Beni uykumdan uyandıran şeyin tam olarak ne olduğunu bilmiyordum ama yataktan sıçrayarak kalktığımda paniğim öyle bir boyuttaydı ki kalbim deli gibi atıyordu. Siyah, dalgalı saçlarımı omzumun bir tarafında toplarken koyu gözlerimi önce duvardaki saatte -Saat öğlene geliyordu, odamın perdeleri kapalı olduğu için bunu fark etmemiştim- ardından da kapalı kapıya çevirdim. Ses alt kattan geliyordu. Bir şey mi kırılmıştı? Kulaklarımı cama vuran rüzgardan başka bir ses duymaları için öne eğerken en sonunda merakım daha ağır bastı ve gidip neler olduğunu kontrol etmeye karar verdim. Kapıyı açtığımda kış güneşinin ışığıyla aydınlanan geniş koridor gözlerimi aldı. Tabloların ve bibloların arkasındaki camdan karın kesildiğini ama yeryüzünün resmen beyaza boyandığını görebiliyordum. Başımı yana çevirdiğimde yatak odamın kapısına yapıştırılmış bir not dikkatimi çekti.
Merakla notu aldım ve okudum.
'Mutfak alışverişi için şehir merkezine gidiyorum. Hemen dönerim. Kahvaltın aşağıda hazır bir hâlde seni bekliyor. - Abraham'
İnce, zarif harflerle yazılmış bu not beni biraz olsun rahatlatmıştı ancak içimdeki huzursuzluk tam olarak geçmemişti. Yani o sesi yapan Abraham değil miydi? Merdivenlerin ahşap basamakları her adımımda hafifçe gıcırdarken aşağı inmeye başladım, bir yandan da yanıma kendimi savunmak için bir sopa alıp almamam gerektiğini düşündüm. Sonra bunun gülünç bir fikir olduğunu ve Sage dışında herhangi bir hırsızın evime bu saatte girmeyeceğini düşündüm. Geceliğimin kumaşını parmaklarımın arasında sertçe sıkarken oturma odasına geçtim ve anında tüm düşüncelerim dururken yerde oturmuş bir hâlde, sırtını balkon kapısının camına yaslamış olan Peter'a doğru koştum. "Peter! İyi misin?" diyerek büyük bir endişeyle omzuna dokunduğumda Peter hafif bir sesle gülerek başını iki yana salladı.
"Affedersin. Evini biraz dağıttım. Toparlarım şimdi."
Yerdeki kırık vazoya, su birikintisine ve Abraham'ın kış bahçesinden getirdiği o taze güllere bakındım. Vazoya çarpıp kırmış olmalıydı. Şaşkın bir hâlde Peter'a geri bakarken tam bunun sorun olmayacağını söyleyecektim ki birden garip koktuğunu fark ettim. Bu kokuyu daha önce hiç koklamamıştım ama ilginç bir şekilde neyin kokusu olduğunu biliyordum. Elimi hızla omzundan geri çekerken, hem kızgın hem de şaşkın bir şekilde, "Tanrı aşkına, Peter! Sarhoş musun sen?" diye sordum.
"Belki biraz." diye homurdandı, küçük huysuz bir çocuk gibi. Birden o eski Peter olmuştu sanki. Alnına dokundu. "Oof. Başım feci zonkluyor. Her yer dönüyor sanki."
"Kaç tane içtin?"
Peter iki elini de kaldırarak bana on parmağını gösterdi. Kaşlarımı daha da çatarak ona dik dik baktım. Bu durumdan hiç ama hiç hoşlanmamıştım. Özellikle de normalde ağzına bir damla bile sürmediğini bildiğim için. Sanki cevap orada bir yerlerde yazıyormuş gibi etrafıma bakındım. Ne yapmalıydım? Abraham'ın geri gelip de oğlunu bu hâlde görmesine izin veremezdim ki. Cidden çok endişelenirdi. Zaten onu yeterince endişelendiriyordum.
"Oof, Peter. Bazen tam bir bela oluyorsun." diye söylenerek kolunun altına uzanıp ağırlığının birazını üzerime aldım. O an üzerimde sadece askılı bir gecelik elbise vardı. Bileğimdeki damga gün kadar açıktı ama Peter o an bunu fark edemeyecek kadar sarhoştu. O yüzden sorun etmedim ve düşüp bir yerlerini çarpmasını istemediğim için onu çok dikkatli bir şekilde ayağa kaldırırken "Ne oldu da bu kadar içtin?" diye sordum. Bir yandan da dengesini yitirmesinden korktuğum için omzundan sarkan bileğini sıkıca tuttum. "Gerçi içtiğini bile sanmıyordum."
"İçmiyorum zaten. Alkolden nefret ediyorum."
"Ben de," diye mırıldandım. Peter öyle sarhoştu ki dümdüz zeminde bile dengesini yitirir gibi olup sendeledi. Ağırlığı altında ben de ister istemez yerdeki halıya takılıp sendelerken burnumun ucunu kıvırdım. "İğrenç kokuyor."
"Ah!" Başını eğip sanki koku somut bir şeymiş de onu görecekmiş gibi üzerine bakındı. "Banyo ederim şimdi."
"Öyle mi? Ayakta bile duramazken mi?" Gözlerimdeki bitkinlik, dudaklarımın ucunda zorla beliren o yapay tebessümü daha da belirgin hale getiriyordu. "Hayır, kalsın. Bu hâlde kesin yanlışlıkla kendini falan boğarsın sen."
