İçimde bir yer acıyordu. Derimin altında, acılara doyduğunu düşündüğüm yer acıdan beni kavuruyordu. Kavruluyordum ama gıkım bile çıkmıyordu. O masum, çakmak çakmak bana bakan güzel gözlü evladımın yanında ağlayamıyordum. Annesini daha fazla yıkık, güçsüz, beceriksiz görmesin diye boğazıma kadar yükselmiş acıyı yutkunarak geri göndermeye çalışıyordum ama fayda da etmiyordu işte.
Onun neşeli, cıvıl cıvıl sesi ve az önce izledikleri çizgi filmi şevkle anlatışı bile beni kavuran acının ortasından çekip çıkartamıyordu. Böylesine acımasızlığın olduğu gerçek hayattan kaçmaktan dahi acizdim. İçine gömüldüğüm acılardan bile çıkamıyordum.
“İyi misin, anne?”
Kızım nihayet ona cevap vermememden bir sorun olduğunu anlamış olacak ki bu soruyu sordu. Kimseye şu soruda yalan söyleyemeyen ben çaresiz kaldım. Dikiz aynasından kısa bir an kızıma baktım fakat sesim çıkamadı. Güvenliğimiz için dolan gözlerime mâni olabilmek için kendimi sıkmaya devam ettim. Ah kızım, ah güzel kızım…
“İyiyim anneciğim, filmi beğenmenize çok sevindim.” Dedim titreyen sesimle.
Küçük bir çocuk gibi annemin dizlerine yatıp hüngür hüngür ağlamak istiyordum ama yapamazdım. Benim de küçük bir kızım vardı. Onun ihtiyacı olan diz de benimkiydi. Şimdi onun için güçlü durmak zorundaydım. Ne kadar zalim bir babası olduğunu bilmemeliydi. Hayatındaki ilk kahramanının, ilk sevgilisinin, babasının hayal kırıklığını yaşayan kız çocukları bir daha eskisi gibi olamazdı. Bir günde büyümek zorunda kalsın istemiyordum. Annesi, herkesin kendi babası gibi iyi bir adam olamayacağını çok acı bir şekilde öğrenmişti. Kızımın, babasının bile iyi bir adam olamadığını bilmesini istemiyordum.
Çalan telefon sesi arabanın içini doldurduğunda derin bir nefes aldım. Ahmet Kürşat’ın aradığını biliyordum, ekrana bakmama bile gerek yoktu fakat bu telefonu açarsam kendime hâkim olamazdım. İpek’i yatırana kadar bu konuşmayı erteledim.
Evimize geldiğimizde yorgun düşmüş kızım asansörde kucağımda uyuklamaya başlamıştı bile. Onu saçlarının tepesinden öptüm. Onu benden almasına izin vermeyecektim! Benden aldıklarına bir de kızımı ekleyemeyecekti o adi pislik!
Evin kapısını açıp usulca içeri girdim. Elimdekileri koridorda yere gelişi güzel bırakıp kızımın odasına yöneldim. Onu yatağına yatırıp üstünü değiştirdikten sonra yeniden öptüm. Yüzündeki saç tellerini şefkatle okşayıp kulağının arkasına sıkıştırdım. Bir süre öylece boş boş kızımı seyrettim. Bana bu acıyı da yaşatmasına izin vermeyecektim!
Odadan çıkarken koridorda yere bıraktığı eşyaların yanına gidip telefonumu aldım. O esnada çaldığını gördüğümde beklemeden açtım.
“Meva…” dedi endişe dolu bir sesle.
O an bir hıçkırık döküldü dudaklarımdan. Elimle derhal ağzımı kapatsam da artık bu ağlamayı durduramazdım. İçli içli ağlarken heybemdeki acıdan boğulduğumu hissettim. Bu kadar acı fazlaydı, böylesine insafsız olunmazdı…
“İzin vermeyiz, Mübrem… İpek’i bizden almasına izin vermeyiz. Bunu yanına bırakacağımızı sanıyorsa o şerefsiz çok yanılıyor. Sana söz veriyorum, gereken her şeyi yapacağız!”
Salondaki koltuğa otururken usulca burnumu çektim ve derin derin nefes almaya çalıştım.
“Çok acıyor, Kürşat…” dedim sanki canımdan can kopuyormuşçasına. “Çok canım acıyor.”
“Geliyorum, yoldayım, sana geliyorum.”
Öyle bir sözdü ki bu, tüm yaralarıma deva misali…
“Lütfen gel…” dedim ağlamaya devam ederken. “Ben ne yapacağımı bilmiyorum.”
