İpek ve Kara
"Sence ben fahişeye benziyor muyum? Ha, söyle bana! Fahişeye benzer gibi bir hâlim mi var? Zorla alıkoydun, bu eve hapis ettin. Ses çıkarmadıysam, abim ve küçük Işık için ses çıkarmadım. Ama senin için? Bir gram bile üzülmüyorum. Adın gibi, için de kapkara olmuş senin!" Öfkeyle üzerine bağırdım ve yatakta dengesiz bir şekilde sendeleyen bedenini yere fırlattım. Zaten ayakta duracak hâli yoktu. Sarhoştu. Bir de bana fahişe muamelesi yapıyor. Sanki ben mi söyledim ona, gel öp beni diye?
"Beni öptüğünde sana karşılık mı verdim? Engel olmadıysam, abim yaşasın diye olmadım!" diye haykırdım. Sesim odanın dört bir yanına yankılandı. Yatakta doğrulmaya çalışan bu adama olan öfkem her an daha da büyüyordu. Bir an bile düşünmeden yataktan indim, gömleğinin üstten iki düğmesi açıktı, öfkeyle çekiştirmeye başladım. Ama o, mal gibi yüzüme bakıyordu. Gözlerindeki bulanıklık, biraz önce söylediği sözlerin ağırlığını fark etmeyen bir adamın boş bakışlarıydı.
"Konuşsana be adam! Az önce konuşan sen değil miydin?" diye çıkıştım. Ellerim titreyerek gömleğini daha da çektim. Sesim, kalbimin hızla atışıyla birleşip tüm sinirimi dışa vuruyordu.
"Fahişesin," dedi, yüzüme tükürür gibi. "Çünkü bedenini değil ama ruhunu bana sattın. Zaten her fahişe bedenini mi satar? Herkes farklı bir şeyini satar. Sen de ruhunu bana sattın. Bedenini satmışsın çok mu ki?"
Bu sözler... Kalbime bıçak gibi saplandı. Ellerimi gömleğinden çekmek istedim ama çok geçti. Kara, ellerimi tuttu ve beni kendine çekti. Bir anda, onun kucağında oturmuş buldum kendimi. Burun burunaydık. Öfkem ve nefretim öylesine büyüktü ki nasıl bu hâle geldiğimi bile anlamadım.
"Sustun!Gerçekleri duymak ağır mı geldi!" dedi Kara, gözlerimin içine bakarak. "Fahişe olduğunu itiraf et. Ben senin bedenini istiyorum, evet. Ruhun zaten umurumda bile değil. Sikip atacağım bir beden gerek bana, o kadar!"
Bu sözler mideme bir yumruk gibi indi. Ağrı birdenbire başladı; psikolojik bir sancı, gerçek bir acıya dönüşüyordu. "Bırak beni," diye inledim. Kelimeler ağzımdan dökülürken titriyordum. Gözlerim dolmuştu, ama bu gözyaşlarının acizlikten olmadığını biliyordum. Midemin ağrısı beni ağlatıyordu.
"Bırakmam," dedi Kara. "Sen benimsin. Zorla ya da güzellikle... Kısa süre sonra karım olacaksın. Sahte de olsa, gerçek de olsa, aynı yatakta yatacağız. Şimdiden alış buna."
"Ahh... Bırak beni diyorum sana! Dayanamıyorum artık!" diye haykırdım. Ama midemin sancısı daha da artıyordu. Ruhsal olarak zorlandığım anlarda hep mideme vururdu. Bunun çaresi yoktu, yıllardır bu sancıyla yaşamayı öğrenmiştim. Ama şimdi... Şimdi bunun sebebi karşımdaki adamdı. Kara’nın zehir gibi sözleri bastırdığım acıları yeniden uyandırmıştı.
"Önce öpeceğim," dedi Kara, gözlerini üzerime dikerek. "Yine tadına bakmak istiyorum. Özledim."
Dudakları aniden benimkilerin üzerine indi. Öfkeyle, acımasızca... Midemdeki sancı daha da şiddetlendi. Ama bu sefer, Kara’nın acımasız öpüşüyle birleşmişti. Canımı yakıyordu. Ve o an, dudağını tüm gücümle ısırdım. Sert bir hareketle başını geri çekti. Gözlerinde bir an için şaşkınlık vardı. Ellerimi bıraktı. Ben de ellerimi mideme bastırarak Kara’nın kucağından hızla indim. Acım dayanılmaz bir hâl almıştı.
"Ne oldu sana?" diye sordu şaşkınlıkla. Aptal adam hâlâ anlamamıştı.
"Yaklaşma!" diye bağırdım. Sesim, odanın duvarlarında yankılandı. Mideme saplanan bıçak gibi bir ağrıyla yere çöktüm.
