İpek Ateş
Ben İpek Ateş, 25 yaşındayım. Hayatımın 19 yaşımdan itibaren neredeyse her günü hastanelerde geçti. Böbrek yetmezliği ile mücadele ediyordum. Bir böbreğim tamamen iflas etmişti, diğeriyse sadece beni hayatta tutacak kadar çalışıyordu. Annemle babamı tanımış olsaydım belki bana yardım ederlerdi, belki etmezlerdi. Sonuçta, daha çok küçükken, ikisi de bir trafik kazasında hayatını kaybetmişti. Onları kaybettiğimde 7 yaşındaydım ve hayatımda koca bir boşluk açılmıştı. O günden sonra halam bana bakmaya başlamıştı. Ama yedi yıl sonra o da hasta olduğu için hayatını kaybetti. O da bir oğul bırakmıştı geriye, Ömer abim.
Kan bağımız olmasa da, Ömer abim bana gerçek bir abi olmuştu. Ömer abi halamın üvey oğluydu. Hayatının en güzel yıllarını bana adadı, bana hem anne, hem baba oldu. Ömer abim, hayatındaki her şeyden vazgeçip, benim için çalışmaya ve mücadele etmeye başladı. Ama hayat, benim için olduğu gibi onun için de kolay değildi.
19 yaşımda hastalığım kendini göstermeye başladığında, Ömer abim henüz 21 yaşındaydı. İkimiz de çok gençtik. Halamın kocası hayattayken zengin biriydi, bu yüzden halamla birlikte rahat bir hayat yaşamıştık. Halam öldükten sonra bile bir süre sıkıntı çekmedik. Ama benim hastalığım ortaya çıktığında, tüm birikimlerimiz hastane masraflarına akmaya başladı. Paralar tükenince, Ömer abim çalışmaya başladı. Beni kurtarmak için böbreğini vermek istedi ama sonuçlar uygun çıkmadı. O hayal de suya düştü, ve ben biraz daha karanlığa yaklaştım.
22 yaşına geldiğimde ölümün soğuk nefesini ensemde hissetmeye başlamıştım. Ömer abim ne kadar çabalasa da bir donör bulamıyor ve ben her geçen gün hayatın iplerini daha da gevşetiyordum. Anne babamı kaybettikten sonra zaten bu dünyada bir yanım eksikti. Onlarsız yaşamak çok zordu. Ölmek belki onları tekrar görmek demekti, bu düşünce bazen beni daha da ölüme yaklaştırıyordu. Ama her defasında, gözümün önüne Ömer abim geliyordu. Ben ölürsem, o bu dünyada yapayalnız kalacaktı. Beni yaşatmak için verdiği mücadele onu da yıpratıyordu, ama bunu hiç belli etmiyordu.
Gözlerimin önünde hayatımı kaybetmemin onu nasıl paramparça edeceğini düşündükçe, kendim için değil, onun için hayatta kalmaya çalışıyordum. Sevgi, bazen insanı ölümün en karanlık anından bile geri çekebiliyordu.
*****
Ölümüme sayılı günler kaldığı bir sabah, gözlerim henüz tam açılmamışken kapı bir anda açıldı ve Ömer abim koşarak içeri daldı. Nefes nefeseydi, konuşacak hali kalmamıştı ama gözlerindeki heyecanı görünce içimde bir yerlerde kaybolmuş olan umut kıpırtısı uyanmaya başladı. Tüm gücünü toplayıp yanıma geldi, o sırada başımı zorla kaldırıp ona bakabildim. Kalbim, onun gözlerinde gördüğüm o ışığı anlamaya çalışıyordu. Abimdi o benim, kan bağımız olmasa da, her zorlukta bana sarılıp “İpek böceğim” diyen o tatlı ses, içimde bir parçayı hep hayatta tutmuştu.
