Jülide oturduğu koltukta korkuyla kıpırdanırken, akşam yaşanan olayı nasıl açıklayacağını düşünüyordu. Bu sefer çizgiyi fazlasıyla aştığı için çok büyük kıyamet kopacaktı, biliyordu. Korkuları yüzünden bir çıkış yolu bulamadığından, bakışlarını yanında oturan arkadaşı Begüm’e çevirdi. Konuşmasa bile hissettiği gerilim yüzünün her bir ayrıntısından anlaşılıyordu. Ona destek olmak adına yanında gelen arkadaşı, eliyle sırtını okşayıp sakin olmasını söyledi. Sonra ikisi bakışlarını balkonda sigarasını içerek telefon görüşmesi yapan Barış’a çevirdiler.
Begüm, “Çok gergin görünmüyor,” dedi. “Bence sadece zılgıt yiyeceksin.”
Jülide umutsuzca başını arkadaşının omzuna yasladı. “Sanmıyorum. Bu sefer ki olay çok ciddiydi. Kesin benimle artık çalışmak istemediğini söyleyecek. Sorunlu bir kızı kim ister ki.”
İki genç kadın neler olabileceğini konuşurken, kapanan sürgülü kapının sesiyle irkildiler. Barış, odaya geri dönüp masasına yerleştiğinde, susmak zorunda kaldılar.
Odadaki sessiz bekleyiş iki üç dakika sürdü. Begüm, Jülide’ye göz kırparak Barış’ın arkasına geçip geniş omuzlarını ovmaya başladı. Bu onu rahatlatacak en etkili alternatifti çünkü. Parmaklarındaki baskıyı arttırarak, “İyi misin?” diye sordu.
Sol eliyle alnını ovan genç adam Jülide’ye bakarak, omzuna masaj yapan Begüm’e hitaben konuştu. “Sence iyi olmam mümkün mü? Arkadaşın müşterinin kafasında şişe patlatmış!” Cümlesi biterken, başının tepesinde küçük bir topuz olarak saçlarını toplayan lastik tokayı sinirle çıkarıp attı, saçlarını dağıttı. Çok gerildiği zamanlarda sıkça yaptığı bir hareketti.
Begüm olayın kaza olduğunu anlatmaya çalıştıkça, Barış daha çok sinirlendi. “Yapma Allah aşkına! Bunun kazası mı olur? Benim aklımı mı test ediyorsun Begüm! Ben size, ağırladığımız kişinin önemli birisi olduğunu özellikle belirtmedim mi? Adam çok güçlü bir şirketin ceosu, dikkatli davranın demedim mi? Oldu olacak herifi öldürüp, kaza süsü verseydiniz. Belki polis inanırdı. Dua edin şikayetçi olmadı yoksa hepimiz yanmıştık.”
Barış tekrar sustuğunda, Begüm daha fazla dayanamadı. “Haklısın patron. Ne desen yerden göğe kadar haklısın ama herif ceo bile olsa şerefsizin tekiydi. Bizden ne istediğini bir bilseydin, o şişeyi değil kafasına indirmek, direkt bir yerlerine sokardın.”
Genç adam masanın üzerine eğilerek kül tablasına bıraktığı sigarasını aldı. Sonra Jülide’nin yanına oturarak, vereceği kararı bekleyen iki kıza baktı. Sigarasından bir nefes çektikten sonra, “Son bir yıl içinde çok şey yaşadınız, yaşadık,” dedi. “Aralıksız çalıştınız. O nedenle dün yaptığınız yanlışa rağmen hak etmesenizde, sizin için küçük bir ödülüm var.”
İki arkadaş ödül konusunun altından ne çıkacağını merak ederek birbirlerine baktığında, genç adam yerinden kalkıp masasına yöneldi, çekmeceden uçak biletlerini çıkarttı. “Aklınızı başınıza toplamanız için sizi on günlüğüne tatile gönderiyorum.”
“Şaka mı bu!”
Begüm’ün sorusuna, “Benim şaka yaptığımı hiç gördün mü?” diyen Barış, başıyla Jülide’yi işaret etti. “Arkadaşını toparlamanı istiyorum. Tatildeyken bunun son şansı olduğunu iyice anlatırsın. Aksi halde bir sonraki defa, beni bu kadar ponçik bir adam olarak göremezsiniz. Anlaşıldı mı?”
Odaya girdiğinden beri Barış’ın karşısında sessizliğini koruyan Jülide, genç adamın yüzüne bakamadan kısık sesle teşekkür etti. Barış, uzun boyu ve geniş omuzlarıyla kızların yanında daha heybetli duran bedenini, masaya doğru eğdi. Hafif sert ve yüksek çıkan sesiyle “Duyamadım!” dedi.