“Ben senin yerine de düşünürüm, Mübrem…”
Onca acının içindeki panzehir gibiydi Ahmet Kürşat bana. Sanki Allah’ın hayatımdaki tüm kötülüklere inat bahşettiği bir güzellikti. Herkes yıkmak isterken o toparlamak için didiniyordu. Ve bana öyle iyi geliyordu ki…
Görüşmeden kısa bir süre sonra geldiğini haber verdi. İpek uyuduğu için zili çalmak istememiş olmalıydı. Güvenliğe onu içeri alabileceklerini söyledim. Kapının önünde gelmesini bekliyordum. Sessizce yıkıntılarımın arasında ağlıyordum. Acizliğime, muhtaçlığıma ama en çok canımı acıtan bir zamanlar eşim yaptığım adamın sırf kendi bencil duyguları için evladını, benim kızımı kullanmaya çalışmasıydı. İpek’i böyle görmesi canımı daha çok acıtıyordu. Benim annemin bizim için seçtiği adam, babam, bir gün olsun gözümden tek damla yaş düşmesine izin vermemişti. Bense kızıma böyle bir baba seçmiştim… Kendime olan öfkemde boğuluyorken kapı tıklatıldı.
Kapıyı açtığım an karşımda o heybetli duruşunu görmek içimin huzurla dolmasına neden oldu. Hiçbir şey söylemeden kendimi kollarının arasına adeta attığımda beklemeksizin beni sarışı bir nebze yatıştırmıştı bile yüreğimde alazlanmış yangını. Bütün olmuş bedenlerimizi tek söz etmeden usulca evin içine soktuktan sonra kapıyı arkamızdan kapattı. Koridorda öylece durup birbirimize sarıldık bir süre. Benim hıçkırıklarım içli içli iç çekmeye döndüğünde başımı kaldırıp güzel çehresine baktım.
“İyi ki buradasın,” diye mırıldandım bulanık gören gözlerimle onu incelerken.
“İyi ki…”
Bu konuşmanın bir benzerini İpek’i hastaneye götürdüğümüzde de yaptığımızı anımsayıp gülümsedim. O da benim gibi gülümsediğinden onun da hatırladığını anladım.
“Oturalım mı?”
Sorusunu başımı sallayarak onayladıktan sonra el ele salona geçtik. Ondan ayrı durmaya gücüm olmadığı için hemen yanına oturdum ve göğsüne yaslanırken sıkıca sarıldım. Beni sararken dizlerimin altından tutarak beni kendine doğru çevirdi. Başta ne yapmaya çalıştığını anlayamasam da sonraki an kendimi onun kucağında buldum. Heyecanım ve kalp ritmim orantılı bir artış gösterirken o sanki her şey normalmiş gibi bir bebek edasıyla beni sardı. Saçımın tepesine tüy kadar hafif öpücükler kondururken gözlerimi yumup derin bir nefes çektim içime.
“Benim yüzümden akan gözyaşlarını telafi etmeye çabalarken…” diye başladı fakat nedense devamını getirmedi. Sanırım devamında Akif’e sövgü içeren sözcükler olacaktı. “Pes etmek yok, Meva. En iyi avukatı tutacağız, İpek yaş olarak daha küçük, gerçekten çok mühim bir durum yoksa velayetin anneden alınması zormuş. Tabi o itin namuslu olmasını beklemek, güneşin gülümsemesini görmekten daha zor olduğundan…”
Kıkırdamadan edemedim. Ardından başındaki bereyi fark ederek kaşlarımı çattım. Direkt iş yerinden – benim sonradan öğrendiğim işi – geliyor olmalıydı. Baktığım yeri gördüğünde elini uzatıp kara bereyi (Kara Bere: Bu kitap için kurgulanmış gerçek olmayan bir unvandır.) tek hamlede çıkarttı.
“Acele gelmem gerekiyordu, üstümü değiştirme fırsatım olmadı.”
“Doğru, sen iş için şehir dışındaydın…” dedim ona gülümserken.
“Evet, güzelim ve o iş esnasında sivil giyinebilmemiz mümkün değildi.”
“Çok yakışmış ama üniforma.” Aklıma kapının önündeki heybetli duruşu geldiğinde yutkundum. O uzun bacaklarını sıkı sıkı saran üniforma, üstünde de kısa kollu tişörtü…
“Seninle bu konu hakkında uzun uzun konuşmak için kurşun sıkar kurşun yerim, Mübrem ama önce Fıstığımız…” derken göz bebeklerinde tutuşmaya başlayan ihtirası çok net gördüm.
Ben de elbette İpek için planlamayı ön planda tutuyordum ama tüm bedenim onun sıkı ve ateş gibi sıcak bedeninin üstündeyken aklım farklı yerlere kayabiliyordu.
Bir süre dikkatimizi toplayıp konu hakkında uzun uzun konuştuk. Benim histerim geçtiğinde her şey daha bir berrak görünmeye başladı. Ahmet Kürşat ile konuşmak tüm paranoyak düşüncelerimden sıyrılmama, daha mantıklı ve makul düşünmeye itti beni. Varlığı bile dermandı ama o hiç bununla yetinmez, daima tüm sorunlarımı çözmek için didinirdi. İnsan düşünmeden edemiyordu. Başkası olsa aynı şeyi yapmazdı. Kim bunca dertle uğraşmak isterdi ki herkesin derdi kendine ağırdı sonuçta. Arkasını dönüp kaçabilirdi ki bence Akif’in bir amacı da aslında buydu, Ahmet Kürşat’ı tanımadığı için bana dert çıkarıp onu bıktırmak istiyordu. Bilmediği şeyse biraz daha can sıkmaya devam ederse Akif’in suyunu sıkıp meyve suyu niyetine içeceğiydi…
“Şimdi…” derken bir elini bel oyuntuma yerleştirmiş diğeriyle de yüzüme düşen perçemi kulağımın arkasına sıkıştırıyordu. Gözlerimin için öyle bir bakıyordu ki beni bu dünyadaki her türlü kötülükten koruyacağına emin oluyordum. “Bu işi hallettiğimize göre, aklını biraz bulandırmak isterim.”
