Ahmet Kürşat, şaşkınlıkla dönüp kızıma bakıp ardından elleri arasında yüzü kan içinde kalan adama döndü. Kızımın babasının bu halini görmesini istemediğim için hemen önüne geçip onu göğsüme bastırdım. Hangi ara ağlamaya başladığımı bilmiyordum ama kendime derhal çekidüzen vermeliydim. Etrafımıza toplanmış kalabalığın yargılayıcı bakışlarından kurtulamayacağımı biliyordum, umursamamayı seçtim. Her haltı yiyen erkek olsa bile yine de kadın suçlanırdı çünkü…
“İpek’i götür,” diyen adamı işittiğimde başımı arkama çevirip ona baktım. “Ben bunu hastaneye bırakıp karakola gideceğim.”
Dehşet içinde ona bakakaldım. Kızımı kucakladığım anda sızlanmalarını görmezden gelmem gerekti. Herkesin içinde böyle bir durum yaşanmasından utansam da kızımın öğretmeninden defalarca kez özür diledikten sonra çevirdiğim taksiye bindim. Yolda elbette aklıma gelen ilk ismi, babamı aradım.
“Kızım…” diyerek sevinçle açtı telefonunu.
“Baba…” derken gözyaşlarımı tutmak için kendimi öylesine sıkıyordum ki tüm bedenimin titrediğinin farkındaydım.
Ona olanları üstü kapalı bir şekilde anlattıktan sonra kucağımda hâlâ ağlayan kızıma döndüm.
“Anneciğim, bir şey yok. Baban biraz rahatsızlandı, Ahmet Kürşat onu hemen hastaneye götürecek…
“Babam…” diyerek ağlamaya devam eden İpek ile gözlerimi yumup derin bir nefes çektim ciğerlerime.
O ciğeri beş para etmez adamı parçalamak istiyordum. Hiç mi sevmiyordu evladını, hiç mi düşünmüyordu Allah aşkına? Sırf egosu incindi diye yaptıklarını nasıl anlatırdım ben kızıma? İleride nasıl bakacaktı kızının yüzüne? Yahu bir insan hiç mi pişman olmaz, hiç mi utanmazdı ben anlamıyordum. Kızının okulunun önünde tüm bunların yaşanmasına sebep olması yetmiyormuş gibi bana söylediği sözleri kanıma dokunuyordu. Sırf Ahmet Kürşat’ı sözde o çok kıymetli erkeklikten vurmak için insan kendi kızının annesine bu sözleri eder miydi?
Akif, insan bile değildi. Onun yüzünden kızımın bu kadar üzülmesine dayanamıyordum. Yol boyunca babası için ağlamış, ona gitmek için ısrar etmişse de onu götüremezdim. Hem babasının o halini görmesin hem de daha fazla olumsuz durum yaşanmasın diye.
Taksiciye ücreti ödedikten sonra apartmandan içeri girdim. Annem zaten kapıda bekliyordu. İpek hâlâ huzursuzdu ve sızlanmaya devam ediyordu. Berra onu hemen kucağımdan alıp aklını dağıtabilmek için çabalasa da pek işe yaramadı. Eve girip üstümdekileri köşeye adeta fırlattıktan sonra hışımla salona gittim. Yaşadığım durumun içinde boğulduğumu hissediyordum.
“Kızım, ne oldu Allah aşkına?” diye sorarak telaşla salondan içeri girdi.
İpek’in sesi giderek uzaklaşıyordu. Berra onu oyun oynamaya ikna etmiş olmalıydı ama önce yemek yemekle ilgili bir şeyler söylediğini duydum. Neyse ki yalnız değildim…
“Aklımı kaçıracağım, yemin ederim aklımı kaçıracağım!” derken öfkeden deliye döndüğümü biliyordum. “Sanki beni aldatmamış, kızına da bana da yokmuşuz muamelesi yapmamış gibi karşıma geçmiş kızını istiyorsan yeniden karım olacaksın diyor!”
“Değil karısı olmak ona tırnağını bile vermem!” dedikten sonra hışımla oturduğu yerden kalkıp telefonunu eline aldı annem.
Ben ne yaptığını başta anlayamadım sonra aklıma gelen şeyle duruldum. Gülizar Teyzeye haber verecek olmalıydı. Artık daha fazla karışamazdım, oğluna sahip çıkmazsa ya babamın ya da Ahmet Kürşat’ın elinde kalacaktı çünkü.