"Hayır, yapmam."
"Tamam, yapmazsın. Geç şöyle."
Peter zayıf bir adam değildi. Aslında sürekli gezdiği ve canını tehlikeye atacak şeyler yaptığı için yapılı bile sayılırdı. Benim ise yaptığım tek spor yatak odamdan çalışma odama yürümekti. Peter'i bin bir zorlukla hareket ettirerek en geniş ve en yumuşak koltuğun üzerine bıraktığımda nefes nefese kalmıştım. Ellerimi kalçalarıma koyarak sarhoş arkadaşımın tepesinde dikilip ona şaşkınlıkla baktım. Peter gerilip bir kedi gibi mırıldanarak koltuğa yayıldı. Ardından da okyanus kadar mavi olan gözlerini yüzüme dikerek epey yüksek bir sesle iç çekip güldü. "O ifadeyi yapma, Vanessa. Herkes için bu kadar endişelenmek zorunda değilsin." derken sesi son zamanlarda hiç olmadığı kadar tatlı ve yumuşaktı. Aslında çok hoşuna giden bir şeyi söylüyor gibiydi.
Parmaklarımı alnımda gezdirirken "Ne hâlde olduğunun farkında mısın acaba?" diye mırıldandım, ben de karşılık olarak...
Peter dediğimi hiç umursamadan devam etti.
"Sen hep böylesin, değil mi? Küçük bir çocukken bile seni ne kadar kızdırırsam kızdırayım benim için endişelenirdin. Bir keresinde bahçedeki büyük ağaca tırmanmaya çalışırken düşüp kolumu kırmıştım, hatırlıyor musun? Neden kavga ettiğimizi hatırlamıyorum ama bana o kadar kızgındın ki umurunda bile olmayacağını düşünmüştüm. Yine de beni dikkatsiz olup ağaçtan düştüğüm için azarlarken bile gözlerindeki endişeyi görebiliyordum. Sonra elimi tuttun ve sakarın teki olsam bile her şeyin yoluna gireceğini söyledin. Nedense o anı asla unutamıyorum. Küçük bir kızın parmaklarının bana verdiği o hissi.... Senin kızgınlığın aslında umursadığından. Hep öyleydi. O an bunu fark ettiğim ilk andı ve sanırım seni küçük kız kardeşim gibi görmediğimi fark ettiğim ilk an. Neden sana karşı böyle hissettiğimi hiçbir zaman anlamadım ama sen o kadar... İyi, kibar ve içtensin ki seni sevmek nefes almaktan daha doğal geliyor. Biliyorsun, dünyayı gezmeyi her zaman çok istiyordum ama sana karşı dürüst olacağım, aslında bu hislerden uzaklaşmak için bu evden gittim. Sandım ki senden uzakta olursam böyle hissetmeye devam etmem ama tek yaptığım seni çok özlemek oldu. Eskiden olduğumuz kişileri, bizi çok özledim Vanessa. Bu yüzden buraya geri döndüm çünkü seni görmek, seninle yeniden bağ kurmak istedim ama sen değişmiştin. Elbette hâlâ iyi, içten ve kibarsın ama yıllar önce bıraktığım o Vanessa değilsin. Daha olgun, korumacı ve endişelisin. Ah, bir de hüzünlüsün. Seni üzgün görmekten ne kadar nefret ettiğimi bilemezsin, hele ki sadece birkaç haftadır hayatında olan bir yabancı için. Senin hakkında ne biliyor ki o? En sevdiğin yemeğin ne olduğunu biliyor mu? En büyük hayalinin ne olduğunu? Neden korktuğunu? Neye üzüldüğünü? Neyin seni karnın ağrıyana dek güldürdüğünü? Seni tanımıyor ama onun için böyle olmanı sağlayabiliyor. Böyle... Mutsuz."
"Lütfen sus, Peter. O kadar sarhoşsun ki kendine geldiğin zaman bana bunları söylediğin için pişman olacaksın."
"Hayır." dedi bana bakmaya dayanamıyormuş gibi gözlerini gözlerimden uzaklara kaçırarak. "Böylesi daha iyi. Ayıkken bunları söylemeye cesaret edemem ben."
Edemeyeceğini biliyordum, onu kendinden bile daha iyi tanıyordum. Yine de durumun rahatsız ediciliğinin ifademe yansımasına engel olamadım. Çaresizliği bütün hücrelerimde hissederken bu konuda ne yapacağımı bilemeyerek omuzlarımı düşürdüm. Bakışlarımı Peter'ın üzerinde gezdirirken utançtan yanaklarımın ısınmaya başladığını hissedebiliyordum. Onu bu hâlde bırakıp gitme isteğimi yok saymak için çabalarken kollarımı karnımın üzerine sardım. "Peter!" dedim, susması için yalvarır bir tonlamayla. Bunu bana neden yapıyordu? Ona o kadar değer veriyordum ki bana olan hislerini bilmek ve ona hiçbir zaman aynı şekilde karşılık veremeyecek olmak beni mahvediyordu. "Lütfen, gerçekten sarhoşsun."
"Öyleyim... Değil mi?"
"Sana içecek bir şeyler getireyim, olur mu? Biraz kendine gelirsin."