Yanağıma dokunarak saçlarımı okşadı. "Yaşayacaksın kardeşim. İpek böceğim, yaşayacaksın," dedi titreyen bir sesle. O an bu sözleri duyduğumda şaşkınlıktan kalbim hızla çarptı. Nasıl yaşayacaktım ki? Bu kadar zaman umut bekleyip her defasında hayal kırıklığı yaşamıştım. Gözlerimle ona soru sormaya çalışırken, zar zor "Nasıl?" diyebildim. Sesim fısıltı gibiydi, güçsüzdüm, tedavi ve ilaçlar bedenimi erimiş bir hale getirmişti. Ayakta durmak bir yana, gözlerimi açık tutmak bile bir mücadeleydi artık.
Ömer abim ise bana, daha önce hiç görmediğim bir kararlılıkla baktı. "Sen orasını düşünme," dedi, sesinde karanlıkları delip geçen bir inanç vardı. "Ben hallettim. Daha da halledeceğim. Birkaç güne donör bulunacak senin için ve sen, benim güzel kardeşim, beni yalnız bırakmayacaksın. Bırakma, tamam mı? Biliyorsun, ben sensiz yapamam." dedi, sesi titreyerek, gözlerinde biriken yaşları elinin kenarıyla hızla sildi.
Söylediklerine inanmak istedim, tüm kalbimle. Ama geçmişte de aynı umutları yaşayıp hüsranla karşılaşmıştık. Birkaç defa donör bulundu sanmıştık ama ya uygun çıkmamıştı ya da bağış yapacak kişilerin maddi isteklerini karşılayacak gücümüz kalmamıştı. Umut benim için bir oyuna dönüşmüştü; umutlandıkça düşmek, daha da acı verici oluyordu. Ama yine de, abim için, ona göstermek zorundaydım. Yüzüme hafif bir tebessüm yerleştirerek ona baktım. Onun bu kadar emek harcamasına ve her gün benim için mücadele etmesine rağmen umutlanmaktan vazgeçmiş olmamı ona hissettirmek istemedim.
İçimde bir yerde ölüme hazırdım. Bu dünya bana fazla geliyordu artık, ama abimin beni bırakmamı istemeyen bakışları, benim ruhumun derinliklerinde sessizce çığlık atan o sevgiye dokunuyordu. Belki de sadece onun için bir gün daha mücadele edebilirdim.
Ve ben, onun savaşını görebiliyor, hissedebiliyordum.
*****
Abimin dediği gibi olmuştu. Söz verdiği günden tam üç gün sonra, bana uygun bir donör bulunmuş ve bir gün sonra nakil ameliyatı gerçekleşmişti. Yeni böbreğim bedenime uyum sağlamaya başlamıştı ve inanılmaz bir hızla iyileşiyordum. Fiziksel olarak toparlandıkça, hayatımın normale dönmesini beklerken, Ömer abim tamamen ters bir yöne gidiyordu. Artık eskisi gibi değildi. Onun içindeki karanlık, hastalığımın en kritik zamanında bile görmediğim kadar derinleşmişti. Aklım almıyordu; ne olmuştu, onu bu hale getiren neydi? Ama yine de abim, sanki hiçbir şey yokmuş gibi, her zamanki gibi çalışıyor, bana bakmaya devam ediyordu. Dışarıdan bakan biri, onun sadece yorgun olduğunu düşünebilirdi, ama içten içe bir şeylerin çöktüğünü, onu sıktığını ben hissediyordum.
Tam bir yıl sonra, bir gece o geldi. Sarhoş, adımları titrek ve ruhu paramparça halde eve girdi. O anın ağırlığını hissediyordum; konuşacağı şeylerin hayatımı sonsuza dek değiştireceğini bilmiyordum. Ağır adımlarla yanıma oturdu, gözlerindeki acıyı görmezden gelmek imkânsızdı. Titrek bir sesle, her şeyi bana anlatmaya başladı. Anlatmak istediği kadarını...