"Ahh... Ahh!" Sancı, tüm bedenimi esir almıştı. Kara, sanki bir anda sarhoş halinden ayılmış gibi yanıma geldi. Ama ona fırsat vermeden bağırdım. "Sakın yaklaşma!"
Ama sözlerim bir işe yaramadı. Kara, beni kollarına aldı. Kucağında taşırken, hiç istemesem de başımı omzuna yasladım. Dışarı çıkıp beni arabasına bindirdi. Kendi şoför koltuğuna oturdu ve motoru çalıştırdı.
"Hastaneye gidiyoruz. İyi olacaksın," dedi kararlı bir sesle.
Beni bu hâle sokan kendisiyken, şimdi iyi olacağımı söylüyordu. Cevap vermedim. Konuşacak hâlim yoktu. Arka koltukta uzanmış, gözlerimi arabanın tavanına dikmiş, sancı içinde inliyordum. Bu adam... Hayatımın kâbusu olmuştu.
*****
Hastaneye vardığımızda Kara, beni kucağında taşıyarak acil servisin kapısından içeri girdi. Başım hâlâ omzuna yaslıydı; bu pozisyonu ne kadar istemesem de ağrım öylesine şiddetliydi ki karşı koyacak gücüm yoktu. Ve Kara'ya yaslandığımda acım hafif de olsa kalp atışını duyduğunda azalmış gibi oluyordu. Odak noktam değiştiği içindi her halde. Acil servisteki hemşireler bize doğru koşturdu. Kara'nın yüzünde o anki kararlılığı ve panik, herkesi harekete geçirmişti.
“Durumu kritik, hemen müdahale edin!” diye bağırdı. Sesindeki otorite herkesi harekete geçirmişti. Hemşireler beni tekerlekli sandalyeye yerleştirirken bir yandan nabzımı kontrol ediyor, sorular soruyorlardı.
"Ne oldu? Bir şey mi yedi? Bir yerden mi düştü?" diye sordular. Aslında bunu sormaları gerekirdi: Kim seni üzdü de bu halde geldin? Cevapsa tam da yanı başımdaydı.
Kara, elini saçlarının arasından geçirerek, "Hayır, sadece çok sancısı var! Hemen doktor gelsin," dedi. Sesindeki panik beni bir an için şaşırttı. Az önce beni öfkeyle aşağılayan adam gitmiş, yerine korumacı biri gelmişti. Ölürüm de Işık'ı kaybeder diye korkmuştu her halde. Benim için endişe duyacak değildi. İnanmazdım da zaten.
Beni bir sedyeye yatırıp acil müdahale odasına aldılar. Kara’nın peşimden gelmek istediğini gördüm, ama hemşirelerden biri ona sert bir şekilde durmasını söyledi.
“Beyefendi siz içeri giremezsiniz. Lütfen dışarıda bekleyin.”
O an bir anlık rahatlama hissettim. Kara yanımda değildi artık. Her ne kadar koynunda rahatlamış olsam da müayene zamanı bana bakmasını istemiyordum.
Doktor yanıma geldiğinde sancım hafiflemeye başlamıştı, ama yine de zayıf ve halsiz hissediyordum. Doktor dikkatlice muayene ederken, sanki acılarımın sadece fiziksel olmadığını anlayabilmiş gibi gözlerimin içine baktı.
"Stres kaynaklı bir krize benziyor," dedi. "Bir süredir böyle ağrılarınız oluyor mu?"
Bir şey söyleyemedim. Gözlerim, odanın beyaz tavanında sabitlenmişti. Konuşacak gücüm kalmamıştı. Ama yine de zar zor "Hayır, eskiden olurdu ama" cevabını verdim. Çünkü uzun zamandır yaşamadığım mide ağrısı yeniden baş kaldırmıştı. Doktor, hemşirelere birkaç ilaç ve serum yazdıktan sonra yanımdan ayrıldı.
Birkaç dakika sonra odanın kapısı aniden açıldı. Kara, üzgün emoji halindeki suratıyla içeri girdi. Gözleri endişeyle doluydu. Hemşirelerin tepkisini umursamadan yanıma yaklaştı.
"Nasıl oldun?" diye sordu ve serum takılı olan elimi tuttu.
Ona bakmadım. Sadece başımı çevirdim ve gözlerimi kapattım. Konuşacak hâlim yoktu, ama onu görmeye de tahammülüm kalmamıştı.
