Kızıl Konağın loş aydınlatmalı salonunda sohbet koyulaşmıştı. Reşat Ağa, misafirlerini ağırlarken odanın dışında hareketlilik belirdi. Korumalardan biri sessizce kahyanın yanına yaklaştı, kulağına bir şeyler fısıldadı ve ardından saygıyla geri çekildi. Kahya duraksadı, sonra Reşat Ağa’nın yanına sokuldu:
“Reşat Ağa, kapıda seni görmek isteyen biri var,” dedi Sefer, alçak bir sesle.
Reşat Ağa, kaşlarını çatarak sordu, “Kimmiş o gelen?”
Sefer biraz tereddütle, “Ağam, bizim Hüseyin, hani tarlada çalışan var ya…” diye yanıtladı.
Reşat Ağa, hafif bir burun kıvırarak, “He, tamam tanıdım. Önemsiz biri. Söyle beklesin, görmüyor musun, burada önemli misafirlerim var,” dedi ve elindeki kahve fincanını masaya bıraktı.
Sefer, ağzını açmadan başını sallayarak geri geri çekilmeye başladı. Fakat Reşat Ağa, aniden elini havada sallayarak onu durdurdu.
“Dur hele! Avluda bekletme, misafirlerin gözünün önünde perişan hâliyle görünsün istemem. Al, ahıra götür onu.”
“Emredersin, ağam,” dedi Sefer ve hızlı adımlarla çıktı.
Misafirlerden biri, merakını gizleyemeyerek sordu, “Hayırdır ağa, bir sıkıntı mı var?”
Reşat Ağa, sahte bir tebessümle cevap verdi, “Yok ağalar, hiç mühim değil. Siz rahatınıza bakın.”
Bu sırada Sefer, konağın taş döşeli avlusuna indi. Hüseyin, yamalı elbiseleriyle orada, boynu bükük bir hâlde bekliyordu. Kasketini mahcupça ellerinin arasında tutuyor, gözlerini yere dikmişti. Sefer yanına geldiğinde, Hüseyin hemen doğrulmaya çalıştı.
“Gel hele Hüseyin, seni ahır tarafına alacağız. Ağa meşgul, seni orada bekleyeceksin,” dedi Sefer, soğuk bir ses tonuyla.
Hüseyin, “Başüstüne” diye mırıldandı, usulca Sefer’in peşine takıldı. Konağın arka tarafına doğru ilerlerken, avlunun sessizliğinde sadece ayak sesleri yankılanıyordu.
Reşat Ağa misafirlerini uğurladıktan sonra Hüseyin’in olduğu yere doğru ağır adımlarla ilerledi. Hüseyin onu uzaktan görür görmez toparlandı, üzerindeki tozları silkeledi ve kasketini düzeltip saygıyla esas duruşa geçti. Reşat Ağa, alaycı bir gülümsemeyle yaklaştı:
“Hayırdır Hüseyin Efendi, bir şey mi istersin?” dedi küçümseyen bir tavırla.
Hüseyin, mahcup ve çekingen bir sesle yanıtladı:
“Ağam, bilirsin ya, karım Hatun doğum yapmak üzere…”
Reşat Ağa kaşlarını kaldırarak alayla güldü.
“He bilmez miyim, senin karı da bayağı doğurgan çıktı ha! Seni hınzır, bu kaçıncı çocuk olacak?”
Hüseyin utanarak gülümsedi, gözlerini kaçırdı:
“Ellerinizden öperler ağam, dördüncü olacak inşallah.”
Ağa, dudaklarını bükerek, sanki büyük bir yük taşıyormuş gibi derin bir nefes aldı:
“Neyse, bakam derdin ne senin?”
Hüseyin zar zor cesaret bulup konuşmaya devam etti:
“Ağam, karıyı hastaneye götürmek için izin istemeye geldim.”
Reşat Ağa, kaşlarını çatarak öne eğildi:
“Hüseyin Efendi, tam da hasat zamanı, pamukları kim toplayacak? Ben mi toplayacağım? Karın zaten günlerdir çalışmıyor, böyle giderse hasat elimizde kalır.”
Hüseyin, daha da mahcup bir şekilde başını öne eğdi:
“Haklısın ağam, doğru söylersin. Ama ne yapalım, biz de dardayız. Döndüğümde iki vardiya çalışırım, telafi ederim.”