“Gülizar, senin bu oğlun kafayı yedi!” diye tiz bir tondan bağıran annem mutfağa yöneldi.
Bense ne yapacağımı bilemez halde salonda öylece kalakaldım. Ahmet Kürşat’ı aramak için telefonumu çıkardım. Telefon bir süre çaldıktan sonra açıldı.
“Meva?” dedi babam biraz tereddütlü.
“Baba?” derken dehşet içerisindeydim.
“Bu adam seni neden Mübrem diye kaydetmiş?” diye sorarken sesi biraz sinirli çıktı.
Bu konuyu açıklamak için vaktim yoktu. Ona durumu sorduğumda Akif’in kırılan burun ve elmacık kemiği sebebiyle ameliyata alındığını öğrendim. Aslında ona müstahaktı bu yüzden hiç üzülemedim. Hele o benim için söylediği sözlerden sonra gözümün önünde can çekişerek ölse vicdanımda karşılığı olmazdı.
“Ahmet Kürşat?” diye sordum Akif’in durumundan hemen geçip.
“Eşyaları bende, o da ifade veriyor ama tuhaf bir şey var…”
Babamın sözleriyle yutkundum. O müthiş hisleri yine iş başındaydı anlaşılan.
“Ne?”
“Onu savunmak için gelen avukat, istihbarat için çalışıyor. Bu adam askerliği bırakmamış mıydı?” diye sorduğunda yutkunamadım.
Buna nasıl bir cevap vereceğimi bilmiyordum çünkü konu Ahmet Kürşat ile alakalıydı. Gizli tutmak uğruna benden bile sakladığı gerçeği bir başkasına, babam da olsa, ifşalayamazdım.
“İstihbarat için çalıştığını nereden biliyorsun, baba?” diye sordum konuyu dağıtmak için.
“Birkaç kez görmüştüm askeriyede. Gerektiği zamanlarda avukatlığı hep onun yaptığına eminim.” Gerektiği zamanı oldukça vurgulayarak bu işte bir iş olduğunu anlatmak istedi.
“Bilmiyorum, baba.” Derken yalan söylemekten fazlasıyla rahatsızdım.
Ben bir an için bile böylesine huzursuzken Ahmet Kürşat’ın o kadar uzun süre nasıl sustuğunu düşündüm. Konu vatansa gerisi teferruattır diye boşa dememişlerdi…
“Çıkıyorlar…” dediğini duyduğumda yüreğimde bir heyecan başladı.
“Salınıyor mu?” derken şaşkınlığıma mâni olamadım.
“Onu da alıp eve geleceğim, orada konuşuruz!” diye kati bir sesle konuştu babam.
Başka bir şey söylememe müsaade etmeden telefonu kapattığında arkama yaslanıp gözlerimi yumdum. Akif’in bunu bilerek yaptığına emindim. Tabi bu kadar ileri gidileceğini o da düşünememiş olmalıydı ama nihayetinde velayet davası için elinde çok güçlü bir kozu vardı artık!
“Gülizar aklını kaçırıyordu neredeyse, şimdi hastaneye yoldalardı. Akif’in babası öfkeden köpürüyormuş…”
Annemin sözlerini işittiğimde gözlerimi açıp ona baktım.
“Oğluna yapılanları kabul etmesini bekleyemezdik…”
“Yok ondan değil, Akif’in yaptıklarını kabullenmiyor. Evlatlıktan reddetse şaşırmam öyle çok öfkelendi ki…”
Bu kadar doğru iki ebeveynden nasıl da yanlış bir çocuk çıkmıştı insan şaşıp kalıyordu. Alimden zalim, zalimden alim çıkabilir diye boşa demiyorlardı işte.
Berra’nın karnını doyurduğu kızımla biraz da ben ilgilendim. Hâlâ babasını görmek istediği için biraz küskün olsa da yine de beni geri çevirmedi. Bu küçücük yaşında bunca şeye katlanmak zorunda oluşu yüreğimi dağladı. Ben onun yaşındayken anne ve babamın tartıştığını bile bilmezdim. Gerçi bu yaşıma gelmiştim hâlâ bilmezdim…
Kapı çaldığında benden önce ayaklanan kızım savsak adımlarla ellerimden kaçıp koşarak kapıya yöneldi. Annemin kapıyı açtığı sırada küçücük bedenini araya sokup başını gelenleri görmek için uzattı.