Peter olumlu anlamda başını sallayınca ne kadar rahatladığımı belli etmemek için özel bir çaba harcamam gerekmişti. Abraham gelmeden önce aklını başına toplaması için ona sert bir kahve getirdikten sonra üzerime uzun kolları ve dizimin altına kadar uzanan bol bir eteği olan kırmızı bir elbise giyerek alt kata indim. Merdivenlerin son basamağında durup siyah saçlarımı başımın üzerinden atarken Peter ile ne yapacağımı düşünüyordum. Onu bu eve geri çağırmak istemiştim çünkü Abraham'ın onu özlediğini, onun da Abraham'ı özlediğini biliyordum. Onlar bir aileydi. Peter'ın bu evden aramızda olanlar yüzünden uzak durduğunu biliyor olsam da onu babasından ayrı tutmak hakkım olan bir şey değildi. Öte yandan, buraya taşındığında aramızın yeniden eskisi gibi olabileceğini umut etmiştim. Hem ben de onu özlemiştim, bu dünyadaki ilk ve tek arkadaşımı...
Biraz cesaret bulduğumda Peter'ın yanına gitmek için ayaklarımı hareket ettirebildim. Ona yaptığım kahvenin hiç dokunulmamış bir hâlde masanın üzerinde duruyor olduğunu gördüğümde fincanı alıp duvara atarak parçalamamak için kendimi zor tutarak "Peter! Neden kahveni içmedin?" diye sordum.
"Midem bulanıyor."
"Yine de içmen gerekiyor."
"Ama midem gerçekten bulanıyor."
Yanaklarımı şişirip ofladım. Bu bir çocukla konuşmaya çalışmak gibi bir şeydi. Kollarımı göğsümün üzerinde kavuştururken "O kadar içersen bulanır tabii, seni sorumsuz!" diye çıkıştım Sonra birden sustum ve gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Daha sakin olmalıydım. Peter sadece çok sarhoştu. Ona farkında bile olmadığı tavırları yüzünden kızmamın hiçbir mantığı yoktu. Gözlerimi açarken çok daha sakin bir sesle konuşmaya devam ettim. "Bak, seni anlamak istiyorum ama sen cidden hiç yardımcı olmuyo-"
Daha sözcük dudaklarımdan çıkmadan kapının zili tüm malikanenin içinde yankılanarak dikkatimi başka bir yöne çekmeyi başardı. Peter'ı bir anlığına boş verip başımı koridora doğru çevirirken Abraham'ın geldiğini düşünmeden edemedim. Peter'ı bu hâlde görmesini elbette istemiyordum ama duruma iyi tarafından bakarsak, en azından sarhoş bir Peter konusunda Abraham bana yardım edebilirdi. Peter'a son bir defa onu inceleyen bir bakış attıktan sonra kapıyı açmak için acele ederek koridora yöneldim. Bir yandan da Abraham'a oğlunun sarhoş olduğunu nasıl söyleyeceğimi düşünüp duruyordum. Bunu söylemenin kolay bir yolunun olduğunu sanmıyordum. Son derece gergin bir surat ifadesiyle kapıyı açarken Abraham'ın güven veren ifadesi yerine küçük bir kız çocuğunu görmeyi beklemiyordum. Mina'yı gördüğüm için o kadar şaşırdım ki bir an hiç hareket etmeden durarak küçük çocuğa bakakaldım. Ardından bakışlarım istemsizce çocuğun biraz arkasında duran, bana bakan ve zarif duruşuyla hemen dikkat çeken Bayan Contessa'ya takıldı. Üzerindeki şık elbise, onun zarafetini daha da ön plana çıkarıyordu.
"Bayan Contessa?" dedim, şaşkın şaşkın.
"Merhaba, Vanessa." İnce parmakları bir balerinin zarafetiyle hareket ederken, bileğindeki ince bilezikler hafifçe şıngırdadı. "Olanlardan sonra... Seni görmek istedim. Müsait misin?"
Omzumun üzerinden oturma odasına doğru açılan koridordan baktım ve sarhoş arkadaşımı düşünürken dertli dertli iç çekmemek için kendimi zor tuttum. "Şey... Ben..." Şu an hiç uygun bir zaman değil, demek için yeniden Bayan Contessa'ya bakıyordum ki işler bir anda daha da berbat bir hâle geldi çünkü Abraham dönmüştü. Ellerindeki poşetleri daha da sıkı bir şekilde tutarken Bayan Contessa'ya ve Mina'ya baktı. Mina'ya baktığı anda küçük kız korkuyla Bayan Contessa'nın elini tutmuş, yaşlı kadının arkasına sığınmıştı. Çocuk yaşlı kadının eline öyle sıkıca yapışmış ki... Onun zarif ama güçlü duruşunun kendisine bir koruma kalkanı olmasını umuyor gibiydi. Ne olursa olsun, çocuğun dünyanın en anlayışlı, en sadık insanı olabilecek Abraham'dan ne kadar korktuğunu görmek bana kendimi garip hissettiriyordu.
Abraham, "Misafirimiz mi var, Vanessa?" diyerek mesafeli ama yine de saygılı bir şekilde Bayan Contessa'ya başını eğerek selam verdi. Mina'ya ise sadece çok kısa bir an baktı. Bunu çocuğun varlığını yok saymaktan çok, onu daha da fazla huzursuz etmek istemediği için yaptığını bilecek kadar onu tanıyordum.
