Yazar anlatımı...
İpek’in zihni, bulunduğu karanlık odanın sessizliğinde çaresizlik ve korkuyla doluydu. Ellerindeki bağlar canını acıtıyor, her hareketinde bileklerini kesiyordu. Dışarıdan gelen boğuk konuşmaların arasında, kaçırıldığı günden beri aynı ismi duyuyordu: Cemil. Her şey onun yüzündendi. Bu işin lideri oydu ve belli ki İpek’in burada olma sebebi oydu. Onun yüzünden şimdi bu haldeydi. Ancak neden hâlâ burada tutulduğunu anlamıyordu. Karayla konuşulmuştu. Anlaşılan Kara ona yalan söylemişti. Onu bulmaya gelmeyecekti. Abisinin ise belki de haberi dahi yoktur diye yardıma yetişeceğini hiç düşünmemişti. Kaçırıldığı an gözlerinin önünden geçerken derin bir nefes aldı.
Günlerdir açlık ve susuzlukla mücadele etmişti, ama umudunu kaybetmemeye çalışıyordu. Önüne konulan yemekleri ya kasıtlı olarak yemiyor, ya da eli kolu bağlı olduğundan istese de yiyemiyordu. Öylece yemeye bakıyor ve onu farelerin yemesine izin veriyordu. Kara’nın kendisini kurtaracağına inanmak istiyordu, buna inanmak zorundaydı. Fakat işte o gece, kader onunla acı bir oyun oynayacaktı.
Kapı aniden açıldı ve içeri giren iki adam, İpek’in korkulu bakışlarını üzerlerine çekti. Adamların biri kısa boylu, diğeri ise iri yarıydı. İri yarı olan adamı burada kaldığı günlerde görmüştü. Ona yiyemediği yemekleri getirip götürüyor, bazense koluna girip lavaboya aparmıştı. İri yarı olanın belindeki silah, tehditkâr bir şekilde parlıyordu. Konuşmalarını duyamıyordu, artık konuşulanları anlayacak bir ruh haline sahip değildi. Ama İpek'e olan bakışları, onun bir yükten fazlası olmadığını gösteriyordu.
"Ne yapacağız bu kadınla?" dedi kısa boylu olan, gözleri nefret doluydu. Tutuklanan adamın en yakın arkadaşıydı.
"Bitirelim işini. Cemil ağabey fazla uzadı diyor," dedi diğer adam. Bitirelim de ne demek? Bu kadar kolay mı birinin hayatına son vermek. Onlar için kolaydı ama.
İpek’in kalbi hızla çarpmaya başladı. Kaçmaya çalıştı, ama bağları çözmek için ne gücü ne de zamanı vardı. "Ne olur, yapmayın!" diye bağırdı, ama sesi odanın soğuk duvarlarında yankılanıp kayboldu. Ölmekten mi, yoksa böyle bir yerde ölmekten mi korkuyordu bilmiyordu. Ama korku iliklerine kadar işlemişti.
İri yarı adam silahını çıkardı ve doğrulttu. O an İpek’in gözleri yaşlarla doldu. "Kara, lütfen gel. Sana inanmak istiyorum," diye içinden geçirdi. Bir yandan bağırıyor, bir yandan da mücadele ediyordu, ama adam kararlıydı. Parmağını tetiğe götürdüğü anda kısa boylu adam duraksadı.
"Bir dakika. Cemil ağabey kadının yerini değiştirmemizi söylemişti ama," dedi, ama çok geçti. Silah patladı.
İpek bir anda omzundan saplanan acıyla yere yığıldı. Kan, hızla bedeninden akarken her şey bulanıklaşmaya başladı. Sıcak kanın tenine yayılmasını hissederken, hayatının parmaklarının arasından kayıp gittiğini düşündü. Adamlar bir süre panikle birbirlerine bakıp küfrettiler, sonra aceleyle odadan çıkıp kapıyı kilitlediler.
"Sana dur dedim!" dedi vuran adama doğru telaşla. Sesinde korkunun titremesi açıkça hissediliyordu.
"Sen söyledin vur diye. Şimdi de vurma diyorsun. Cemil abiye ne diyeceğiz şimdi?" İri yarı adam, vücudunu iriliğine kıyasla küçük gibi gösteren bir korkuyla titriyordu. Gözleri yerden kalkmazken ellerini ovuşturuyordu.