Barış’ın cevabından sonra Begüm koluyla genç kadını dürttü. Bu, patronu daha fazla kızdırma demekti. Jülide gitmek için ayağa kalkıp Barış’ın duyacağı şekilde tekrar teşekkür etti, kapıya doğru yürüdü.
Begüm de onun arkasından hareket ettiğinde, Barış kapıdan çıkmak üzere olan Jülide’ye seslendi. Jülide yüzünü dönmeden beklerken, Barış arkasından son cümlelerini söyledi. “Kimse vazgeçilmez değildir. Bunu sakın unutma!”
Binadan çıkar çıkmaz Jülide nefes alamıyormuş gibi bluzunun yakasını açtı. Hemen ardından dökülen gözyaşlarıyla kaldırıma oturdu. Durduramıyordu kendini, bir türlü susturamıyordu. İçi dışına çıkana dek ağlamak istiyordu. Etraflarında onlara tuhaf bakışlar atan insanlar umurunda değildi. Yanına oturan Begüm, “Geçti,” dedi. “Bak korktuğun gibi olmadı. Seni kovacağını düşünürken, üstüne birde tatil kazandın. Senin sayende ben de bu tatilden nasipleniyorum, fena mı?” Jülide’nin bembeyaz teninde, ağladığı an kırmızıya dönen burnu ve yanakları yine kızarmaya başlamıştı. Begüm, Jülide’nin omuzlarından aşağı dökülen bal rengi saçlarını, şefkatle okşayarak kulaklarının arkasına itip, yüzünü ortaya çıkardı. Gülen gözleriyle “Yine kızarttın o elmaları,” diyerek onu göğsüne çekti.
Jülide cevap vermeden, tanıştıkları ilk günden itibaren onu bir abla gibi koruyan kadına yaslandı. Zaten konuşmayı çok sevmezdi. Bu hayata dair konuşacak ne yaşamıştı ki.
***
Ertesi sabah iki arkadaş uçağa bindi. Yol boyunca Jülide sessizliğini korudu. Küçük cam kenarından bulutları izleyen Begüm’ün aksine, yeni aldığı kitabı okumaya başladı.
Yaklaşık bir saat sonra varış noktalarında uçaktan indiklerinde, vedalaştılar. Vedalaşırken Begüm Jülide’ye, emin olup olmadığını sordu.
“Eminim. Neredeyse bir yıl oldu gelmeyeli. Çok özledim.”
Begüm sıkı sıkı sarıldı Jülide’ye. “Tamam ama yarın bekliyorum bak. Kızım bu fırsat kaçmaz.”
Çok nadiren gülen genç kadın, Begüm’e tebessüm etti. “Yarın sabah ilk otobüsle gelirim. Bir saatlik mesafede olacağım. Beni merak etme.”
Begüm’den ayrıldıktan sonra otogardan köyüne giden minibüse bindi. Ne çok özlemişti memleketinin havasını, toprağını, suyunu. Gözleri ıslanarak tarlalarda çalışan insanları, çobanları izledi. Köyüne yaklaştıkça kalbi kuş gibi çarptı. Gördüğü topraklardan ayrılalı sanki yıllar olmuş gibi, cam kenarından nereye bakacağını şaşırdı. Sanki tanıdık bir yüz görebilecekmiş gibi insanların suretlerine baktı.
Köyüne ulaşıp evine gitmek için adım attığı toprak yolda, elindeki çantaları daha sıkı kavradı. Az sonra ailesine kavuşacaktı. Bir yıldan fazladır görmediği sevdiklerine, sıkı sıkı sarılabilecekti. Onu yolda görüp selam veren akrabalarına, tanıdıklarına gülümsedi. Burnuna dolan mis gibi toprak kokusunu içine çekerek, komşu evlerin rengarenk çiçeklerle dolu bahçelerine bakarak yürümeye devam etti. Uzaktan evinin tahta kapısı göründüğünde, sahte gülümseyişi soldu. Bu sırada, kot pantolonunun arka cebine koyduğu cep telefonu çaldı. Hemen ardından Begüm’ün neşeli sesini işitti. “Jülide harika bir yer burası! Görünce bayılacaksın.”
Evinin kapısına bakarak, “Ben zaten harika bir yerdeyim,” dedi.
Telefonu kapatıp kapıyı açmak için elini tahta yüzeye yerleştirdi. Ama bir türlü itekleyemiyordu. Nefesi daraldı, kalbi kasvetle bunaldı. Sadece bir adımdı atması gereken fakat yapamıyordu. Çok zordu. Gelmekle doğru yapıp yapmadığına karar vermeye çalışırken, omzunun arkasına dokunan elle irkildi. Yüzünü, elin sahibine döndüğünde, beş aylık hamile olan ablası Nevin’le yüz yüze geldi. “Jülide!”
