözü olmayan insanlardan nefret ederim."
"Şaka yapıyor olmalısınız." dedi Baris sinirden titreyen bir sesle.
"Şaka yapmadığına on parmağım üzerine bahse girerim." Kosey geldiğimizden beri ilk defa Baris'le konuşuyordu. Sesinin altında yatan nefreti sadece benim mi görebildiğimi merak ediyordum. Ardından yeniden iç çekerek yanağını yumruğuna yasladı, kolluklarının altındaki pazılar gerildi. "Eh, Hitit kralı elçilerine gösterilen misafirperverlikten pek memnun olmayacaktır. Gerçekten yazık olacak."
Hâlâ alay edebiliyor mu?
Galiba kusacağım; Evet, tam da buraya, firavun bozuntusunun ayaklarının dibine.
Firavun, o kadar da önemli değilmiş gibi "Kimin umurunda?" dediğinde kusma isteğimin iki katına çıktığını hissederek avcumu karnıma bastırdım.
"Belli ki kimsenin." diye yanıt verdi Baris. Sesi sakindi ama dizinin üzerinde yumruk olan eli öyle demiyordu - kendini o kadar kuvvetle sıkıyordu ki parmak boğumları beyazlamıştı. "Tüm bu gösteriye gerek var mı?"
"Belki yok... Ama tekdüzeliği bozmaktan ne zarar gelir?"
"Size daha önce de söyledim, herkesin eğlence anlayışı sizinki gibi değil."
Firavun, Baris'in öfkeli yüzüne umursamazca baktı. "O ses tonundan hiç hoşlanmadım."
"Eminim Hitit kralı da elçilerine davranış şeklinden hiç hoşlanmayacaktır, majesteleri."
Evet ya. Adamın gram diplomasiden anladığı yoktu.
Hiç şaşırtıcı değil ki, Firavun yine umursamadı. Onun yerine avcunu yanağına yaslayarak Baris'in ifadesini süzdü. Yüzünde meraklı bir çocuğun yüzünde olabilecek ifadelerden biri vardı. "Neden kızgınsın, Baris? Kadın yüzünden mi? Bir Tenehu kölesinin midesi o kadar zayıf olamaz herhalde." Baris bu kışkırtma karşısında ona sert bir bakış attı ve cevap vermek yerine ayağa kalktı. Sonra da ellerinden birini bana uzattı. Tereddütle elini tuttum ve oturduğum minderden kalktım. Ne yazık ki, bu hareketiyle firavunun dikkatini daha da üzerine çekmişti. "Daha yeni geldin. Hemen gidiyor musun?"
"Evet, müsaadenizle."
"Neden gittiğini sorabilir miyim?"
"Çünkü bunu görmek istemiyorum. Onun da görmesini istemiyorum."
Firavun bu yanıttan hiç mi hiç memnun olmamıştı, gözlerini sertçe kıstı. Derin bir sessizlik oldu ve bende gergin bir an için Baris'in parmaklarını hafifçe sıktım. Firavunu kızdırmak için bilerek mi o ses tonunu kullanıyordu? Ama neyse ki, sonsuz sessizlikten sonra firavun gözlerini önüne çevirdi ve parmaklarını havada sallayarak, ilgisizce "Öyle olsun. Git bakalım." dedi.
Omuzlarımın gevşediğini hissettim ve rahatlayarak nefesimi üfledim, ne kadar gerildiğimi o ana kadar fark etmemiştim.
Baris beni kapıya götürdü ama hâlâ o kadar şaşkındım ki, odadan çıkmadan önce omzumun üzerinden geriye bakma gafletinde bulundum. Büyük hataydı! On kadar muhafızın yüzü bembeyaz kesilmiş olan büyükelçiye doğru gittiğini gördüm. Bir tanesinin elinde kolumun yarısı büyüklüğünde bir bıçak vardı. Önce sessiz olana saldırdılar. Dört kişi onu tutarken, bir tanesi de zavallı adamın boynunu tam atardamarının üzerinden kesti. Atardamar kesiğinin nasıl bir şey olduğunu biliyordum ama daha önce hiç görmemiştim. Kan, bir fıskiye gibi ileri fırladı ve alçalıp yükselerek temiz, granit zemini kendi rengine boyadı... Ve nihayet durduğunda, cesedin çarpık bir açıyla yüzüstü yere yığıldığını gördüm. Diğer elçiye baktım. Çok korkmuş görünüyordu. Ona yardım etmek için geri dönmek istedim, aptalcaydı ama istedim - Neyse ki, Baris benden daha şuurlu bir şekilde hareket etti de hızlıca atıldığım anda dirseklerimden birini tutarak beni olduğum yere sabitledi. Gözlerimiz birbirine kilitlendiğinde gözler parlak ve sertti. "Sen buna engel olamazsın. " dedi duygudan büsbütün yoksun bir sesle. Sonra bunun duygusuzluk değil, alışkanlık olduğunu fark ettim. Bu hep oluyor muydu? Bu düşünceyle az kalsın çığlık atacaktım.
"Gidelim." dediğini duyduğumda Baris'in beni götürmesine izin verdim çünkü oradan gitmekten daha çok istediğim bir şey yoktu. Dışarı çıkınca beni bir sütunun arkasına çekti ve omuzlarımı öyle sıkı bir şekilde tuttu ki, parmaklarının kemiklerime baskı yaptığını hissettim. "İyi misin?"
"Hayır! Tanrım... Korkunç bir üvey baban var, biliyorsun, değil mi?"
"Kahretsin," diye homurdandı sesimdeki dehşete karşın. O esnada koridordan birileri geçiyordu. Baris kimse bizi fark etmesin diye biraz daha gölgelere çekti beni. Hem tavandan sarkan keten perdeler hem de arkasında durduğumuz dev sütun meraklı gözlerin hedefinden bizi saklıyordu. "Ona ne oldu bilmiyorum. Bu tür görüşmeler gergin geçer ama asla bu kadar ileri gitmezdi. Böyle bir emir vereceğini bilseydim seni asla oraya götürmezdim. Şahit olmanı isteyeceğim bir şey değildi bu."
Ah, benim de benim de.
Başımı kaldırıp boş boş gözlerine baktım. Ben bir şey demeyince Baris'in yüzünde sıkıntılı bir ifade belirdi. "Sen iyi misin? Bir şey söyle."
"Ben... İyiyim. En azından olacağım." Ona bakmamak için başımı diğer yana çevirerek, kendine de bunu söylesen hiç fena olmaz, diye düşündüm. Anılar, bir şimşeğin çakması gibi hafızamda aydınlanıp sönerken gözlerimi yumarak dişlerimi birbirine sürttüm. "Merak etme. İlk defa ceset görmüyorum."