Çapkın sırıtışı kalbime ağır ağır darbelerini indirirken nefesim kesildi. Hayranlıkla onu seyrediyordum. O gelmeden önceki halimi düşündüm, pes etmeye ve kaçmaya ne kadar meyilliydim. Şimdi ise kendimi bir savaşçı kadar güçlü hissediyordum. Savaş var deseler, Allah-u Ekber diye koşarak gidecektim resmen, öyle bir his dolaşıyordu damarlarımda.
“Aklımı nasıl bulandırmayı düşünüyorsunuz, Yüzbaşım?”
Sözlerimle gülüşü çarpıldı, inip kalkan göğsü anlık bir duraksadı ve dudakları aralandı. Gözlerindeki mutlak duygu kesinlikle hayranlıktı. Böyle baktığı an kendimi dünyanın en güzel kadını gibi hissediyordum. O gözler ruhuma işleniyordu. Ahmet Kürşat… Sen bana gönderilmiş bir koruyucu melek misin?
“Aslında birkaç planım vardı ama sen, yüzbaşım, deyince hepsi uçtu gitti…”
Kıkırdarken uzanıp yanağına bir öpücük kondurdum. Usulca geri çekilirken bana mâni olmasıyla kalbim göğüs kafesimde takla attı. Sonrasında da durmadı ve beni dudaklarına doğru çekti. O kor bir ateş parçası dudakları benim dudaklarımla buluştuğunda içimde ufak çaplı bir büyük patlama yaşandı. Onunla benim evrenim yeniden başlamıştı, güzel bir benzetme olmuştu. Belimdeki elinin yanına diğerini de yerleştirdi. Bir eli sabit kalırken diğeri sırtıma doğru yükselmeye başladığında tüm bedenim gerildi. İçimdeki baskı giderek artarken ona daha fazla yakın olmak için kollarımla boynunu sardım. Daha rahat olması için dizlerimden kıvırdığım bacaklarımı vücudunun iki yanına yerleştirirken beni kalçalarımdan tutup üstüne oturtmasına izin verdim. Sözleri kadar vücut dili de etkili bir adamdı vesselam…
Bir yanım daha fazlası için tutuşmaya başlarken kendimi tutabilmek için zorlandım. Sert öpücüğü aklımı başımdan alıyordu. O dudaklarının beni yakalayıp tüm surlarımı yıkmak istercesine ağzımdan içime akarken onun karşısında her daim mağlup olduğumu kabullendim. Savaşa gerek yoktu ben ona teslim olmaya daima hazırdım…
Dudaklarımdan kopan dudaklarıyla bir sızlanma nidası döküldü. Hemen ardından boynumda hissettiğim ıslak öpücükleriyle o sızlanış zevk dolu bir inlemeye dönüştü. Başımı hafifçe geri atıp işini kolaylaştırmaya çalıştım. Öpücükleriyle adeta kendimden geçmiştim.
Yeniden dudaklarını yakalayıp onu doyumsuz bir biçimde öpmeye devam ettim. Ellerimiz rahat durmuyor, bedenlerimizde keşfedilmedik yer kalmasın istiyordu sanki. Bu tutku öylesine yakıcıydı ki insanın aklını bulandırıyordu.
Ahmet Kürşat, geriye kalan son irade kırıntısıyla hafifçe geri çekildiğinde ikimizde nefes nefeseydik. Onun dokunuşları, öpücükleri en tesirli ilaçtı benim için. Henüz yan etkisini ya da işe yaramadığını görmemiştim.
“Mübrem… Kokunu özledim.”
Eğilip kafasını boyun girintime yasladığında ona sıkıca sarılıp başımı, başına yasladım.
“Teşekkür ederim, her şey için…”
“İlk defa bir kadını öptüğüm için teşekkür alıyorum,” diyen adamla başımı hışımla kaldırıp ona baktım.
Öfkeli bakışıma kıkırdarken benimle uğraşmak ve aklımı dağıtmak için bilerek yaptığının farkındaydım ama sert olmayan bir şekilde sağ omzuna geçirdim bir tane.
“Ah!” dedi sanki istesem de canını acıtabilirmişim gibi.
“Hak ettin…” derken çattığım kaşlarımla ona bakıyordum.
“Hak ettim,” dedikten sonra beni çekip içimi bir hoş eden öpücüğü kondurdu dudaklarıma. “Hakkettiğim biri var, onu da verir misiniz bana hanım efendi?”
“Şuursuz,” derken sırıtıyordum.
“Sen bende akıl bırakmadın ki, güzelim…”
Sözlerine güldükten sonra bir süre daha sıkıca sarılarak oturduk.
“Yeni kahve makinesi aldım, kahve yapayım mı bize?” diye sordum gülümsemeye devam ederken.