"İyileşeceksin," dedi yumuşak bir sesle. Bu sesi ilk kez duyuyordum. Bir kaç saat önce bana söylediklerinden sonra bu şefkatli tavır neydi? Ne istiyordu? Kendi içinde bir çatışma mı yaşıyordu, yoksa bu sadece bir oyunun parçası mıydı? Kara gibi bir pişman olmayacağı için ikinci ihtimal daha ağır basıyordu.
"Git buradan," dedim zayıf bir sesle. Sözlerim sert çıkmamıştı, ama tüm gücümle bunu dile getirmiştim.
Kara, bir an tereddüt etti. Gözlerimin içine baktı, ama yüzümdeki nefretle karışık çaresizlik onu odaya mıhlamış gibiydi.
"Burada kalacağım," diye mırıldandı. Sandalyeye oturup ellerini saçlarının arasında gezdirdi. Yakışıklı adamsın Kara Başaran. Ama malesef ben malesef hep çirkin yüzünü gördüm. Şu an neden onun yakışıklı olmasına takıldım onu da bilmiyorum ya çünkü leş gibi içki kokuyordu.
*****
İpeki birden elini midesine doğru getirip sancı içinde kıvranırken gördüğümde, yaptığım hatanın büyüklüğünü geç de olsa fark ettim. Ama iş işten geçmişti sanki. İçimdeki öfke ve kontrolsüzlükle sarhoş bir şekilde direksiyon başına oturmuş, kendi kurallarıma ihanet etmiştim. Normalde avukat olarak, insanlara örnek olmayı bir görev bilirdim. Ancak o an, İpek'e bir şey olacak korkusundan gözüm hiçbir şeyi görmez olmuştu. Şimdi ise koridorda volta atarken her şey daha da netleşiyor, ama bu farkındalık yalnızca suçluluk duygumu büyütüyordu.
"Ben ne yaptım?" diye kendi kendime mırıldandım. Ellerim titriyor, içimdeki çaresizlik beni yiyip bitiriyordu. Doktorun odadan çıkışını görür görmez hızla önünde durdum.
"Eşimin durumu nasıl, doktor bey?" Sözlerim aceleciydi, ama sesimdeki titremeyi bastıramıyordum. Eşim demiştim çünkü doktorun en yakını olduğumu düşünüp her şeyi anlatmasını istiyordum.
Doktor sakin bir şekilde baktı. "Hastamızın durumu şu an için iyi. Midesinde fiziksel bir problem yok. Ancak..." Durakladı. Bu sessizlik beni daha da germişti. "...psikolojik bir rahatsızlık söz konusu. Hastamız stresle baş edemediğinde ya da duygusal anlamda büyük baskı yaşadığında, bedeninde bu tür tepkiler ortaya çıkıyor. Midede kramplar, ani sancılar, bazen de baygınlık görülebilir."
O an, olduğum yere çakılıp kaldım. Sözleri, beni bir tokat gibi yüzüme çarpmıştı. İpek’in bu acıyı yaşamasının tek sebebi bendim. Tüm yaptıklarım, tüm o sözler... Öfkemle onun zaten kırılgan olan psikolojisini yerle bir etmiştim.
"Peki, ne yapılması gerekiyor şimdi? İyileşmesi için ne gerekiyor?" Sesim ciddiydi, ama altına gizlenmiş suçluluk net bir şekilde hissediliyordu.
Doktor devam etti: "Tedavisi için öncelikle psikolojik destek alması gerekiyor. Ancak en önemlisi, stres yaratan durumlardan uzak kalmalı. Psikolojik bir baskı altına girmemesi gerekiyor. Bu tür durumlar tekrarlandıkça, rahatsızlığı daha da kötüleşebilir. Bu gece müşahede altında tutulacak. Eğer sabaha kadar bir sorun olmazsa taburcu edilebilir."
Başımı hafifçe eğip teşekkür ettim, ama kelimelerim bile ağırlığını yitirmiş gibiydi. Doktor uzaklaşırken derin bir nefes alıp İpek’in odasına yöneldim. Kapıyı yavaşça açtığımda, yatakta uzanmış, yüzü solgun bir şekilde yanındaki hemşirenin hareketlerini izliyordu. Onu bu hale getiren bendim. Haluk’un söyledikleri doğruysa ne olmuştu? Gerçekten karım bile değildi. Sahte bir nişanlım. Peki neden bu kadar kıskanmış, neden öfkeyle gözü dönmüş bir hale gelmiştim?
Sandalyemi İpek'in yanına çekip ona yakın oturdum. Sözler boğazımda düğümlenmişti, söyleyecek bir şey bulamıyordum. "Özür dilerim," desem, ne değişirdi ki? Değişmeyecekti. Ona tekrar böyle bir acı yaşatmayacağımı garanti edemiyorsam, bu sözler de boş birer avuntu olurdu. Suskunluğumun ağırlığı odanın sessizliğine karışırken içimde büyüyen pişmanlık her nefeste daha da ağırlaşıyordu.