“Güzel Abi…” dedi aynı annesi gibi hayranlıkla cüssesi ondan bir hayli büyük adama bakarken.
“Fıstık…” dedikten sonra eğilip tek hamlede kızımı kucağına alan adamla yüreğim sıkıştı.
Onun şu anda ailemin evine giriyor oluşuna inanamadım. Hemen arkasından astığı suratıyla babam giriyordu.
“Güzel Abiyi görünce biricik dedesini bile unuttu…” diye söylenirken çok tatlı görünüyordu babam.
“Seni de her gördüğünde bize aynısını yapıyor, ne hissettiğimizi anladın mı şimdi?” diyerek babama keyifle baktı annem.
“Nergis’im…”
Ahmet Kürşat, kucağında kızımla birlikte salona geçti. Annem oturması için yer gösterene kadar nezaketen ayakta bekledi. Ardından kendisine gösterilen yere oturup kızımı saçlarından öptükten sonra kucağında güzelce yerleştirdi.
“Babam iyi mi, Güzel Abi?” diye sorarken bizden cevap alamayan kızım ondan medet umar gibiydi.
“İyi, domuz gibi!” derken yüzünü buruşturdu Ahmet Kürşat. Elbette son sözlerini kızımın duyamayacağı şekilde mırıldansa da ben anladım.
“Sen iyi misin, oğlum?” diye sordu merakla annem.
Bense öylece onları izliyordum. Ne yapabilirdim ki? İçimde ona sarılmak için tutuşan bir yan vardı ama beklemem gerektiğini biliyordum. Hele de babam ona böylesine korkutucu bakarken…
“İyiyim, teşekkür ederim.”
“İstihbaratçı mısın?” diye direkt sordu babam. Zaten lafı dolandırmaktan nefret ederdi.
“Evet.”
Ahmet Kürşat’ın tereddütsüz verdiği cevapla nefesimi tuttum. Cevabını alan babam hemen bana döndü. Bir saat kadar önce ona bilmediğimi söylediğim halde şaşırmak yerine korktuğumu gördüğünden yalan söylediğimi de anladı. Bunu benim söyleyemeyeceğimi de anlardı…
“Tabi bu yüzden hâlâ görevine devam ettiğini de söyleyemezdin, Güzel Üsteğmen…” dedikten sonra duraksadı ve gözlerini kısarak ona baktı. “Binbaşı oldun mu?” Ah doğru, babam binbaşı olacağını söylemişti…
“Sizi akladıktan sonra olacağım.”
Bu açık sözlülük yüzünden neredeyse kalp krizi geçirecektim. Annemin ağzından dökülen şaşkınlık nidası İpek’i ürküttüğünde sanki hiçbir şey olmamış gibi kucağındaki kızımı sakinleştirmek için ona daha sıkı sarıldı. Berra bana beni öldürecekmiş gibi döndü. Elbette ona da bunu söyleyemezdim…
“Demek beni araştıran sendin…” derken babam aydınlanmış gibi ona dik dik bakmaya başladı. “Kızımın etrafında dolanma sebebin bu mu?”
Yutkunamadım. Çok çekişmeli bir karşılaşma izler gibi onları heyecanla ve korkuyla izlemekten kendimi alıkoyamıyordum. Bu konuşmadan herkes sağ çıkardı umarım.
“Vatana ve sevdaya asla ihanet edilmez, Albayım.” Derken bakışlarını bana çevirdiğinde nefesim kesildi. “Kızınıza âşık olduğum sırada böyle bir görevim yoktu.”
Ahmet Kürşat!
Başımdan aşağı sanki kaynar su döküldü. Bu adam bir gün kalbime indirecekti. Karşısındaki adamın benim babam olduğunun farkında mı değildi? Duyguları konusunda bu kadar net, kendinden emin konuşması ve benden gizlediği için yaşadığımız onca acıdan sonra ailemin karşısında korkusuzca gerçekleri söylemesi dehşet vericiydi. Ama insan içten içe hayran kalmadan da edemiyordu.