Cevabı artık ezbere bildiğimdendi bu sırıtış.
“Tuz…” dedikten sonra duraksayıp bana baktı. “Tatlı olsun.”
Ona bakarken bir kez daha kaşlarım çatıldı. Bu da ne demekti şimdi?
“Neden tuzlu istemedin?”
“Aklı başında insanlar genel de kahvelerine tuz eklemezler, güzelim.”
Daha da derin çatılan kaşlarımla kucağından kalkmak için hamle yaptım ama elbette bana müsaade etmedi. Az önceki tutuşuna nazaran daha sıkı bir şekilde tutup göğsüne yasladı.
“Bıraksana, Ahmet…” dedim öfkeyle.
“Bunu sevdim. Sinirliyken Ahmet demen de ayrı bir hoş duruyor o tatlı dilinde…” derken usulca üstüme eğilip alnımla saçlarımın birleştiği noktaya bir öpücük kondurdu. “Beni alaşağı etmek istediğinde tüm dengemi bozmak için Kürşat, sinirlenince Ahmet… En kötü olanı her ikisinden de deli gibi etkilenmem.”
Sözleriyle adeta erisem de kuyruğu dik tutmak için belli etmemeye çalışıyordum.
“Bırak da sana bir tatlı kahve yapayım!”
“Tuzlu kahveyi eskiden kızlar istemedikleri adamlara yaparlarmış, adam da anlarmış bu kız beni istemiyor ve izdivaç teklifinden vazgeçermiş. Tatlı kahve içen adam da bilirmiş kadının gönlü var. Bir tatlı kahve yap da gönlünün bende olduğunu bileyim, Mübrem…”
Bu adamın beni meftun ettiği sözleri, Mecnun’un neden çöllere düştüğünü, Ferhat’ın neden dağı deldiğini anlamamı sağlıyordu. Çünkü her iki durumda ben de onlar kadar cesur hareket edebilirdim bu içimde yanan korla!
“Aklım bana kalsın be, Yüzbaşım. Başımdan almaya çalışıp durma çünkü sana zaafım var…”
“O ne güzel zaaftır öyle.”
“Daha güzeliyle henüz rastlaşmadım,” derken aşkla bana bakan gözlerine aynı karşılıkla bakıyordum.
Diz dize, göz göze… Bunun için işlediğim sevap neydi acaba?
“Kahve yapma, uykumuz kaçmasın.” Dediği an yüreğim sıkıştı.
Burada mı kalacaktı?
“Gidiyor musun?” diye sorarken meraktan ve heyecandan sesim titredi.
Bana bakarken dudaklarına o hayranı olduğum gülümseme oturdu. Saçımı okşarken ruhumda deva olmadığı bir yara bırakmak istemez bir hali vardı.
“Benim gittiğim her yolun sonu sana çıkıyor.”
“Kürşat…” derken sesim kısık, tonunda da biraz naz vardı.
“Sen içimde bir ateş yaktın... Ben yaktığın ateşin mavisine bile âşık oldum, Mübrem...”
Dudaklarından usulca dökülen sözcükler, yüreğimde şiddetli zelzelelere sebep oldu. Onun sevgisi ruhumu, kalbimi doyuruyordu. Böyle sevmek olduğunu hiç bilmezdim... Nefesim kesildi. Hayranlıkla, aşkla, sevdayla bakakaldım yüzüne. Bu itiraf beni dört bir yandan kuşattı. Böylesine güzel sevilmek de yazılmış meğer benim kaderime.
“Benim gecemin sessizliği boğmaz mı seni, Yüzbaşım?” diye sorarken heyecandan kekeledim.
Saçımı okşayan eli usulca yanağımda dolaşıp ardından çenemi nazikçe kavradı. Bakışlarımızı birbirine sabitlediğinde dünya bizim için dönmeyi bıraktı.
“Bundan gayrı benim yuvam senin gecenin sessizliğindedir, Mübrem...”
“Yedi cihan dikseler önüme o yuvadan gitmene izin vermem artık, Kürşat.”
“Sen istemediğin sürece bu adamın senden gitmeye gücü yetmez. Kalbimi seninkinden ayırmanın bir yolunu bulamıyorum…”
Tüm gece birbirimizin kollarında, huzurun kucağında, mutluluğun koynunda uyuduk. Öyle bir boşluğu doldurmuştu ki bundan gayrı kimsenin beni incitmeyeceğine olan inancım artık çok büyüktü. Onun varlığı, desteği dileyebileceğim her şeyden çok daha güzeldi. Sevilmek, bir kadının en güzel aksesuarıydı. Ona en çok yakışan takısı, en güzel makyajıydı. Sevilen her kadın çok güzeldi çünkü sevilmek güzelleştirirdi…
***
Ayla ile öğle arası yemek yerken yine aynı meseleyi konuşuyorduk. Günler geçiyor, Akif sessizliğini koruyordu. Hamlesini yapmıştı nihayetinde, sıranın bende olduğunu düşünüyor olmalıydı ama onu öfkelendirdiğini bile bile sessizdim. Celp kâğıdını aldığımdan beri hiçbir şekilde onu aramamıştım. Hafta sonu gelip kızını bile görmemişti. Kim bilir neler planlıyordu da yine kızını ihmal ediyordu. Arayıp kızını bile sormadığına göre kafasındakilerle çok meşgul olmalıydı.