İçimdeki endişeyi bastırmaya çalıştığım her halimden belli oluyordu. Bayan Contessa'ya ve Mina'ya bir kere daha baktıktan sonra "Evet," dedim, titrek ve gergin bir sesle.
"Ne güzel." Abraham'ın gülümsemesi zarif ve neredeyse belli belirsizdi. Hemen o kusursuz kahya moduna bürünerek omuzlarını dikleştirip derin bir nefes aldı. "Neden içeri gelmiyorsunuz hanımefendi? Size bir şeyler ikram edelim. Çay? Kahve? Ve çocuk için de meyve suyu?" diyerek zarif bir şekilde içeriyi işaret etti. Peter'ın ne hâlde olduğunu bilse bunu asla yapmazdı ama şimdi itiraz edersem de sanki onları evimde istemiyormuş gibi olacaktım. Bir şey diyemedim o yüzden.
"Çay." dedi Bayan Contessa. "Ve teşekkür ederim."
"Lafı bile olmaz. Gelin lütfen."
İçeri girdiklerinde ve Peter'ı koltukta gördüklerinde Mina birinin sarhoş olduğunu anlamayacak kadar küçük olsa da Abraham'ın ve Bayan Contessa'nın ne olduğunu anlamaması imkansızdı. Abraham utançtan ya da öfkeden kıpkırmızı kesilirken, Bayan Contessa sadece biraz şaşkın görünüyordu. Ben ise durumu nasıl toparlayacağımı bilmiyordum. Her zamanki gibi Abraham her şeyi yoluna koydu. Birkaç dakika sonra mutfakta, Peter'ı kendine getirmek için bir şeyler yaparken Bayan Contessa ona yardım ediyordu. Bense Peter'ın yanında durarak ona göz kulak oluyor, Mina'da varolan tüm sessizliğiyle karşımızdaki koltukta oturarak meyve suyunu ve dün Kratas'a verdiğim o kurabiyelerden yiyordu. Çocuğa dikkatle baktım. Kızıl sacları iki yandan örülmüş, uçlarına da yeşil kurdeleler takılmıştı. Yüz ifadesi o kadar tatlı ve güzeldi ki... Ama gözleri her zamanki gibi ürkek ve hüzünlüydü. O hüzün ve ürkeklik sadece Bayan Contessa'nın yanındayken kayboluyordu. O yaşlı kadını annesi olarak görüp görmediğinden emin olmasam da güvenli bölge olarak gördüğünden emindim. Mina, Peter'a kısa bir an baktı. Yabancı bir erkekten ne denli rahatsız olduğunu anlamama yetecek kadar uzun bir bakıştı bu. Mideme yumruk yemiş gibi olurken tacize uğramış bir çocuğa karşı ne kadar dikkatli olmam gerektiğini fark edebiliyordum. Keşke zavallı çocuğun kafasının içindekileri silebilmenin bir yolu olsaydı.
"Peter, sana zarar vermez Mina." dedim çocuğu biraz olsun rahatlatmak için. Geçmişte neler yaşadığını düşününce... "İnan bana, bu evdeki kimse yapmaz. Güvendesin. Tamamen."
Mina gözlerime baktı.
"Damien nerede?"
Onun ismini duyunca birdenbire oturduğum yerde kaskatı kesildim; sanki tüm vücudum donmuş ve kalbim bir anlığına duruvermiş gibiydi. Mina benimle pek sık konuşmazdı ve konuştuğu ilk anda da Damien'ı sormasını beklemiyordum. Hemen yanımda oturan Peter biraz doğruldu. Yüzündeki hafif kızarıklık ve dağınık saçları, hâlâ son derece sarhoş olduğunu gösteriyordu ama gözlerindeki hafif şaşkınlıkla Mina'ya bakarken sanki bir anlığına bile olsa durumun ciddiyetini anlamış gibi göründü.
"Affedersin?" dedim, bin bir zorlukla gülümseyerek. "Neden şimdi onu soruyorsun?"
"Seninle birlikte yaşamıyor muydu?" Mina başını eğip tabağındaki kurabiye yığınına uzun uzun baktı. Başka bir çocuk olsaydı tabağı çoktan yarılmıştı ama Mina bir kuş kadar az yiyordum. "Onu görmek istiyorum. İznin... İznin olursa tabii."
"Damien şu an burada değil, tatlım." Ve seni onu görmeye götüremem, çok üzgünüm...
"Neden? Nerede? O iyi mi?"
Mina'nın sesinde bir endişe vardı. Gözleri iri iri açılırken öne eğildi. Off. Ne diyecektim şimdi? Kafa dinlemeye gitti, mi? Yeraltı Şehri'ne hem de? Yüzüm hissediyor olduğum dehşet yüzünden şekilden şekle girerken her zaman orada bir yerlerde olan acının giderek çoğaldığını hissettim. Damien hakkında konuşmayı sevmememin bir diğer sebebi de buydu. Peter, "Vanessa'ya birkaç eşya bulmak için birkaç günlüğüne şehir dışına gitti." diye bir yalan söyleyerek beni içine düştüğüm bu zor durumdan kurtardı. Sonra da biraz sakinleşmemi sağlamak için uzanıp kucağımda duran ve yumruk hâlini almış olan parmaklarımla hafifçe dokundu. Mina'nın dudaklarından anladığını gösteren tatlı bir mırıltı dökülürken koltuğunda arkaya yaslanarak bir bana bir de Peter'a baktı. Peter'ın elime dokunan eline baktığında yüzünde hafif bir merak belirdi ve belki de sorabileceği en saçma soruyu sordu.