Nevin’in dudaklarından fısıltı gibi çıkmıştı kardeşinin ismi. Sevinçten ne söyleyeceğini bilemediğinden, konuşmadan sıkı sıkı sarıldı. “Çok şükür gelebildin.”
Jülide ıslanan kirpiklerini kurulayarak ablasına aynı şekilde sarıldı. “ Annem gibi kokuyorsun,” dedi.
Geri çekildiğinde Nevin kapıyı gösterdi. “Madem ananı o kadar özledin hadi bakalım, gir içeriye.”
Jülide cesaretini toplayarak kapıyı usulca açtığında, görüş alanına bahçedeki annesi girdi. Sırtı onlara dönük olan kadın, peynir kazanının altına odun attığı için yüzünü göremiyordu. Ablasına işaret parmağıyla sessiz olmasını söyledikten sonra, “Melahat Abla, loru kaçtan veriyorsun?” diye sordu.
Kızının sesini duyan kadın, elindeki odun parçasını yere atıp yüzünü Jülide’ye dönerken, “Yavrum!” dedi. “Kuzum gelmiş.”
Annesinin yüzünü gördüğü an her şeyi unutan Jülide, ellerini üzerindeki şalvara sildikten sonra kollarını açan annesine koştu.
Onların seslerini duyan babası, tek katlı evden çıktı. Hemen arkasından, “Teyze!” diye bağıran, Nevin’in altı yaşındaki oğlu Furkan geldi yanlarına. Annesini defalarca koklayarak öptü. Fakat sırada bekleyenler vardı. Annesinden sonra babasının bastonunu tutan elini öptü. Boynuna sarılarak, annesini öptüğü gibi yüzünü öptü koklayarak. Sıra en son Furkan’a geldiğinde, yeğeni suratını astı. Teyzesine, “En az beni mi özledin?” dedi.
Jülide yeğeninin gönlünü almak için, kapının girişinde bıraktığı çantasına gitti. İçinden uzaktan kumandalı sarı bir araba çıkarttı. Arabayı gördüğünde sevinçten gülmeye başlayan çocuğa yaklaştı, oyuncağı uzattı.
“Oğlum bak teyzen çok uzak yollardan geldi,” diyen ablasına göz kırpıp, Furkan’ın önünde eğildi. “Artık barıştık mı delikanlı?” dedi.
Çocuk gözlerini teyzesinin çantasına dikerek, “Başka bir şeyler daha getirdiysen belki barışırız,” dediğinde gülmeye başladılar.
Akşam olduğunda, hep birlikte yer sofrasının başındaydılar. Jülide uzun zamandır, hiç bu kadar keyif alarak karnını doyurmamıştı. Sofrayı toplarken, annesi ne kadar kalacağını sordu. Herkesin birbirine bakarak cevap beklediği an, vicdanı sızlayarak, “Yarın dönüyorum,” dedi. “Bir günlüğüne izin alabildim.”
Verdiği cevapla herkesin suratı asılırken, abisi gibi sevdiği eniştesi Mahmut, “El işi kolay değil,” dedi. “Hem okuyup hem de çalışıyorsun.”
Jülide sofradan aldığı tabaklarla mutfağa koşarken, ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Arkasından gelen ablasından saklamaya çalıştı yüzünü ama başaramadı. “Neyin var? Neden bu kadar mutsuzsun? Geldiğinden beri bir tuhaflık var sende.”
Nevin’in sözleri sonrası Jülide ablasına sarıldı “Sizi, evimi çok özlüyorum.”
Kardeşinin sığındığı bahane üzerine Nevin, Jülide’nin kollarından tutup geri çekilerek yüzüne baktı. “Eniştenin dediği gibi hem okul hem iş zor olmalı. Birde gurbette yalnızsın. Keşke sana yardım edecek imkanımız olsaydı. Keşke babam bu hale gelmeseydi.”
Üç yıl önce, kardeşleriyle arasında çıkan toprak kavgası yüzünden, iki yerinden vurulmuştu babası. Amcası acımadan, hiç düşünmeden çekmişti tetiği. Üstelik babası silahsızken. O günü hatırladı Jülide. Haberi aldığında şehirdeki hastaneye nasıl geldiğini, ameliyattan sonra babasının verdiği ölüm kalım savaşını bugün gibi anımsıyordu. Hastanenin bahçesinde döktüğü gözyaşları, sanki yüzüne kazınıp yer etmişti. Son defa o gün etmişti dua.