Tam o sırada dışarıdan silah sesleri yankılandı. Adamlar, İpek'in durumunun ne olduğuna bile bakamadan panikle koşar adım dışarı çıktılar. Odada yalnızlık, kan kokusu ve sessizlik kaldı.
İpek yerde yatarken bilincini kaybetmemek için çaresizce çabalıyordu. Başını kaldırmak istedi ama yapamadı; tüm bedenine bir ağırlık çökmüş gibiydi. Kanın metalik kokusu görünüşünü bulanıklaştırmaya başlamıştı. Gözleri giderek kararıyordu. Karanlık, onu içine çekerken son bir nefesle mırıldandı:
"Abi... Kara... Ben böyle ölmek istemiyorum..." Böylr bir durumda abisini düşünmesi doğalken, Kara neden aklından çıkmıyordu. Oysa Kara ile ilgili bir güzel anısı bile yoktu
Ama artık çok geçti. İpek’in gözleri kapandı ve karanlığa teslim oldu. Baygınlıkla bedenini saran acılar, bilincinin derinliklerine çekildi.
Tam o sırada Ömer, yanına geldi. İpek’in solgun yüzünü görünce korkuyla elleri titredi. "Kalk, İpek! Abicim! Lütfen gözlerini aç!" diye bağırdı. Onu ne kadar sarsarsa sarsın, abisini duyamıyordu. Ömer, panikle etrafına bakındı ama bir şey yapmaya fırsat bulamadan adamların geri döndüğünü fark edemeden silahla vuruldu.
Adamlar kapıdan içeri girdiklerinde kısa boylu olan, İpek’in başında duran Ömer’i görünce hiç düşünmeden silahını çıkardı.
Alçakça bir hainlikle silahı Ömer’e doğrulttu ve art arda iki el ateş etti. Kurşunlar Ömer'in sırtına saplanırken, oda silah sesleriyle yankılandı. Ve büyük bir sessizlik doldu odaya. Ölüm sessizliği gibi soğuk ve ürkütücü.
Ömer, acıyla yere yığılırken gözleri hâlâ kardeşindeydi. Gözleri kapanmadan önce son bir defa kardeşine baktı. Sırtına saplanan kurşunlar kadar, İpek’e yardım edememenin acısı onu tüketmişti.
Adamlar kısa bir süre birbirlerine baktıktan sonra telaşla odadan çıktı. Geride sadece kanla ıslanmış bir zemin, umutsuzluk ve sessizlik kaldı.
*****
Kara
Karanlık bir oda, soğuk ve sessiz. İpek yerde hareketsiz yatıyordu. Bir an için nefes almayı unuttum. Kalbim öyle hızlı çarpıyordu ki, göğsümden fırlayacak gibiydi.
"Hayır, hayır, bu gerçek olamaz," diye fısıldadım, dizlerimin üzerine çökerek yanına eğildim. Yüzü solgundu, neredeyse ölü bir beyazlık. Parmaklarım titreyerek boynuna dokundu. Nabzını hissetmek için tek bir an, o anın sonsuzluğa dönüşmesi gibi geldi.
Sonunda, zayıf ama atan bir nabız hissettim. Derin bir nefes aldım, ciğerlerime dolan havayı ilk defa fark ettim. Deminden beridir nefes almayı unutmuştum.
"Yaşıyor," dedim kendi kendime, sanki inanmak için tekrar etmem gerekiyormuş gibi. O an, kalbimde bir umut ışığı doğdu. Ama vakit kaybedemezdim. İpek’i hemen kurtarmam gerekiyordu.
Telefonumu çıkarıp adamları aradım. "Hemen içeri gelin," dedim, sesim titrek ama kararlıydı. "Ambulansı da arayın. Çabuk olun!" O sırada gözüm Ömer'e kaydı. O da yere yığılmış, hareketsizdi. Yanına sürünerek gittim ve aynı korkuyla boynuna dokundum. Nabzı vardı, ama o kadar zayıftı ki, neredeyse hissetmiyordum. İçimde bir şeyler kırıldı o an, sanki bir uçurumun kenarındaydım. Her an daha derine düşebilirdim. Ömer'in ölmesini ben de istiyordum ama böyle değil. Yaptığı hataya uygun bir ceza alması gerekirdi. Kardeşini kurtarırken bir kahraman gibi ölmesini kabullenmezdim.