“Ben böyle biriyle çocuğum büyüsün istemiyorum.” Derken kendimi sakinleştirmeye çalışıyordum.
Bu konu ne zaman açılsa celalleniyordum. Kızımı kaybetme korkusu beni ele geçiriyordu. Buna müsaade etmeyecektim ama ihtimali bile insanın yüreğini sıkıştırıyordu.
“Haklı bir sebep olmadıkça kızını senden almazlar, Meva. Sen bu dönemde çok dikkatli ol. Akif aleyhine delil topluyordur. Abimle baş başa dışarda görünmeyin…” derken Ayla da endişeli görünüyordu.
“Ona koz verir miyim hiç?” dedim kendimden emin bir şekilde.
“Onu eşek sudan gelinceye kadar döveceksin, eşeğe de rüşvet vereceksin gelmeyecek. O zaman aklı başına gelir belki.”
“Sırf mutlu olduğum ve sevildiğim için bu kadar zalim olan birinden her şeyi beklerim, Ayla. Bu dönemde kızımın psikolojisini bozmasından korkuyorum. Hafta sonu gelmedi, İpek’e unutturmak çok zor oldu. Bir düzen tutturmuşken yine bu kadar savruk davranmasına katlanamıyorum. Bir, baba, olduğunu ne zaman anlayacak acaba?”
Öfkem adeta tepemden taşıyordu. Akif’in elini kolunu kırmak istiyordum. Kafamın içinde türlü türlü işkenceler kurup kendimi rahatlatıyordum. Annem ve babam fazlasıyla endişeliydi. Babam koskoca kadın olduğumu unutmuş sürekli beni işe bırakıp, işten almaktan bahsediyordu. Ahmet Kürşat zaten yapıyor baba, diyemediğimden gerek olmadığını söylüyordum. Şimdi bunca olayın içinde aileme onunla aramızdakileri açıklayamıyordum. Şu başımızdaki bela biterse en kısa zamanda açıklamayı düşünüyordum.
“Afiyet olsun.”
Her yemekte artık normalimiz haline gelen cümleyi işitip Menderes Beye döndük. Ayla, bildiğim gibiydi. Eli ayağına dolanır, kekelemeden konuşabilmek için kısa bir süre susardı. Bu yüzden her zamanki gibi ilk ben konuşurdum.
“Teşekkürler, Menderes Bey. Katılmak ister misiniz?”
Bu sorum yeniydi. Ayla’nın neden dehşet içinde bana baktığını da anlayabiliyordum.
“Teşekkür ederim, Meva. Bu kibar teklifi reddetmeyeceğim, nasılsın Ayla?”
Bıyık altından gülerken arkadaşıma dikkatle bakıyordum. Onlar aynı ortamda çalışırken tam olarak ne yapıyorlardı acaba?
Ayla’yı çok iyi anlıyordum. Ahmet Kürşat’ın ilgisine mahzar olduğum o ilk anlarda elim ayağıma dolanır, dilim bile dönmezdi. İnsan hiç sevilmeyeceğine inandırılınca böyle oluyordu işte. Bir gün bir adam geliyordu ve sizi gerçekten sevebileceğini kanıtlıyordu. Hiç sevilmeyecekmişsiniz gibi hissettirene inat öyle güzel, öyle çok seviyordu ki feleğin şaşıyordu. Akif’i kudurtan da tam olarak buydu. Onun kıymet vermediğinde bir başkası ne görmüştü de böyle değerliydi gözünde? Başkası kıymet verince de paha biçilemez oluyordu sonra gözünde. Ah bu erkekler, ne gariptiler…
“İyiyim, Menderes Bey. Siz nasılsınız?” Nihayet konuşmayı hatırlayan arkadaşıma gülümsedim.
“İyiyim, bu seneki şirket cirosu çok kâr getirdiği için mükemmel bir toplantı geçirdik. Senin hazırladığın sunumlara müdürler bayıldı.”
“Benim sunumlarım mı?” derken şaşkınlıkla kitlendi güzel arkadaşım…
İkisini bir dizi seyreder gibi izliyordum. Biz de başta Ahmet Kürşat ile böyle mi gözüküyorduk? Birbirlerine dokunmak için yanarken uzak durmak için buz gibi durmak… Yaşadıklarımı anımsayıp gülümsedim.
“Elbette, kusursuz bir sunum. Genel müdür bu kadar anlaşılır ve detaylı olmasını çok beğendi. Bundan sonra muhasebe departmanının sunumlarını sana paslayacağım. Bu işte çok iyisin.”
Kimyası uyan iki insanın yanında, ilgi alanım dahi olmayan şu sohbeti dinlerken bile hayran oluyordum. Yani eş iki yapboz parçası gibi köşeleri birbirlerine muntazam uyuyor görünüyordu. Elbette Ayla’nın korkuları vardı, olmalıydı da. Fakat cesur olmayı başarırsa kavuşacağı mutluluğu hayal edince bile insanın içi ısınıyordu. Herkes sevilmeyi hak ederdi.