Benim için bir anne ve kızını öldürdüğünü ve abimin benim için yaptığını söyledi. Dahası onunla birlikte giden adamın kadına öldürüldükten sonra tecüvüz ettiğini ve abimin buna engel olmadığını bile söyledi. Sözleri havada asılı kaldı, sanki bir kâbusun içindeydim. Gerçek olamayacak kadar korkunç, ama bir o kadar da somut.
Kelimeleri bıçak gibiydi; her bir cümlesi ruhuma saplanıyordu.
Abim konuştu, ben dinledim.
Abim ağladı, ben gözyaşlarını sildim.
O gece, o karanlık anın içinde abim intihar etmeye kalkıştı. İpten aldım onu, hayata geri getirdim. Ama o gece evde başka şeylerin de yaşandığını biliyordum, sadece bana anlattığı kadarını söylemişti. Zaten duyduklarım bile bana fazla gelmişti. Abimin benim için yaptığı fedakârlığa nasıl bir isim verilebilirdi, bilmiyordum. Önceleri teşekkür ederdim ona, ama şimdi nasıl teşekkür edebilirdim? Benim için, iki kişinin canına kıymıştı. Oysa ben, ölmeye razıydım. O küçük kızın ve annesinin ne suçu vardı? Kendi içimde bir savaşa giriyordum; bir yandan abime öfke duyuyordum, diğer yandan onu anlamaya çalışıyordum. İşte bu yüzden duygularımı bir türlü ifade edemiyordum, karmaşık bir düğüm gibi içimde dolanıp duruyorlardı.
Bir süre sonra, abimin ani kararıyla başka bir yere taşındık. Nedenini sormuyordum; çünkü verecek cevabı yoktu. Aslında bir cevabı vardı ama bana söylemiyordu, bunu biliyordum.
İyi olduğum için artık çalışmaya başlamıştım. Bir terzi yanında çırak olarak çalışıyordum. Çok para kazanmasam da, abimin yükünü hafifletmeye çalışıyordum.
Ama o gün… Evin önüne geldiğimde gördüğüm siyah arabalar ruhumu kararttı. Ne işi vardı bu araçların bizim evde? Hemen koşarak eve girdim. Kapıda, izbandut gibi duran adamları yarıp içeri atıldım. Gördüğüm manzara ruhumu dondurdu; abim ölümün eşiğindeydi. Kimdi bu adam? Neden buradaydılar ve abimden ne istiyorlardı, bilmiyordum. Ama hiç düşünmeden abimin önüne atıldım. Ölmek istiyordu, bunu biliyordum, ama onun beni yaşattığı gibi ben de onu yaşatacaktım. Katiyen ölmesine izin veremezdim.
"Beni alın, abime dokunmayın. Onun hayatı benden daha değerli. Ona kıymayın, beni alın," dedim, çaresizlik içinde. Abimin yaptığı fedakarlık karşısında benim yaptıklarım hiç kalırdı. Yaptıkları doğru olmasa da benim için her şeyi yapmıştı.
"Ben razıyım," dedi adam ve abime doğru tuttuğu silahın tetiğini gevşetti.
"Kölem olmaya hazır ol o zaman," diye ekledi.
"Yarın bu saatte gelip seni alacağım. Abinden başka ne istersen götürebilirsin," dedi ve adamlarıyla birlikte evden ayrıldılar. Abime sarıldım, onu kaybetme korkusu içinde titriyordum.
"O adamdı," dedi abim titrek bir sesle.
"Hangi adam?" diye sordum, anlayamamıştım.
"Öldürdüğüm kadının kocası, kızın babası," dedi. O an abimin neden ev değiştirdiğini anlamıştım. Demek ki, abimi arıyormuş. Ama böyle tiplerden kaçmak ne kadar mümkün ki? Kaçmak imkansızmış, bunu anladım.