Adamlar odaya doluştuğunda, "Onları hemen hastaneye götürmeliyiz," dedim. Sanki zaman durmuş gibiydi ama aynı anda her saniye bizim için bir ömür kadar önemliydi. İpek'i kucaklayıp dışarı taşıdım, ardından Ömer’i de aldılar. Ambulans sirenlerinin sesi kulaklarımı doldurduğunda içimde hafif bir rahatlama hissettim. Ama bu, çok kısa sürdü.
Hastaneye vardığımızda, her şey bir karmaşa gibiydi. Doktorlar İpek’i ve Ömer’i ameliyata alırken, koridorda bir ileri bir geri yürümeye başladım. Ellerim titriyor, aklımda yalnızca tek bir düşünce vardı: "Ya kaybedersem?" Bu düşünce beni boğuyordu, her nefeste daha da derine çekiliyordum. "Ya yine kaybedersem?"
Ameliyathanenin kapısı kapandığında, önümde görünmez bir duvar yükselmiş gibi hissettim. O kapının ardında, benim için her şey vardı. Onu kaybedersem, geri kalan her şeyin hiçbir anlamı olmayacağını biliyordum. Kendimi ilk kez bu kadar çaresiz hissettim. Eskiden belki yeteri kadar gücüm yoktu ama şimdi yeteri kadar gücüm, her şeyim vardı. Fakat şimdi İpek için ölesiye korkuyordum. Güçlü olmalıydım, ama kalbimden geçen korku dalgalarını susturamıyordum. Hangi ara kalbimin kilidini İpekle buluşturmuştum. Ben hep sadece bir ihtiyaç ve intikam aracı olduğunu düşünürken o nasıl kalbimi kendininki yapmıştı.
*****
Dakikalar saatlere, saatler ise bir ömre dönüştü. Her kapı sesi, her doktorun ve hemşirenin koridorda yankılanan ayak sesleri beni yerimden sıçratıyordu. İçimdeki dua bir saniye bile durmadı: “Ne olur yaşasın, ne olur bana onu geri ver.”
Ne kadar da ironik, değil mi? "Onu bana ver." Daha birkaç gün önce incitip hor gördüğüm kızı, şimdi hayatımdaki en değerli zirveye taşımıştım. Her şeyin çok geç olduğunu düşünüyordum. Yaşadığım bu korku, hayatımda hiç tatmadığım türdendi.
Birden doktorun sesi koridorda yankılandı ve yüreğim bir anlığına yerinden fırlayacak gibi oldu:
“İpek Hanım’ın ameliyatı başarıyla sonuçlandı. Kurşun omzuna isabet etmiş, büyük bir damar ya da hayati organ zarar görmemiş. Kurşunu çıkardık ve yarayı temizledik. Şu an durumu stabil, birazdan odaya alınacak.”
O an kalbim mutluluktan hızla çarpmaya başladı, doktorun sözleri bana yeni bir nefes vermişti. Ancak cümleleri bitmeden yüzümdeki o umut dolu gülümseme siliniverdi.
“Ancak diğer hasta… Erkek hastanın durumu ciddi. İki kurşun kalbe yakın bölgelerden girmiş ve her iki kurşun da yoğun kan kaybına neden olmuş. Ameliyat sırasında kurşunları çıkardık, ancak çok fazla kan kaybettiği için şu anda hayati tehlike devam ediyor. Organlarındaki hasarın boyutu için izleme sürecine ihtiyacımız var. Kritik durumda; ilk 48 saat bizim için belirleyici olacak.”
Doktorun söyledikleri adeta zihnimde yankılanıyordu. “Hayati tehlike… Çok az yaşama şansı…” Ölmesini dilediğim bir adamın yaşamasını isteyeceğim hiç aklıma gelmezdi. Ama işte buradaydım. Kalbimde karmaşık bir fırtına kopuyordu. Kendi içimde hem vicdanım hem de çaresizliğimle yüzleşiyordum.