“Çok teşekkür ederim Menderes Bey, ben sadece işimi yaptım.” Derken gözlerinde parlayan gurur, mutluluk kilometrelerce öteden görülebilir cinstendi.
Hep aşkı beklerdi insan, hep sevilmeyi umut ederdi. İnsan sevilmenin hasretiyle alazlanır, sevginin kollarında huzur bulurdu…
“Çok güzel… Yapıyorsun işini.” Diyen Menderes Bey o gözlerdeki parıltıları görmüş olmalıydı ki öylece bakakalmıştı.
Sırıtmamı gizleyebilmek için dudaklarımı sıkıca birbirine bastırdım. İnsanın çabası sevilmek için olmazdı, sevdiğinden olurdu. Bu iki güzel yürek sevilmeye layıktı. Dilerim en kısa zamanda birbirlerinde mutluluğu bulurlardı.
Yemeğin ardından biraz yürüyüp sonra işimizin başına geçmek için yemekhaneden çıktık. Ayla, yemek esnasında yaşadıklarının etkisinden hâlâ çıkamamıştı.
“Böyle dışardan izlemekte pek hoşmuş…” diyerek ona takıldım.
“Meva…” dedi utangaç bir sesle.
“Senle Sanem bana yaparken iyiydi ama…”
Güvenliğin önünden geçtiğimiz sırada kapıda bir hareketlilik fark ettiğimizden duraksadık. Ne olduğunu anlamaya çalışırken sesleri işittik.
“Beyefendi, arkadaşlarımı ararsanız geleceğimden zaten haberleri vardı…”
“Müsaade ederseniz arayacağım zaten…” Güvenliğin sıkkınlığı sesine nüfuz etmişti.
Sanem’i güvenliği sıkıştırırken gördüğümde neredeyse kahkaha atacaktım. Öylece elini kolunu sallayarak iş yerine girebileceğini düşünmesi bile komikti.
“Geçsem olmaz mı, siz arayıp öğrenirsiniz zaten.” Derken yavru kedi bakışlarıyla güvenliğe bakıyordu Sanem. Beklemekten daima nefret ederdi.
“Sanem?” diye seslendi ona merakla Ayla.
“Ah, işte arkadaşlarım oradalar!”
“Kolay gelsin, kendisi benim misafirim.” Derken gülümseyerek güvenlik görevlisine baktım.
“Kusura bakmayın, Meva Hanım. Size haber vermek üzereydik bizde…”
Adamın çaresizliği ve bıkkınlığına bakarken ona üzüldüm. Sanem’in çenesinden fırsat bulup haber bile verememişti adamcağız.
“Tamamdır, ben hallederim. İyi mesailer.”
Sanem adeta zıplayarak yanımıza doğru geldi. Bize sıkıca sarıldıktan sonra kulağımıza eğilip sorduğu ilk şey Menderes Beyin nerede olduğuydu.
“Sen gerçekten çatlaksın, Sanem…” derken gülüyordu Ayla.
“Arkadaşım diye demiyorum ama zır delinin tekidir kendisi.”
“Bu kadar sohbet yeter, Ayla’nın ayaklarını yerden kesip aklını başından alan şu adamı görelim artık!” dedi sabırsızlıkla Sanem.
Onunla ofislerin olduğu binaya girdik. Yol boyunca asla susmayarak ikimizi de kanırttı canım arkadaşım. Nihayet muhasebe departmanından içeri girdiğimizde perdeleri açık camlı bölümde masasında oturan adamı gördüğünde susabildi. Bıraksak adamı on saat inceleyeceği için onu uyardık hemen.
“Ayla…” dedi arkadaşıma omzuyla hafifçe vururken. “Ağzının tadını biliyorsun kızım…
“Ay Sanem!” dedi utanmış Ayla.
“Bu daha başlangıç Ayla, bana neler yaptı neler…” derken sırıtmadan duramıyordum.
“Ne yapmışım, kuru iftira!”
“Ahmet Kürşat’a bekar mısın diye bile sordu…”
“Ne var canım, şimdikiler yüzük takmıyor bekar mı evli mi anlayamıyoruz. Menderes’le de denk gelelim hemen ona da soracağım.”
Ayla ve ben şaşkınlıkla Sanem’e bakakaldık. Onun bu pervasızlığı gerçekten insanı şaşırtan cinstendi. Orada biraz daha durduktan sonra kahve içmek için benim odama geçtik. Polen, elinde üç kahveyle geldiğinde ona şaşkınlıkla baktım.
“Polen, ne gerek vardı canım biz hallederdik.”
“Estağfurullah Meva, kendime alırken size de getirdim. Afiyet olsun ve hoş geldiniz.” Son sözleri Sanem’e hitabendi.
“Hoş buldum, çok hoş buldum Polen’cim. Ne güzel ismin var senin öyle…”
Mutlulukla gülümsedi Polen. Kısa bir sohbetin ardından bize katılma davetimizi kibarca reddedip işlerini yapmak üzere masasına döndü.
“Ne güzel odan var kız Meva…” derken hayranlıkla etrafta dolaşıyordu.