"O, senin kocan mı?"
Adeta boğazımdan zorlukla çıkan bir haykırışla "Ne?" dedim. Hayır! Elimi hızla Peter'ın elinden çekerken yüzüm alev alev yanıyor, sıcaklık dalgaları yüzümü kavuruyordu. "Ben... Şey..." Kelimeler dilimin ucuna gelip geri kaçıyorlardı. Peter'ın yüzündeki ifadeyi görebilmek için başımı hafifçe kaldırmak istedim ama korkum ve utancım daha ağır bastı. "Ben... Gerçekten..." dedim, ne söyleyeceğimi bilemeden. Sözlerim havada asılı kaldı.
Peter güldü ancak bu gülüş neşenin ve mutluluğun ifadesi değildi. Acı bir gülüştü bu. "Evet, kocasıyım." derken sesinde sadece tatsız bir alay vardı. Hâlâ o kadar sarhoştu. Ona nasıl baktığımı fark edince omuzları düştü. "Ben aslında sadece..."
Bayan Contessa, tam da o anda araya girip "Sanırım şu an konuşmak için uygun bir zaman değil. Biz daha sonra gelsek olur mu?" diyene kadar Peter'a bakmaya devam ettim. Yaşlı kadın, son derece sevecen bir ifadeyle Mina'ya elini uzattı. Mina hiç düşünmeden kadının elini tutup koltuktan zıplayarak kalkarken Abraham'da yanına oturup Peter'a bir fincan kahve verdi. Baba oğlu baş başa bırakarak Bayan Contessa'yı ve Mina'yı yolcu etmek için dış kapıya kadar yürüdüm. Bayan Contessa omuzlarına örgülü, kalın bir şal sararken Mina başını kaldırdı ve onu seyreden bana dikkatle baktı. Teni öyle hassastı ki anında soğuktan yanakları kızarmıştı.
"Benim için bir şey yapar mısın?"
"Evet, elbette." dedim hemen, tereddütsüz. "Ne istersen."
Bayan Contessa sevgi dolu bir ifadeyle ve narin, özenli, her dokunuşu bir parça teselli veren parmaklarıyla saçlarındaki ince örgüleri düzeltirken Mina gözlerini gözlerimden bir an bile olsun ayırmadı. Bakışlarında bir şeyler saklıydı; belki de derin bir endişe...
"Damien'a iyi bakar mısın, Vanessa? Küssünüz, değil mi? Neden kavga ettiğinizi bilmiyorum ama Damien'ıb birinin onunla ilgilenmesini hak ettiğini biliyorum. Sanırım bu dünyada senden başka kimse bunu yapmaz. Ona göz kulak olur musun?"
Çocuğa bakarken gözlerimde derin bir hüzün ve çaresizlik vardı. Yere yığılmamak için tırabzanlara tutunurken bakışlarımı sert rüzgarların uçuştuğu, karla kaplı bahçeye çevirdim. Anlamıyordum. Boyu bacağımı üçte ikisini bile geçmeyen bu çocuğun dediği bir cümle nasıl içime böyle oturabilirdi? Yoksa her zaman böyle boyundan büyük laflar mı ediyordu?
"Endişelenme Mina," dedim konuşabildiğimde. Yapamayacağımı bile bile "Onunla ilgileneceğim." diye devam ettiğimde kelimeler çıkmadan önce dilimin ucunda acı bir tat bıraktı.
"Teşekkür ederim."
"Hayır. Lütfen. Lafı bile olmaz."
Mina ve Bayan Contessa nihayet yanımdan ayrıldıklarında tam olarak neyle karşılaşacağımı bilemeyerek aşırı yavaş bir şekilde oturma odasına doğru yürüdüm. İçeri girmeye çekindiğim için kapının ağzında durduğumda Abraham'ın sesi çok net bir şekilde kulaklarıma ulaştı. Peter ile konuşuyordu ve anladığım kadarıyla da son derece kızgındı...
"Aptal mısın, Peter? Şimdi zamanı mı? Nasıl kendinden geçecek kadar içersin?" Peter, kendini savunmak için birkaç kelime mırıldandı ancak Abraham'ın öfkesi bu çabalarını boşa çıkardı; Susması için elini hızla kaldırdı. "Hayır, dinle beni. Seni ne hissettiğini daha hissetmeye başladığın anda anlayacak kadar çok tanıyorum. Vanessa ile arkadaşlığını berbat etmek istemiyorsan hislerine hakim ol diye sana en başında söyledim. Ona her zaman daha farklı baktığını biliyorum ve canının böyle yandığını görmekten ne kadar nefret ettiğimi bilemezsin... Ama Vanessa'da benim için senin kadar değerli. Onunla hislerin hakkında konuşmak istiyorsan en azından bunu kafan ayıkken yap. Zaten yeterince mutsuz ve yalnız."
"Ben de onun kadar mutsuz ve yalnızım."