“Benim karşımda kızıma âşık olduğunu söyleyebildiğine göre kendinden eminsin, Güzel Yüzbaşı.” Derken babamın yüzünde mimik oynamıyordu. Ne hissettiğini anlayamadığımdan korkum giderek büyüyordu.
“Sözlerime güvenebilirsiniz, Albayım. Ben karşınıza geçip kızınız hakkında hissettiğim hiçbir şeyi inkâr edemeyecek kadar yüreğime güveniyorum. Karşımda dünya dursa da yanımda Meva’nın olması yeterli çünkü o benim için kaçınılmaz olan…”
“Mübrem…” diye fısıldadı babam. Klasik Türk Edebiyatını çok sevdiğinden benim gibi ilk duyduğunda anlayamadığı bir kelime değildi. Ne demek olduğunu adı kadar iyi bildiğine emindim. “Çok gerekli, kaçınılmaz, vazgeçilmez olan…”
Dudaklarımı kemirdiğim sırada ağzımı dolduran demir tadıyla nihayet onu kanattığımı anladım.
“Güzel Abi annemi kraliçesi yapacak…” diyerek el çırpan kızım yangına körükle gittiğinden bihaber neşeyle Ahmet Kürşat’ın yanaklarına avuçlarını bastırmış ve sakallarıyla oynuyordu.
“Kraliçe değil, Fıstık…” diyerek ona göz kırpan Ahmet Kürşat’ın benim aksime çok rahat olması o an için sinirimi bozdu.
“Evet, Hanım olacak…” dedi o tatlı diliyle kelimeyi uzata uzata kızım.
“İpek bile biliyor, benim haberim yok…” diyerek bana kırgın bir ifadeyle baktı Berra.
“Sırası mı şimdi canım?” derken manalı gözlerle kardeşime bakıyordum.
“Ben kahve yapayım mı?” derken telaşla yerinden kalkan anneme döndü Ahmet Kürşat. “Nasıl içersin oğlum?”
Bir an bana dönen bakışlarıyla neredeyse kahkaha atacaktım. Tek umudum şu anda, tuzlu, diye cevap veremeyecek oluşuydu. En son tatlı kahve içmek istediğini söylemişti neyse ki…
“Sade, teşekkür ederim.” Diyerek bana kaçamak bir bakış attı.
“Bak oğlum,” diye bir anda babam söze başlayınca uzun süre susmasının sebebinin bazı şeyleri sindirmek için olduğunu anladık. “Biz kızımızın özel hayatına hiçbir zaman burnumuzu sokmadık. Ne istediyse onu yaptı, hayatı adına tüm kararları kendisi aldı. Şimdi de bir şey değişmez, kızım seninle olmak istiyorsa olur ama…”
O ama olmasa ne kadar iyi gidiyordu her şey. Korku ve endişeyle babama döndüm, ne diyeceğini çok merak ediyordum.
“Seninle olduğu için kınanırsa, kalbi kırılırsa, benim taç yapraklarına dokunmaya kıyamadığım çiçeğim solarsa benim kalbim bu acıya dayanamaz. Onun ardında da yanında da dimdik duramayacaksan gel üzme kızımı ama dersen ki ben ona sıkılan her merminin önüne kendi bedenimi siper ederim, o zaman babası olarak gönlüm rahat ve razı olur bu işe.”
Babamın sözleriyle bir damla gözyaşı inatla tuttuğum gözümden aşağı süzüldü. Aslında bu sözleri söylemesinin sebebini çok iyi anlıyordum. Gönlüm kırılmasın diye açıkça söylemezdi ama bunun toplumun gerçekleri olduğunu bilirdi. Daha önce evlenmiş ve boşanmış, çocuklu bir kadındım sonuçta. Sırf beni sevdi diye Ahmet Kürşat’ın ardından söylenecekler gurur kırıcı olurdu. Bunlara göğüs geremeyecek ve benim elimi tutmakta zorlanacaksa – ki ailem daha önce bunu yaşamıştı – baştan tutmamasını anlatmaya çalışıyordu. Yeniden birinin gelip kalbimi kırmasını istemiyordu.