Departmanın içinde küçük camlı bir bölümdü yalnızca. Açılıp kapanabilir perdeleri vardı ama henüz kullanmamıştım bile. Genelde de kapım açık çalışırdım.
Biraz daha sohbet ettik. O esnada Sanem araya Akif’e birkaç küfrünü sıkıştırmayı ihmal etmedi. Neyse ki kapım bu sefer kapalıydı… Sanem işe dönmesi gerektiği için bizimle vedalaştıktan sonra gitti, Ayla da işine döndü. Ben de kalan işlerimi hallettikten sonra mesai bitimiyle iş arkadaşlarımla vedalaşıp ofisten çıktım. Koridorda beraber yürüyen Menderes Bey ve Ayla’yı gördüğümde sevinçten havaya zıplamamak için kendimi zor tutuyordum. Yanlarına vardığımda kısa bir selamlamanın ardından sohbet ederek otoparka gittik.
“Meva, yarın önemli bir toplantı var. Kendini heyecanlı hissediyor musun?”
Müdür yardımcısı olduğumdan beri birkaç toplantıya katılmıştım fakat yarın müdürüm olmadığı için onun adına katılacaktım. Heyecandan nefesim kesiliyordu.
“Umarım elime yüzüme bulaştırmam,” derken yüzümü ekşittim.
“Yeteneklerinize olan inançsızlığınız kendinize haksızlık, ikinizde neden böylesiniz?” diye sorarken bize merakla baktı.
“Yani…”
“Şey…”
İkimizde bunu açıklamak isterken hiçbir şey diyemeyerek birbirimize baktık. Gerçekten neden böyleydik ki biz?
“Kadınlar ellerini değdirdikleri her şeyi güzelleştirir, özgünleştirir, mükemmelleştirir. Kendinize olan inancınızın başkaları tarafından kırılmasına müsaade etmeyin. Bir şeyi başaramamak her şeyi başaramamak değildir. Kendinize inanın, potansiyelinizin farkında olun. Bu da size müdürünüzün tavsiyesi olsun.” Dedikten sonra göz kırptı. “Çok başarılı iki kadınsınız, yaprak döktürülenler yüzünden kendinizden umudunuzu kaybetmeyin.”
Haklıydı. Açık açık söylenmese de bundan önceki başarısız evliliğimiz toplum tarafından sadece kadının omzuna yüklendiğinden insan çok iyi işler başarsa bile kendinden şüphe ediyordu.
“İyi akşamlar.”
Ahmet Kürşat’ın Menderes Beyin repliğiyle aramıza katılmasıyla ona döndüm. Gerçekten her iş çıkışımıza gelecek miydi?
“İyi akşamlar…” derken ona sakince döndü Menderes Bey.
Bizde aynı şekilde karşılık verdik. Ortamdaki gerilim bir anda arttı. Birazdan kısa devre yapmazlar diye umut etmekten başka çaremiz yoktu…
“Sizi çok sık görür oldum.” Derken tek kaşı havalandı Ahmet Kürşat’ın. Ona şaşkınlıkla bakakaldım.
“Çünkü çalıştığım yere geliyorsunuz.”
Bir kahkaha atmamak için kendimi çok zor tuttum. Bu cevabı beklemiyordum.
“Kardeşim ve sevdiğim kadının etrafında çok sık gördüğümden bahsediyorum!” derken sıkılı dişlerinin arasından üstüne bastıra bastıra söyledi cümlesini.
“Çalışma arkadaşıyız, normal değil mi?” derken Ahmet Kürşat gibi tek kaşını havaya kaldırdı.
“Normal mi sence?” derken ikinci çoğul şahıstan hızlıca ikinci tekil şahsa geçiş yaptı.
“Normal normal…” derken Ahmet Kürşat’ın omzunu sıvazlamasıyla dehşetle ona bakakaldım.
Elini yeniden pantolonunun cebine sıkıştırırken öyle rahat görünüyordu ki adam birazdan bu bize ıstırap olmazdı umarım.
“Fesuphanallah…” diye kendi kendine söylendi Ahmet Kürşat.
“Yarın görüşürüz, iyi akşamlar.” Diyerek yanımızdan ayrılan adam arkasında pimi çekilmiş bir bomba bıraktığından habersizdi.
O bomba ben ve Ayla’nın avuçlarının içindeydi şimdi…
“Bu deyyus niye sürekli sizin yanınızda?” diye sordu sakin tutmaya özen gösterdiği sesiyle Ahmet Kürşat.
“Patronumuz!” dedik aynı anda.
“Neden burnuma kötü kokular geliyor acaba?”
Mırıldanan adama kıkırdamadan edemedim. Kıskançken daha bir çekici görünüyordu sanki.
“Yakında deri fabrikası var, ondandır abiciğim. Hadi ben kaçıyorum, size iyi akşamlar!” diyerek son hız yanımızdan uzaklaşan Ayla’ya şaşkınlıkla baktım.
“Bu iki etti!” diye seslendim arkasından.
“Seni seviyorum canım arkadaşım!” diye karşılık verdi.
Gülsem mi ağlasam mı ikileminin içinde döndüm benim koca oğlana. Kalan soruları bana soracakmış gibi bakıyordu.