İpek'in yüzüne baktım. Solgun teni, kapalı gözlerinin altındaki yorgunluk izleri... Onun bu halini görmek içimde derin bir yara açıyordu. Serum iğnesi çıkarılmış küçük elini avucuma aldım. Elleri küçücüktü, benim kocaman ellerimin içinde kaybolmuştu. Tıpkı umutların ve hayallerin kaybolduğu gibi. Parmaklarımı hafifçe hareket ettirip onun yumuşak, narin cildini hissettim. Bu his, içimde fırtınalar koparan suçluluk duygusunu bir an için hafifletmişti.
Ama bu dokunuş bir teselli miydi, yoksa daha derin bir karmaşanın habercisi mi? Bilmiyordum. O an sadece onun yanında olmak istedim, başka bir şey değil. Uykum da yavaş yavaş gözlerimi ele geçirmeye başlamıştı. İpek’e dokunduğumda bu huzurlu uyku nasıl geri geliyordu? Bu kadar tesadüf olabilir miydi? İçimden geçenleri anlamlandıramıyordum.
Bir süre daha onu izledim. Yüzündeki her bir detayı zihnime kazırcasına baktım. Yanaklarına düşen saç tellerini nazikçe kenara çekip onun rahat nefes almasını sağladım. Kendimi ne kadar suçlasam da ve buna hakkım olmadığını düşünsem de kıskançlık bedenimi esir almış gibiydi.
*****
Sabahın taze ışıklarıyla gözlerimi açtım. Elime sımsıkı tutunan eli fark edince başımı çevirdim ve Kara’nın kara başını yatağın kenarına yaslamış halde uyuduğunu gördüm. Derin bir nefes alarak elinden kurtulmaya çalıştım, nazikçe parmaklarını aralayıp elimi çektim. İyi olduğumu hissetsem de midemde hala hafif bir ağrı vardı; ama bu, kısa sürede geçecekti. Yavaşça hareket ederken Kara gözlerini araladı, uyanmıştı.
"Bir şey mi oldu? Neye ihtiyacın var? Bir yerin mi ağrıyor?" diye ardı ardına sorular sıralayınca ne yapacağımı bilemedim. Endişesi yüzüne vurmuştu, gözleri benden cevap bekler gibi üzerime kilitlenmişti.
"İyiyim," dedim, sesim kısıkdı. "Gitmek istiyorum." Yüzümü camdan süzülen gün ışığına doğru çevirdim, konuşmak istemiyordum.
"Doktor gelsin, seni bir muayene etsin. Gerçekten iyiysen gideriz," dedi ve bir süre yanımda sessizce bekledi. Ona cevap vermedim. Kara sonunda odadan çıkınca bir nebze rahatlamıştım, derin bir nefes alıp kendime geldim.
Bir süre sonra doktor geldi, kontrolleri yapıp artık gidebileceğimi söyledi. Hafif bir tebessümle teşekkür ettim. Giyinmek için yataktan kalktığımda, kapının önünde Kara’nın elinde poşetlerle içeri girdiğini gördüm. Akşam beni pijamayla getirdiği için sabah nereye kaybolduğunu düşünmüştüm. Meğerse kıyafet almak için gitmişti. Bunu fark edince şaşırdım, ama bir şey söylemeden poşetlere baktım. Sessizce içlerinden bir kot pantolon seçip üstümü değiştirdim.
Kara beni beklerken sabırlı görünüyordu. Dünkü agresif adam gitmiş gibiydi. Onunla birlikte hastane koridorundan çıkarken, çıkış kapısında tanıdık bir yüzle karşılaştım. Cemil doktor... Uzun süredir görmediğim eski doktorum. Gözlerinde tanıdık bir sıcaklıkla bana bakıyordu.
"İpek! Sen misin? Uzun zamandır seni göremedim!" dedi, yüzünde samimi bir gülümsemeyle.
"Günaydın, Cemil Doktorum," dedim nazikçe. "Teşekkür ederim. Sizin yardımlarınız sayesinde daha iyiyim."
"Her şey hayata tutunup inandığın için oldu," dedi. "Seni burada gördüğüme çok sevindim. Ama tutuyorum sizi. Bir sorun mu var?"
"Hayır. İyiyim" demiştim ki, Kara beni susturdu ve kendisi konuştu.
"Hayır, her şey yolunda," dedi. Ses tonu, soğukkanlı ama derin bir kıskançlık gibiydi:
"Ben Kara Başaran," dedi ve Cemil Bey’e doğru bir adım attı. "İpek’in nişanlısı."