"Hayır, değilsin. İnan bana, hiç değilsin. Kör müsün? Sırf biraz sarhoş oldun diye Vanessa'nın ne kadar endişelendiğini görmüyor musun? O senin yanında, hâlâ senin arkadaşın, hem de ona yaptığın o kadar saygısızlıktan sonra bile! Ama sen sırf senin gibi hissetmiyor diye onu yalnız bırakıyorsun. Sana ihtiyacı var, Peter. Hayattaki tek gerçek arkadaşı olarak ihtiyacı var. Birazcık bencilliği bırakırsan sadece yüzüne bakarak bile ne kadar zor şeyler yaşadığını görebilirsin. Onun suskunluğunu, çaresizliğini, karmaşıklığını anlayabilirsin."
"Suskunluğunu, çaresizliğini ve karmaşıklığını anlıyorum zaten." Peter, koltukta öne eğilerek başını iki elinin arasına aldı ve düşüncelerini bir saniyeliğine dinlemek için derin bir nefes aldı. "Bu yüzden bu kadar canım yanıyor. Onu seviyor. Kahretsin. Gerçekten seviyor."
"Bunun bizi ilgilendirdiğini zannetmiyorum, Peter."
Abraham kollarını göğsünün üzerinde kavuşturdu. İfadesi hiç olmadığı kadar ciddiydi. Öfkesinin altında yatan çaresizliği hissedebiliyordum, bu da durumu daha karmaşık ve acı verici bir hâle getiriyordu.
"Düşünüp düşünüp duruyorum ama nedenini anlayamıyorum," diye devam etti Peter, ellerini yüzünden çekerken. Gözleri acıdan ve öfkeden parlıyordu. Parmaklarını saçlarının arasından geçirdi ve yumuşak, gür bukleleri sert bir biçimde çekiştirdi. "Neden onca insan arasından o? O gladyatör? Vanessa benim tanıdığım en naif, en tatlı, en nazik insan. Kandan, şiddetten nefret eder. Birinin sesini yükseltmesi bile onu rahatsız etmeye yeterken öyle vahşi ve kontrol edilemez birini sevdiğini düşünmek öyle gülünç geliyor ki! Onu hep sevdim ben. Hep inandım. Lütfen baba, bana sadece ona acıdığı için bu hâlde olduğunu söyle. Bunu birinden duymaya ihtiyacım var."
"Söyleyemeyeceğimi biliyorsun, Peter."
Kendimi çok güçsüz hissedince alnımı duvara yasladım. Burada durup bunları dinleyerek neden kendime işkence yaptığımı bile bilmiyordum.
"Sen Damien hakkında ne düşünüyorsun?" diye sordu Peter, daha sonra.
"Açık olmak gerekirse, Vanessa'nın kendine bu kadar zarar vermesine neden olduğunu gördüğüm anda Damien'ı kabul etmesi için onu cesaretlendirdiğime pişman oldum... Ama Peter, benim ne hissettiğimin ya da senin ne hissettiğinin bir önemi yok. Herkes kendi hikâyesini yaşıyor."
"Bekle. Cesaretlendirmek mi? O adamı sen mi hayatına almasına neden oldun? Hem de ona karşı neler hissettiğimi bile bile."
"Yapma, Peter. Ben sadece süreci hızlandırdım. Onu o gün ikna etmeseydim de Vanessa önünde sonunda Damien'ı kabul ederdi zaten. Ben sadece... Tanrım, yine bunu demek zorunda kaldığıma inanamıyorum ama... Bak, Vanessa'ya karşı neler hissettiğini biliyorum ama onun da sana karşı neler hissettiğini biliyorum. Sen onun tek arkadaşıydın, Peter. Sen dünyayı görmek için gittikten sonra öyle yalnız kaldı ki, gerçekten konuştuğu tek kişi bendim. Sadece bu evde bir arkadaşı olsun istedim. İşlerin bu noktaya geleceğini bilmiyordum, ki çoğu şey benim kontrolümün dışında gerçekleşti. Bana kalsa onun böyle zarar görmesine asla müsaade etmezdim zaten."
Peter, "Biliyorum, baba." diye fısıldadığında Abraham yumuşak bir ifadeyle gülümseyerek öne eğildi ve sanki beş yaşındaymış gibi Peter'ın başını okşadı. O an gözlerinde sadece oğluna karşı duyduğu sevgi ve şefkat vardı, bunu görmek beni hem mutlu etti hem de anlam veremediğim bir şekilde kırdı...
"Sana bunu defalarca söyledim, Peter. Vanessa sana sana baktığın gibi bakmayacak. Ya onu arkadaşın olarak kabul edersin ya da hayatından çıkarır ve önüne bakarsın."
"Önüme bakamadığımı biliyorsun. Geri dönmemin sebebi bu."
Şaşkınlıkla soluğumu serbest bıraktım.
Gerçekten de bu yüzden mi gelmişti?
"Biliyorum," dedi Abraham, çok daha yumuşak bir tavırla devam ederek. Sonra elini çekti, doğrulurken ifadesini çok daha sakin bir ifade kapladı. "Bugünlük bu kadar dertleşme yeter. Odana gidip biraz dinlen. Mümkünse de uyu. Belki ayılırsın."
Abraham, Peter'ı orada bırakıp oturma odasından çıktığında tam orada duran beni görünce olduğu yerde durdu. Onları dinliyor olduğumu fark etmemesi mümkün değildi. Utanmam gerekirdi ama nedense hiç utanmıyordum. Gözlerimi kaçırmadan ona bakarken Abraham iç çekerek "Kapı dinleme huyun yoktu senin." diye mırıldandı. Hafifçe gülümsemek istedim ama dudaklarım hareket etmedi. "Peter'ı biliyorsun, Vanessa. O sadece sana karşı..."