*****
Sabaha doğru, yine uykusuz bir gece geçirmiş ve İpek’in uyanmasını beklemiştim. Zaten günlerdir doğru düzgün uyuyamıyordum, ama şimdi iyice kontrolümü kaybetmiştim. Zihnim, olabilecek en kötü senaryolarla dolup taşıyordu.
"Hastamız uyandı, beyefendi. Yanına girebilirsiniz," diyen hemşirenin sesiyle yerimden doğruldum. Teşekkür edip odaya girdim. İpek, hala kendine gelememiş gibi görünüyordu. Yüzü bembeyazdı ama gözleri açıktı, beni görüyordu. O anda bakışlarımız kesişti ve solmuş gibi duran gözlerinde bir kıvılcım çaktı. Bu kıvılcım, içimde karanlıkta yanıp sönen bir umut gibi parladı.
Beni görünce sevindiğini hissetmek istedim ama içimdeki suçluluk bu hisse yer bırakmadı. Beni sevmiyor olmalı, diye düşündüm. Her ne kadar duygularımın ağırlığını bilsem de, İpek’in beni sevme ihtimali neredeyse sıfırdı. Ben kötüydüm, çünkü kötüler sevilmezdi.
"Günaydın," dedim yumuşak bir sesle.
"Günaydın," diye yanıtladı, ama hemen ardından boğazı kurumuş gibi öksürmeye başladı. Telaşla yatağının yanına oturdum, su verebilmek için elimi uzatırken dikkatlice hareket ettim. Daha yeni serum çıkarılmış elini avucuma aldım ve parmaklarını hafifçe okşadım.
"İyi misin?" diye sordum, sesimdeki endişeyi gizleyemeden.
"Gelmişsin," dedi. O kısık sesiyle bile içimdeki karmaşayı daha da artırmıştı. Gelmez miydim? Ona söz vermiştim.
"Sözümü tutmam gerekiyordu. Sen bana lazımsın," dedim.
"Işık için, değil mi?" dediğinde gözlerindeki o kıvılcım bir anda sönüverdi. Bilmiyordu ki Işık sadece bir bahaneydi. Gerçek ise onu kaybetme korkusuyla yüzleştiğimde anlam kazandı.
"Evet, Işık için," dedim. Ama boğazımda düğümlenen sözlerimi söyleyemedim. "Seni özledim," demek istedim, ama dudaklarım bu basit ama derin cümleyi kurmaktan acizdi.
"Ben uyumak istiyorum," dedi. Gözlerinde bir kırgınlık vardı ama nedenini çözemedim. İçimden, Acaba duygularımın bir karşılığı mı var? diye sormadan edemedim.
"Peki. Sen uyu, ben dışarıdayım," dedim. Ayaklanıp kapıya doğru yöneldim, ama ani bir kararla durdum. Kapıyı açmadan tekrar geri döndüm. Bu defa kaçmayacaktım. Duygularımdan kaçmak beni sadece daha da yıpratıyordu. İpek belki beni sevmiyordu, ama ona iyi davranırsam belki bir gün severdi.
Tekrar yanına oturdum. Yatağın ağırlığını hissedince gözlerini araladı ve şaşkınlıkla bana baktı.
"İpek, seni çok üzdüğümün farkındayım. Geçmişi değiştiremem, ama sana yeni bir gelecek verebilirim. Hayatıma seninle devam etmek istiyorum. Bir yıl değil, bir ömür boyunca seninle yaşamak istiyorum. Gerçek bir karı-koca olalım," dedim, tek nefeste.
"Seni seviyorum ve şimdi seni öpmek istiyorum. Seni çok özledim," diye ekledim. Şaşkınlıkla açılan dudaklarına doğru eğildim. Önce hafifçe öptüm, sonra o öpücüğü derinleştirdim. O an yıllardır ilk kez yaşadığımı hissettim. Dudaklarım, onun dudaklarında huzur bulmuştu. İlk kez bir öpücüğün içimdeki tüm karanlığı aydınlatabileceğini anladım.
Dudaklarımızın buluştuğu o anın sonsuza kadar sürmesini istedim. Çünkü artık biliyordum: İpek benimdi ve onu bırakmayacaktım.