Reşat Ağa, göğsünü kabartarak kibirli bir tavırla cevap verdi:
“Çalışacaksın tabi! Ekmek kolay mı? Ama bilesin ki, tek yövmiye veririm.”
Hüseyin, izni kopardığını düşünerek sevinçle:
“Nasıl istersen ağam, Allah razı olsun,”
Tam arkasını dönüp gidecekken, Reşat Ağa birden durdu, elini çenesine götürerek düşündü ve Hüseyin’e seslendi:
“Dur hele, Hüseyin Efendi! Ben zaten şehre ineceğim. Sen de karını al bizimle gel.”
Hüseyin’in yüzü sevinçle aydınlandı, eğilip bükülerek:
“Allah razı olsun ağam, Allah tuttuğunuzu altın etsin,” dedi ve neredeyse ellerini öpecekti ki Reşat Ağa ellerini geri çekti.
Bu hareketle birlikte Ağa’nın yüzü daha da ciddileşti:
“Bu iyiliğimi de unutmazsın, değil mi?”
Hüseyin, başını sallayarak:
“Unutmam ağam, hakkınızı ödeyemem,”
Reşat Ağa, alaycı bir bakışla Hüseyin’in gözlerinin içine baktı:
“Ödersin, ödersin Hüseyin Efendi. Şimdi karın doğumdan sonra çalışamayacak. Bu iyiliğimin karşılığında bir haftalık yövmiye kesilecek, haberin olsun.”
Hüseyin’in içi sıkışmıştı. Zaten zor geçiniyorlardı, şimdi bir de eksilen yövmiye iyice belini bükecekti. Ama mecburen boyun eğerek:
“Tabi ağam, nasıl uygun görürsen,” dedi, içinden geçenleri gizlemeye çalışarak.
Ama yüzündeki buruk ifade, Reşat Ağa’nın gözünden kaçmadı. Hüseyin’in arkasından alaycı bir kahkaha attı, Hüseyin ise sırtını dönüp sessizce ahırın karanlık köşesinde kayboldu.
Reşat Ağa’nın kamyoneti konağın önünde hazırdı. Kendisi ve kahyası Sefer, kamyonetin iç kısmında rahatça oturmuşlardı. Ön koltukta ise şöför yerini almıştı. Kamyonetin arkasında, doğum sancılarıyla kıvranan Hatun ve yanında endişeli Hüseyin bulunuyordu. Araba, engebeli köy yolunda ilerlerken her çukura girdiğinde, her taşın üzerinden zıpladığında, Hatun’un acı dolu çığlıkları yankılanıyordu. Hüseyin, çaresizlik içinde eşinin elini tutmaya çalışıyor, ama arabada sarsılmaktan bir türlü dengede duramıyordu.
Nihayet, hastanenin ışıkları göründüğünde Hüseyin’in içine biraz olsun su serpildi. Kamyonet durduğunda Hüseyin hızla arka kapıyı açtı, Hatun’u içeri taşımalarına yardım etti. Bekleyiş uzundu ama umut doluydu. Hüseyin, hastane koridorlarında gidip gelirken ter içinde kalmıştı.
Bir süre sonra, doğumhaneden çıkan doktor, Hüseyin’e doğru yaklaştı. Yorgun ama sevinçli bir ifadeyle,
“Hüseyin Bey, nur topu gibi bir kızınız oldu. Allah analı babalı büyütsün,”
Bu haber Hüseyin’in yüzünü aydınlattı, gözleri parladı. Sevincini gizleyemeyerek doktora doğru atıldı, ellerini şükranla tuttu:
“Allah razı olsun doktor, Allah ne muradın varsa versin,” dedi, gözleri dolu dolu.
Doktor, Hüseyin’in bu coşkulu tepkisine biraz şaşırdı. Zira bu yörede insanlar genelde erkek çocuklarını daha çok sever, kız çocukları olduğunda aynı mutluluğu pek göstermezlerdi. Hüseyin’in sevinci o kadar içtendi ki doktor daha fazla kurcalamadan bir tebessümle başka işlerinin peşine düştü.