“Ben Meva’yı ağlattım, Albayım.” Dediği an babamın yerinden kalkıp üstüne yürümesini Berra engelledi. “Ona asıl işimi ve gerçekleri ben söylemedim, kendisi öğrendi. Onu çok üzdüm, hayal kırıklığına uğrattım ama bilmenizi isterim ki cayır cayır yandım. Pişmanlığını çektim, dersimi aldım ve aslında Meva’nın vazgeçemeyeceğim insan olduğunu o dönem daha iyi anladım. Bu saatten sonra aynı hatayı yaparsam size bırakmaz ben kendi kafama sıkarım.”
“Aferin!” diye homurdandı babam.
“Annem üzülmesin…” diyerek bana dönen kızımla yüreğim ezildi. “Anne ağlama olur mu?”
Oturduğum yerden kalkıp hızla kızıma yöneldim. Onu kucağıma alıp sıkıca sarılıp her bir yanını öptüm.
“Anne, tamam…” dedi kıkırtıları eşliğinde. “Gıdıklandım.”
“Kahvelerimiz de geldi…” diyerek odadan içeri girdi annem.
Ona kahveleri dağıtması için yardıma giderken kucağımdaki kızımı kendi kucağına aldı Ahmet Kürşat. Onun kahvesini elime alıp döndüğümde kızımla nasıl da güzel ilgilendiğini gördüğümde yüreğim sımsıcak oldu. İnsan kendi kanından olmayan bir çocuğa bile yüreğinde kocaman merhamet duyuyordu. Bazı insanlarsa kendi evladına bile acımıyordu…
Konu neyse ki bizden uzaklaştığında derin bir nefes aldım. Babam, kendini araştıran Ahmet Kürşat’a araştırmasıyla ilgili kritik birkaç bilgi verirken oldukça ciddi görünüyordu. Kendi aleyhine bile sonuçlanabilirdi ama yine de yardım etmek istemesi gözlerimin dolmasına neden oldu. Ben bu günleri görecek miymişim gerçekten?
Ahmet Kürşat, akşam yemeğine kalma teklifini kibarca reddettikten sonra evden ayrılmak için ayaklandı. Onu geçirmek için hemen hareketlendim. İpek, kollarını ona sarmış bırakmak istemediği için mızmızlanıyordu.
“Dedeciğim yine gelir, Güzel Abin…” derken onu Ahmet Kürşat’ın kucağından usulca aldı babam.
Ahmet Kürşat’ın hem kızının hem torununun kalbini böylesine fethetmesini biraz kıskanmış görünüyordu. Gülmeden edemedim bu haline.
“Yeniden görüşeceğiz, Fıstık.” Dedikten sonra kızımı öpüp kapıya doğru ilerledi.
Onu geçirmem için beni yalnız bıraktıklarını fark ettik. Koridorda önden ilerleyip kapıyı açtıktan sonra geçmesi için bekledim. Anlık bir duraksamanın ardından usulca dışarı çıktı. Peşinden onu takip edip evin kapısını da arkamdan kapattım. Sırtımı kapıya yaslamışken ellerim de arkamda sıkı sıkı kapı topuzunu tutuyordu. Ayakkabılarını giydikten sonra doğrulup bana döndü. Beni kollarının arasına alışını memnuniyetle karşılayıp hemen o güvenli kanatlarının altına sığındım. Saçlarımın tepesinden şefkatle öpüşü içimdeki kaygılardan kurtulmamı sağlıyordu.
“Merak etme, güzelim… Her şeyin üstesinden geleceğiz, ödenecek bedel neyse öderim senin için.”
İçimi ısıtan sözleriyle bakışlarımı kaldırıp nemli gözlerle o güzel gözlerine baktım. Kirpikleri göz çevresini yoğun bir şekilde sarıyordu. Kara bakışlarında güven veren parıltılar oynaşıyordu. Ona bakarken yüreğimdeki tüm korkular karanlık köşelere saklanıyordu çünkü içimi aydınlatan bir yanı vardı. Olumsuz hiçbir hisse yer bırakmıyordu.
“Teşekkür ederim, sen iyi misin?” derken elimi uzatıp yanağını avuçladım. Şefkatle yanağını okşarken gözlerini kapatıp kendini adeta avuçlarımın içine bırakmasıyla kıkırdadım.
“Bir dokunuşun tüm yaralara devadır, Mübrem…”
Hitap şeklini duyunca kıkırdadım. Babamın verdiği tepkiyi tekrar anımsayınca kendimi tutamamıştım.