*****
Sabah olmuştu ve ben ecelimin gelmesini bekliyordum. Ecelimi de bavulla beklemek bir garipmiş. Dün, abimle bu konuda hiç konuşmadan, iki yabancı gibi evde vakit geçirmiştik. Ancak sabah, abim bana veda edip evden çıktı. Bana, beni göz göre göre o adama teslim edemeyeceğini söylemişti. Ama kararlarıma saygı duyduğunu ve sözümden asla dönmediği bildiği için bu manzarayı seyirci olarak izleyemeyeceğini ifade ederek evde kalamadı. Belki de evde olmaması daha iyiydi, çünkü o adamın abime zarar vermesinden korkuyordum. Kapı çaldığında, ecelimin geldiğini anladım. Kapının çalması da bir tür ecelin ben geldim demesi kadar ironikti.
"Hazırım," dedim, kapıyı açtıktan sonra. Ne selam, ne merhaba; hiçbir şey yoktu.
"Emin misin o zaman?" diye sordu. Çatılmış kaşları, benden uzak durmamı istiyormuş gibi görünüyordu, ama onun öfkesini anlamak istiyordum. Karısı ve kızı öldürülmüş biriydi; öfkesini dizginlemek zor olmalıydı. Ecelim olacak birini anlamaya çalışmak, sanki benim aptallığım gibiydi.
"Çıkalım," dedim ve bavulumu alarak kapıyı kapatıp dışarı çıktım. Sanki ben onu götürüyorum gibi, ondan önce arabaya doğru yürüyordum. Oysa arkamdan ağır adımlarla geliyordu. Boyu uzundu ve benimse boyum kısa, 1,58 cm. Bu, benim suçum değildi, ama onum yanında kısa olmam bile her şeyin eksik olduğunu hissettiriyordu.
Sessiz ve sakin geçen yolculuk, adeta ölüm gibi acı vericiydi. Yan yana oturduk ve neredeyse hiç konuşmadan yolculuğumuzu tamamladık. Arabadan inmeden önce, yüzüme bakmadan sert bir şekilde seslendi:
"Hadi peşimden gel."
Cevabımı bile beklemeden arabadan indi. Zaten hayır deme şansım yoktu; bu adamdan korkuyordum ve korkunun ecele faydası yoktur derler. Abimin ölmesini kabullenemezdim. Bu yüzden, bu adamın kölesi olmaya razıydım. Ömrüm boyunca kölesi olmaya gönüllüydüm.
Düşünceli bir şekilde yürüyordum ve başımı kaldırınca karşımdaki devasa evi gördüm. Hastalandıktan sonra, bizim de buna benzer büyük bir evi satıp daha küçük bir eve taşındığımızı hatırladım.
Evi merakla incelerken, sinirli sesi yine duyuldu.
"Bakmana sonra devam edersin. Köle olarak şimdi yapman gereken işler var," dedi ve yine sinir bozucu bir şekilde cevabımı beklemeden uzaklaştı. Derin bir nefes alarak peşinden gittim. Köle olmanın getirisi olarak her emri yerine getirmem gerekiyordu.
Uzun koridorun sonunda, aşağıya indik. İki katlı bu evin bir de alt katı vardı. Kapıyı açıp içeri girdim. Bavulumu kapının dışında bırakıp, açık olan kapıdan içeri geçtim. Garip bir kokuyla karşılaştım ve burnumu tuttum; neredeyse burnum kokudan delinmek üzereydi.
"Ne o, kötü mü kokuyor?" diye alaycı bir şekilde soran adama baktım. Işığı açmadığı için yüzünü göremiyor ve kokunun kaynağını da seçemiyordum.
"Evet," dedim, burnum tutulmuş halde. Sesim burnumu tuttuğumdan farklı çıkmıştı.
"O zaman sana ilk işinde başarılar dilerim. Bu odayı temizleyeceksin, hem de bugün," dedi ve ışığı açtı. Gördüklerimle kanım dondu resmen. Nasıl nefes alınıp verilir onu bile unutmuştum.
Odanın içi tamamen kanla kaplıydı. Duvarlarda kanlı el izleri vardı ve duvar tarafa konulmuş küvet kanla doluydu. Gördüğüm manzara karşısında fazla dayanamayarak sabah yediğim her şeyi oracıkta kusmak zorunda kaldım.