Kaşlarımı çattım sadece.
Peter hakkında babasıyla konuşacak değildim.
Önemi olmadığını gösteren bir şekilde başımı iki yana salladıktan sonra "Senden bir şey isteyecektim." dedim, konuyu değiştirerek.
"Tanrım... Yine ne oldu?"
"Biraz rahatlar mısın?"
"Hayır, rahatlayamam. İki çocuğumun da hâli içler acısı. Nasıl rahatlayabilirim?"
Bunu ona söyleyecek gücüm olmadığı için derin bir nefes alarak uzanıp bileğini tuttum. Parmaklarımın titremesine rağmen, elini kendime doğru çektim ve avucunun içine yeniden aktif hâle getirdiğim ikinci çipi yavaşça bıraktım. Metalin soğukluğu avucuna değdiğinde Abraham ona verdiğim çipe cansız gözlerle baktı. Çipin üzerinde yansıyan ışık, gözlerindeki derin boşluğu daha da belirginleştiriyordu. Sonra da bakışlarını kaldırıp gözlerimin içine baktı. Ne yapmak istediğimi anlamıştı. Bunu görebiliyordum. Gözlerindeki donukluk yerini, bir çeşit kabulün sıcaklığına bıraktı.
"Yine ona gideceksin." dedi kendi kendine. Sesi neredeyse fısıltı kadar yumuşak ve kırılgandı. "Vanessa, bileğindeki o çipin hem senin hem de Damien için ne kadar tehlikeli olduğunu biliyorsun."
"Biliyorum."
"Ve yine de ona gidiyorsun, öyle mi? Damien'a çipi babanın yaptığını ve gerçekte ne işe yaradığını söyledin mi? Ne kadar büyük bir tehlikede olduğunu biliyor mu?"
"Hayır... Konuşacak fırsatımız olmadı."
Kalbim, sanki bu sırrı paylaşmanın ağırlığını kaldıramayacakmış gibi hızla çarpıyordu.
Abraham omzunun üzerinden Peter'ın olduğu oturma odasına baktı. Bunu yaparken her zamankinden daha yorgun görünüyordu. Ardından kafasını öne salladı ve çipi ceketinin cebine atarken öne eğilip az önce Peter'a yaptığı gibi başımı okşadı. Parmakları çeneme kaydı, suratımı görmek için yüzümü yukarı kaldırdı. "Tek dikkat etmen gereken kişi Damien değil. O yüzden ne yaparsan yap, ne karar verirsen ver, güvende olduğundan emin ol. Başkan Eugine o çipi bileğine sadece Damien'ı görmene engel olmak için yerleştirmedi. Bunu biliyorsun, değil mi? Seni kontrol altında tutamadığını asla fark etmemeli." dediğinde tek hissettiğim şey bana karşı hissettiği o koruma içgüdüsüydü.
"Abraham..." Kelimeler boğazıma dizilirken ona sıkı sıkı sarıldım. Yanağımı göğsüne yasladım ve bunu yaptığımda Abraham'ın ceketinden yayılan o hafif kahve kokusu burnuma doldu. Huzurla gözlerimi kapattım. "Her şey için teşekkür ederim."
"Etme. Sadece daha fazla zarar görmeni istemiyorum. Kimsenin görmesini istemiyorum."
Ben de.
🔸🔸🔸
"Neden bana yardım ediyorsun, Kratas? Başının belaya girmesinden korkmuyor musun?"
Bunları sorarken yanımdaki genç adama dikkatle baktım. Bunu gerçekten merak ediyordum.
Biraz fazla mutlu bir şekilde "Şey..." dedi, başını bir an yukarı kaldırıp şehrin dev tavanını kaplayan yapay ışıklara, borulara ve tellere bakarken. Bir süre bir şey demedi. "Aslında başının daha fazla belaya girmesine engel olarak diğer insanlara kocaman bir iyilik yapıyorum. Ayrıca ikimiz de biliyoruz ki, Başkan Eugine laftan anlamıyor."
"Bu yeterli bir cevap değil."
"Ne tür bir cevap beklediğini bilmiyorum, Vanessa."
Bu gerçekten de çok ironik bir cümleydi çünkü ne tür bir cevap beklediğimi ben de bilmiyordum. Özellikle de dün söylediği o şeyden sonra... Onu seviyorsun.
Bir an yanaklarımın kızarıp kızarmadığını merak ederek parmaklarımın tersiyle elmacık kemiklerimi dokundum. Gerçi Kratas hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu. Sanki hiçbir şey söylememiş, hiçbir şey itiraf etmemiş gibi... Sanırım ben de öyle davranabilirdim.
"İşte, geldik."
Bunu duyunca bakışlarımı Kratas'ın üzerinden çekerek arena binasının metrelerce yükseklikteki kolonlarına ve yüzyılların izlerini taşıyan taş bloklarına bakmak için başımı kaldırdım. Saçlarım omuzlarımdan kayarak belime döküldü. Buradaydım. Bir kere daha. Bir tarafım burada olduğuma hâlâ inanamıyordu.
"Sen git," dedi Kratas, arenanın arka giriş kapısının tam önündeki taş heykelinin yanında durarak. "Ben burada bekleyeceğim."