İki kardeş aynı anda geçmişi düşünürken, Nevin, “Benden sakladığın bir şey yok değil mi?” dedi. “Eski erkek arkadaşın rahatsız mı ediyor seni?”
“Senden sakladığım bir şey yok. Beni merak etme, o mesele kapanalı çok oldu. Şimdi onu boş ver de asıl sen söyle abla, bir şeye ihtiyacın var mı?”
Nevin tebessüm ederek olmadığını söylese bile, Jülide eniştesinin üç yıldır işsiz olduğunu, durumlarını biliyordu. “Abla, bebeğin cinsiyetini ne zaman sorsam lafı değiştiriyorsunuz. Bir problem yok değil mi?” dedi.
Nevin sustu. Onun susmasından şüphelenen Jülide, doktora gitmediklerini anladı. Zaten plansız gerçekleşen bir gebelikti ablasının ki. İçeriye gidip cüzdanından aldığı parayı, bulaşıkları yıkamaya koyulan Nevin’in cebine sıkıştırdı. “Bu ne Jülide?”
Sürpriz bebek için teyzesinden küçük bir hediye. En kısa zamanda kız mı erkek mi öğrenelim artık. Ona göre hazırlık yaparız.
Ablası Jülide’nin verdiği iki bin liraya bakarak, miktarın çok fazla olduğunu söyledi. “Biriktirdiğin bütün parayı bize mi veriyorsun?”
“Okul tatil olduğu için fazla masrafım olmuyor. Hem mesai yapıyorum hem de maaşın yanında bahşiş alıyorum. Aileme yardım etmeyeceğim de kime yardım edeceğim.”
İki kız kardeş bulaşıkları yıkadıktan sonra, demledikleri çayla birlikte oturma odasına döndüklerinde, herkes bir kenara çekilmişti. Jülide’nin hatırladığı gibi babası oturduğu divanda uyukluyordu. Eniştesi kucağında uyuyan Furkan ile birlikte, dikkatini televizyondaki futbol maçına vermişti. Jülide, kışın beline sarmak için şal işleyen annesine ikram etti ilk çayı. Bu sıra babası olduğu yerde toparlanırken, sızlayan bacağını tuttu. “Ağrıların hâlâ azalmadı mı baba?” dedi.
“Eskisi gibi ağrımıyor kızım. Gönderdiğin ilaçlar iyi geldi. Allah razı olsun senden. Bizim sana bakmamız gerekirken, sen bize bakıyorsun.”
Babası son cümlesini gözleri dolarak söylemişti. Zoruna gidiyordu kızının yanında olamamak. Bir başına uzak bir şehirde, hayata tutunmaya çalışması ağır geliyordu. Eğer o gün, hapisteki abisi tarafından hem bacağından hem de sırtından vurulmasaydı, yalnız bırakır mıydı evladını. Üniversite sınavını kazandığını öğrendiği gün, sevinçten yere göğe sığamayan adam, Jülide’nin okuldaki ikinci yılında ayağına bağ olmuştu. Öyle hissediyordu. Kızı için kendilerini yük olarak görüyordu.
“Ne kadar üzüldüğünü görüyorum baba ama üzülme. Sen üzülürsen bak ben de üzülürüm.”
Orta yaşlı adam gözlerini silerken, “Zoruma gidiyor,” dedi. “Gecenin bir vaktine kadar garsonluk yapman, bana çok dokunuyor.”
Babasının sözlerine ek olarak, annesi korkularını dile getirdi. “Başına kötü bir iş gelecek diye yüreğim ağzımda yaşıyorum yavrum. Her gün namazlardan sonra, rabbim sana hayırlı iş kapıları açsın diye dua ediyorum.”
Eniştesine çayı ikram eden Jülide, annesinin yanına sokulup başını küçük bir çocuk gibi göğsüne yasladı. “Senin duaların koruyor beni. Merak etmeyin.”
Sabah olduğunda, Jülide annesinin sacda yaptığı börekleri yedi son kez. Babasıyla mezun olduktan sonrasını konuşup, erken kalkan yeğeniyle oynadı, eniştesi ve ablasının atışmalarına gülümsedi.
Veda vakti geldiğinde, hüznün hiç eksik olmadığı gözleriyle baktı sevdiklerinin gözlerine.
Bir saat sonra köyden minibüsle şehre, oradan da tatil beldesine geçmek için otobüse bindi. İçi hiç rahat değildi. Yalan söylemişti ailesine ama mecbur kalmıştı.
Düşüncelerini dağıtmak için çantasına attığı kitabını çıkarttı. Okuduğu satırları unutarak aynı paragrafı tekrar tekrar oku. Nihayet dayanamayıp kitabı çantasına sokuştururken, otobüs ani bir frenle durdu.