Hüseyin ise sevincini içinde patlamaya hazır bir volkan gibi yaşıyordu. Elinde kalan son kuruşlarına aldırmadan hastane görevlilerine çay ısmarladı, Hatun’un yanına koştu. Kadıncağız, doğumun yorgunluğu ve sancıları arasında, Hüseyin’in yüzündeki mutluluğu görünce bir nebze olsun rahatladı.
Bir Gün Önce…
Annem Hatun, ocağın köşesine oturmuş, bir yandan ördüğü yün çorapları, bir yandan da karnındaki büyüyen bebeği düşünüyordu. Sonunda, içinde biriktirdiği sözleri patlatırcasına babama döndü:
“Hüseyin, artık vakit geldi. Bebek yolda, yarın doktora gitmemiz şart.”
Babam Hüseyin, ince kaşlarını çatarak başını salladı. Sesi her zamanki gibi sakin ama içten içe bir endişe taşır gibiydi:
“Hayırlısı inşallah. Ben yarın ilk iş gidip Reşat Ağa’dan izin alayım.”
Annem burun kıvırarak, alaylı bir gülümsemeyle karşılık verdi:
“Melun adam! Yine huysuzlanacak, yine para vermemek için bahaneler bulacak.”
Babam omuzlarını silkti, çaresizce iç çekti:
“Ne yapalım hanım? Bizim elimizden başka bir şey gelmez. Ağa ne derse o.”
Annem, içinde taşıdığı umudu bir duayla süsleyerek konuştu:
“Bu sefer kız çocuğumuz olacak, bak göreceksin Hüseyin. Bilirsin, kız berekettir, rahmettir. Kız evimize nur getirir.”
Babam, yılların yükü omuzlarına binen bir adamın yorgun bakışlarıyla annemin yüzüne baktı:
“Bilirim tabi, bilmez miyim!”
Annem, içindeki sevinci bastıramayarak devam etti:
“İyi güzel akıllı bir kız olsun da, bir de zengin bir koca bulursa biz de rahat ederiz.”
Babamın yüzü bir an için kasıldı, dudakları kıvrıldı ama bir şey diyemedi. İçinde bir yerlerde bir isyan vardı, ama bunu dile getirmeye cesareti yoktu:
“Ederiz tabi… Ama böyle söyleyince tuhaf hissediyorum. Sanki kızımızı bir mal gibi pazarlıyormuşuz gibi…”
Annem, yılların öğrettiği katılıkla, acımasız bir gerçekliği babamın yüzüne vurarak konuştu:
“Yalan mı be adam? Töre böyle, gelenek böyle! Biz kız doğurduk mu, onu bir yatırım gibi büyütürüz. Başlık parası gelir, oğullarımızın düğünü için sermaye olur. Ah Hüseyin Efendi, bu kuralı biz koymadık ki…”
Babam sustu, yıllardır taşımaya çalıştığı yükün altında bir an eğildi. Gözleri boşluğa daldı, sanki annemin söylediklerini yutkunmak istercesine ağzını açtı ama hiçbir şey diyemedi. İçindeki isyan, köyün toprak yollarında kaybolan bir rüzgar gibi uçup gitti.
Annem, her zamanki pratikliğiyle sözlerini sürdürüyor, acımasız gerçekleri birer bıçak gibi babamın önüne seriyordu:
“Biz oğullarımızı evlendirmek için başlık parası ödemeyecek miyiz? O zaman neden kızımızdan da beklemeyelim? Hem bak görürsün, güzel bir kız olacak, zengin bir ağa oğluna gidecek. Biz de rahat edeceğiz.”
Babam içinden bir “Tövbe estağfurullah” çekti, yüzünü avuçlarının arasına aldı. Ama annemin sözleri ağırdı, derindi, gerçeğin ta kendisiydi. Töreler, gelenekler, köyün acımasız kuralları; hepsi birer zincir gibi babamın ruhunu sıkıyordu. O gece ateşin başında öylece sustu.
Benim dünyaya gelmem bir umut, bir kurtuluş olduğu kadar; bir ticaretti. Bir yatırım aracıydım. Babam, annemin bu acımasız gerçekleri dile getirmesine dirense de, biliyordum ki o da bu kuralın içinde boğuluyordu.
İşte, dünyaya gelmeden bile kaderim çizilmişti. Törelerin, geleneklerin ellerinde bir oyuncak, bir pazarlık konusu olmuştum.