Hem sessiz hem de uysal bir biçimde başımı salladım ve ona bir kere daha bakma ihtiyacı hissetmeden arenanın altındaki zindan ile kapıya bağlanan o uzun, sarmal koridora doğru yürüdüm. Gerginlikten ellerimi ovuşturup duruyordum. Neyse ki o gün şans benden yanaydı, Damien ile tam da koridorun orta noktasında karşı karşıya geldik. Yanında Başkan Eugine'nin adamları yoktu çünkü bu koridorda arena alanı dışında başka hiçbir çıkış yoktu. Onu gördüğüm için heyecandan adımı bile unuturken Damien'ın beni fark etmesini beklemeden -O kadar bile sabrım yoktu!- adımlarımı daha da hızlandırarak ona doğru yürüdüm. Zemindeki küçük, beyaz çakıl taslarına takılıp durmamın tek sebebi gözlerimi Damien'ın üzerinden bir saniye dahi olsun ayırmamamdı. Üzerinde sadece siyah, eski ama temiz, keten bir pantolon vardı. Ayakları ve göğsü çıplaktı. Gözlerim geniş omuzlarından başlayıp, beline doğru inen kaslı vücudunda gezindi. Yara bere içinde olmasına rağmen bedeninin ne kadar dayanıklı ve savaşmaya alışık olduğu bir bakışta anlaşılıyor, bu haliyle tam bir savaşçı gibi görünüyordu. Yine de onu bu hâlde görmekten ne kadar nefret ettiğimi anlatamam. O yara izlerine tek tek dokunmak, onları tedavi etmek ve bir daha asla böyle zarar görmeyeceğinden emin olmak istiyordum.
Nihayet Damien'la göz göze geldiğimde kelimeler boğazımda düğümlendi, adımlarım yavaşladı. O an zaman durdu sanki. Düşüncelerim de. Kalbim patlayacakmış gibi çarpıyordu ancak ne olursa olsun, burada olmamın bir sebebi vardı ve onu unutamazdım.
Hiç olmadığı kadar çekingen bir tavırla "Konuşabilir miyiz?" diye sordum.
"Hayır. Konuşamayız. Çıkmam gereken bir dövüş var."
Damien yanımdan öyle hızlı bir şekilde geçip gitti ki... Yine de tüm yüzsüzlüğümü kullanarak geri dönüp peşinden gittim. Damien benden çok daha uzun, atletik ve hızlıydı. Koridorda ona yetişmek için resmen koşmak zorunda kalırken sesimi yükselterek aklımdan geçen ne varsa dile getirdim. "Yapma bunu! Oraya çıkamazsın, Damien! Çıkacaksan da dövüşmek zorundasın! Zaten yeterince yara bere içindesin! Gerçekten incineceksin!" diye bağırdım, gücüm yettiği kadar. Damien sanki hiçbir şey söylememişim gibi hızlı bir şekilde yürümeye devam etti ama ben beni duyduğunu biliyordum. Biliyordum çünkü bunları dediğim anda kaburga kemikleri hafifçe belirginleşti, sırtındaki kaslar kasıldı ve tekrar gevşedi. Pes etmedim. Edemezdim. Şimdi değil. Adımlarımı biraz daha hızlandırdım. "Damien, lütfen!" diye uzanarak kolunu yakaladım. Ona dokunduğumda anda omuzları kaskatı oldu. Geri çekildi, parmaklarımın altından kaçtı. Sert bir sesle "Dokunma!" diye uyardığında titreyen parmaklarımı yavaşça indirdim.
"Biliyorum," dedim utançtan kızardığımı hissederken. "Bana güvenmiyorsun... İnanmıyorsun... Neden bu denli kızgın olduğunu da anlıyorum..."
"Öyle mi?" Damien alçak sesle güldü, gülüşü buz gibiydi. Gözleri kararlılıkla bir alev gibi parlıyordu. "Neden kızgınım ben, Vanessa?"
"Sana o sözleri söylememeliydim, ben..."
"Hiçbir şey anladığın yok senin."
Acı bana daha önce hiç olmadığı kadar sert bir şekilde çarparken sessizliğim karşında Damien "Ben de öyle düşünmüştüm zaten." diyerek bir adım geri çekilip bana sırtını döndü. Arenaya çıkmak için koridorda yürürken bir kere daha peşinden gidecek gücü bulabilmem bir mucizeydi. Yine de onu bir kere daha durduramadım. David koridordaydı. O buralardaysa Arthur'da buralarda olmalıydı. David'in beni tanıyıp Başkan Eugine'e buralarda dolandığımı söylemesiden korktuğum için adımlarımı olduğu kadar yavaşlattım ve omuzlarımdaki siyah pelerini üzerime çekip yüz hatlarımı gizledim. David yanımdan geçip gittiğinde de Damien'a yetişmek için adımlarımı üç kat hızlandırdım. Ona yetiştiğimde koridorda döndü ve bir an durdu. Onu durduranın ne olduğunu merak ederek ve Başkan Eugine olmasından korkarak kalın bir kolonun arkasına sığındım ve arenanın giriş kapısında, kollarını göğsünde kavuşturmuş bir hâlde dikilen Kratas'ı görmek için başımı eğdim. Kahretsin. Damien'ın önünü kesen ondan başkası değildi.
"Biraz konuşabilir miyiz, Damien?"
Yavaşça yutkunurken kalbimin derinliklerinde yankılanan o şaşkınlık dalgasını yok etmeye çalışıyordum.
Her şeyi söyleyecek miydi?