“Seni aradığımda babam açtı bu hitap şekli bir hayli aklını bulandırmıştı…”
“Onu aydınlatabildiğimi düşünüyorum.”
“O kadar netti ki benim bile soru işaretim kalmadı, babam kesin ikna olmuştur Kürşat…”
Ona ismiyle seslendiğimde derin bir nefes çekti ciğerlerine. Ben de aynen böyle oluyordum işte. Onun etrafındayken oksijeni bile açgözlülükle tüketiyordum. Onun yanında doyumsuz birine dönüşüyordum. Verdiği her şeyin daha fazlasına taliptim.
Uzanıp ufak bir dokunuşla dudaklarımı öptüğünde titrediğimi hissettim. Aynı hızla geri çekilmiş olsa da benim dengemi sağlamam uzun sürerdi.
“Sen yine bir sorun olursa bana ulaş, güzelim… Seve seve o soru işaretlerini gideririm.”
Kıkırdadıktan sonra yeniden ona sıkıca sarıldım. Huzurun kollarından ayrılmak zor olsa da artık gitmesi gerektiğini biliyordum. Önümüzde bilinmezlikle dolu yollar vardı ama o yine de elimi tutuyordu…
***
Annemin Gülizar Teyzeden öğrendiğine göre Akif’in durumu iyiydi. Bir süre evden çıkamayacaktı sadece o kadar…
İçim soğumadığından olsa gerek iyi ya da kötü hissetmesi benim için bir anlam ifade etmedi ama nihayetinde kızımın babasıydı ve sadece kızım üzülmesin diye iyi olmasını umardım. Dava gününe bir ay kadar vardı, bu sebeple o süreçte en azından daha dikkatli olmam gerektiğini biliyordum. Kendime acilinden bir avukat bulmam şarttı.
Kızımı birkaç gün kreşe göndermemiştim. Sonrasında yeniden öğretmeni ile görüşmüştük. Daha fazla özür dilemememi rica etmişti. Neyse ki kızım kreşte herhangi bir sorun yaşamamıştı da bir de buna üzülmek zorunda kalmamıştım. Yeterince hayatını zorlaştıran bir ebeveyni varken, arkadaşları arasında dışlansa kahrolurdum.
Akif’i görmeye elbette gitmeyecektim. Son sözlerinden sonra beni görebileceği tek yer mahkeme koridorları olurdu anca. Yenilir yutulur tarafı olmayan o sözlerle nereye varmak istediği umurumda değildi artık hayatımda olması mümkün değildi. Eski eşim veyahut kızımın babası, fark etmez…
Şimdi konuşmayacaktım, seneler sonra da konuşmayacaktım. Hiçbir zaman karşısına geçip onu anlamaya çalışmayacaktım daha fazla ama düştüğünde de iyi olmuş diyemezdim. Benim onun edecek bedduam bile olamazdı artık. Ve o bunun anlamını hiçbir zaman anlayamayacaktı…
Benim gözlerimin içi bile gülerdi. Parıl parıl bahar da açmış bir çiçek gibiydim. Benim içimdeki ışığı söndürmüştü. Baharlara küskün bir çiçek olarak kalmıştım. Aynı evin içinde iki yabancıdan farksız olduğumuz zamanlar da bile kendimi suçlamıştım. Ailesine karşı ilgisini kaybetmesinde bir sebebim olduğunu düşünmüştüm ben! Meğer onun sadece ilgisi bitmiş sonra da gidip başka kollarda deva arar olmuş. Bu yaptıklarından utanmadığı gibi bir de o hassas egosu zedelendiği için benimle uğraşmaya çalışıyordu. Özür bile dilememiş olmasında değildim ama insandık sonuçta, bir yanlış yaptık mı telafi etmeye çalışırdık. Akif bunların aksine tüy dikmeye hevesliydi.
Hiç emek vermeden sahip olduğu bir sevgi vardı tabi. Beni sevmesine gerek yoktu, beni görmesine gerek yoktu çünkü en başında tüm bunları onun yerine bile ben yapmıştım. Çok sevmek hiçbir şeye yetmiyordu, emek istiyordu bir ilişki. Sevmek vardı bir de emek…
Ben her halde sevmiştim ama o herhalde bile sevmemiş… Seven insan sevdiğine hüzün, keder dokunmasın diye elinden geleni yapardı. Başaramasa bile en azından denerdi ama yoktu onda ne insaf ne de sevgi…
İsraf edilmiş bir sevgiden geriye bir şey kalmamıştı işte…
Ben sevdadan tüm umudumu kestiğim bir vakit tanımıştım Ahmet Kürşat’ı. Sevmek ne demek bana bile o yeniden öğretmişti. Hatasız değildik, yanlışlarımız elbet olmuştu fakat en azından yanlışı düzeltmek istediğini de görmüştüm gözlerimle.
Ben camı kırılsa koştuğum insanların evim yanarken yokluğuyla sınanmıştım. Daha fazla kendime haksızlık etmemem gerektiğini boşanma kararı alırken anlamıştım. Kendi kul hakkına girmemeliydi insan, istenmediğini bildiğin kalpte durmamalıydın.
Sanem ile buluşacağımız restoranda oturmuş, kızımı da mama sandalyesine yerleştirmiştim. Sanem biraz geç geleceğini iletmişti. Ben yemek için onu bekleyecektim ama İpek Hanım çok aç olduğu için ona önden yedirdim. Oyuncağıyla oynadığı sırada karşımdaki sandalyenin çekilmesiyle bakışlarımı kızımdan çevirip o tarafa döndüm. Gördüğüm kişiyle derin bir nefes aldım. Akıllanmayacaktı!
“Olay çıkarmaya gelmedim, otur lütfen.” Diyen sesini işittiğimde yüzümü buruşturdum.
Yüzündeki sargılara, morluk ve çürüklerine rağmen kalkıp beni mi takip etmişti? Bu adam gerçekten ruh hastasıydı!
“Akif…” dedim bıkkın bir sesle.
“Baba…” diyen kızım şaşkınlık ve korkuyla babasına baktı.
“İyiyim, meleğim.” Diyerek ona uzattığı eli tutup öptü. Ardından onu kucağına alışına ses çıkarmadım. Herkesin içinde kızını kaçıracak kadar aklını kaçırmadığını düşünüyordum.
Biraz İpek ile ilgilendikten sonra bakışlarını yeniden bana çevirdi. Dayak aklını başına getirmiş gibi bakıyordu ama yine de temkinli davranacaktım.
“Özür dilerim, yaptığım ve söylediğim her şey için.”
Alaylı bir gülümseme oturdu dudaklarıma. Gerçekten bu kadar basitti onun için. Yaptığı onca kötülüğü örtebileceğini düşünüyordu.
“Sen beni aldatmışsın, Akif…” dedim sesim titredi.
Her şey bitmiş olsa da insan bu gerçeği öylece ardında bırakıp geçemezdi. Hem ben yeni öğrenmiştim.
“Özür dilerim, Meva. Niye yaptığımı, nasıl yaptığımı ben bile açıklayamam ama o dönem çok bunalmıştım. Sorumluluk bana ağır gelmişti. Hem eş hem de baba olmayı kaldıramadım, teselliyi de dışarıda buldum. Hatamın affı olmadığının farkındayım ki sen bunu bile bilmeden bitirmiştin evliliğimizi. Ne kadar yanlış yaptığımı biliyorum. Sadece ailemi geri kazanabilirim diye düşünmüştüm.”
“Sen o aileyi çoktan bitirmişsin ki Akif, her haltı yiyip sonra mızmız çocuklar gibi her şeyi geri isteyebileceğini düşünmen bile komik.”
“İçinde senin ve kızımın olduğu bir ev istedim sadece, Meva…”
“Sol kaburgamın altında bir evin vardı. Talan ettin! Şimdi ise sana üzülemiyorum bile. Sen yüreğimde sana karşı olan merhameti dahi öldürmeyi başardın.” Derken ona utanması için baktım.
“Bedenimi iki insan taşıyordu, Meva. Biri herkese dik durduğunu göstermek istiyordu diğeri güçlü olmak istemiyordu. Herkes güçlü olanı gördü kimse aciz kalandan haberdar değildi. Kendimi savunamam, aklanacak hiçbir yanım olmadığını biliyorum. Ben ne sana eş ne de kızıma baba olmayı başaramadım, biliyorum.”
Ona acıyarak baktım. Sözlerinin nazarımda bir kıymeti artık yoktu. Sadece İpek üzülmesin diye varlığının küçük bir parçasına katlanabileceğim birinden fazlası değildi artık. Ömrümün prangası olmasına izin vermeyecektim.
“Ben niye böyle şöyle diye sorgulamamı bitirdim, Akif. Senin bu faziletlerden nasibin bu kadarmış.” Dediğime sözlerimi anlamaya çalıştığını gördüğümde acımasızca anlaması için açıkladım. “Vefadan, sadakatten, doğruluktan, güzel ahlaktan payın bu kadarmış.” (Alıntı)
Daha önce okuduğum bu sözün konu oyken haklılığı tartışılamazdı. Öyle doğru sözdü ki insan bunu kabul ettiğinde rahatlıyor, kendini suçlamaktan kurtuluyordu.
“Yalvarırım bana düşman olma, Meva. Kızımız için iyi anlaşan iki ebeveyn olarak kalabilelim…”
“Sen bu şansını o sözlerinle kaybettin, bir daha hakkımda konuşurken iki kez düşün!” dedim sertçe.
“Düşünmezsen, düşündürtmek zorunda kalırım!” diyerek sözün arasına paldır küldür dalan Ahmet Kürşat ile nevrim döndü.
Tam sandalyemin arkasında duran adama şaşkınlıkla döndüm. Hemen yanında Sanem’i gördüğümde onu buraya çağıranın o olduğunu anladım.
“Kızımın annesiyle konuşmak istiyorum, derdim olay çıkartmak değil!” dedi öfkeyle karşısındaki adama bakarken.
Tam arkamda öyle bir heybetle duruyordu ki Akif’in bundan korktuğunu görmek mümkündü.
“Konuşman bitmedi mi? Almadın mı cevabını?”
“Kimseyle düşman olmak istemiyorum…” diye konuşmaya başlayan Akif’in sözlerini kesti hemen.
“Ben sevdasından caymış, sadık kalamamış birine düşman bile olmam Akif. Meva’yı üzmediğin sürece üzülmezsin, bunu bil yeter!”
Neşter kadar keskin sözleriyle ona hayranlıkla döndüm. Sanırım yaptığım büyük bir iyiliğin en güzel karşılığıydı. Varlığı dahi yetiyordu güvende hissetmeme. Az önceki gerginliğim beni terk etmişti.
İpek’i yeniden mama masasına oturttuktan sonra gitmek için hareketlendi. Son kez dönüp bana baktı konuşmamı ister gibi.
“Sen bize sırtını dönüp gitmeye alışıksın Akif, bugünün de diğerlerinden farkı olmayacaktır senin için.” Derken zehirli sözlerimin üzerindeki tesiri umurumda olmadı. Onun sözleri kadar onur kırıcı değillerdi en azından yalnızca gerçekleri içeriyordu.
Başını usul usul salladıktan sonra gitti. Derin bir nefes alırken hemen onlara döndüm.
“İyi misin, Meva?” diyerek ellerimi tutan Sanem bana endişeyle baktı.
“İyiyim,” dedim bakışlarımı kaldırıp yeniden sevdiğim adama baktığımda.
“Restorandan içeri girerken onu gördüğümde ne yapacağımı şaşırdım…”
“Neyse ki bana haber verdin, teşekkürler Sanem.” Derken arkadaşıma dönüp minnettar bir şekilde gülümsedi.
Ardından masaya oturdular. Sanem, onu öpmeden giden babasının arkasından somurtan kızıma döndü. Benim ilgimi istemeyen kızım o an teyzesini de görmezden gelerek Ahmet Kürşat onu kucağına alsın diye kollarını uzattı. Kızımı hiç bekletmeden kucağına aldıktan sonra ona kahkahalar attırarak öpücüklere boğdu. Bu sahneyi gülümseyerek seyrettim.
“Özür diledi,” dedim kısa bir sessizliğin ardından.
“Haspam, yap yap özür dile!” derken öfkeyle yerinde kıpırdandı Sanem.
“O da anlamış…” diyen Ahmet Kürşat’a merakla döndük. “Sen bir belki değilsin, ikinci bir tercihin olamaz. Sen bir seçenek olamazsın, Meva. Sen vazgeçilmez olansın. Sen kaçınılmaz, çok gerekli olansın…”