“Konu benimle ilgili değil, bana soru sorma!” diyerek koşar adımlarla arabaya ilerledim.
“Kaç bakalım, Meva. Nereye kadar kaçacaksın?”
“Kaçabildiğim yere kadar…” diye fısıldarken yerime oturuyordum.
Kemerimi taktığım esnada homurdanarak yan koltuğa geçiyordu. Arabam hakkında bir tane daha söz işitirsem ona diyeceklerimden korkmuş olmalı ki bu sefer sesini çıkartmadı. Birlikte İpek’i almak için kreşin yolunu tuttuk. Günler uzadığı için hava artık daha geç kararıyordu. Batan güneş gökyüzünü kızıl rengin cümbüşüyle buluşturmuştu. Öyle güzel görünüyordu ki…
“İpek çok mutlu olacak.”
“Asıl ben çok mutluyum.” Derken heyecanlı görünüyordu.
Birlikte uyuduğumuz sabah kızımı göremeden çok erken gitmek zorunda kaldığından onlar için uzun bir süre sayılabilecek zamandır görüşemiyorlardı.
Kreşin önünde arabayı park edip ona hemen geleceğimi söyleyerek arabadan indim. Koridorda kızımın öğretmeniyle karşılaştık. Ayaküstü sohbetimiz esnasında söylediği son sözlerle kalbim sıkıştı.
“İpek’te babasını gördüğü için çok mutluydu, bahçeden çıkıyorlardı şimdi gelirler.”
Başımdan vurulmuşa döndüm. Yasal olarak böyle bir hakkının olmadığını biliyordu. Görebileceği vakitte haber bile vermeden kızını es geçiyordu ama bugün kalkıp kızımı kreşten almaya geliyordu. Biraz daha geç gelsem belki de iznim olmadan götürecekti. Bu adam artık fazla oluyordu!
Öğretmenle vedalaştıktan sonra hışımla koridorda ilerledim. Zaten çok kişinin kalmadığı kreşte bahçe kapısından içeri girdiklerini gördüğümde kendimi dizginlemeye çalıştım. Kızım, mutlulukla babasının boynuna sarılmıştı. Öyle mutlu görünüyordu ki, bu yüzden hiçbir zaman babasının bana yaptıklarını bilmeyecekti. Babasının onu hayal kırıklığına uğratmasına müsaade etmezdim, her ne kadar çok canım acısa da…
“İyi akşamlar, Meva.” Dedi dalga geçer gibi.
Derin bir nefes alıp kollarımı kızıma doğru uzattım. Kızım bana uzanmak için hareketlendiği sırada Akif tarafından engellendi. Dehşetle ona bakakaldım. Ne yapıyordu Allah aşkına?
“Akif…” dedim uyarır bir tonla.
“Bugün babayla vakit geçirecektin, meleğim.”
“Ama annem…” dedi korku dolu gözlerle bana dönen kızım.
“Annen isterse o da gelebilir, meleğim.”
Kendimi tutmak için çabalasam da bu kötülüğe ve aymazlığa artık tahammül edemiyordum.
“Hafta sonu görmen gerekiyordu, Akif…” derken dişlerimi birbirlerine öyle bir bastırıyordum ki kırılması an meselesiydi. “Şimdi burada olmamalısın, kızımı bana ver!”
Yüzünde ondan tiksinmeme sebep olan bir gülümsemeyle kızımı bana doğru uzattı. Yanağından bir makas alırken. “Hafta sonu görüşürüz, meleğim. Bugün anne izin vermiyor…”
Gözlerim büyürken şaşkınlıktan ne yapacağımı bilemedim. Kızıma karşı beni kötülüyordu…
“Meleğim, bugün uygun değiliz ama hafta sonu babanla çok güzel vakit geçireceksin tamam mı canım benim?” derken onu sıkıca sardım.
“Şimdilik… Sonra da anneyle sadece hafta sonu görüşeceksin.”
“İpek, sen arkadaşının yanında biraz bekle. Biz babanla konuşup geleceğiz.” Diyerek kızımı ailesini bekleyen arkadaşının yanına gönderdikten sonra hışımla Akif’e döndüm. “Ne yapmaya çalıştığının farkındayım ama kızımı benden almana asla izin vermeyeceğim! Onun senin gibi biriyle büyümesine müsaade edeceğimi mi düşündün?”
Sözlerime yalnızca güldü. Başka bir yerde olsak onu parçalarına ayırabilirdim burada olduğumuz için kendimi şanslı hissettim. Beni kışkırtmasına müsaade etmeyecektim.
“Kızımı senden alacağım. Sen de kızını görmek istiyorsan bana geri döneceksin!”
Bu kendinden emin duruşu karşısında suratına tükürme isteği uyandı içimde. Kendime zar zor hâkim olurken derin bir nefes alıp sakin kalmaya çalıştım.
“Daha fazla canımı acıtamazsın, bir daha asla karın olmayacağım!” dedim kendimden emin bir şekilde.
“Kızını istiyorsan, karım olacaksın!”
Nefesim kesiliyordu. Ona kafa atmakla ağlamak arasında sıkışıp kalmıştım. Hislerimle boğulurken Ahmet Kürşat’ın Akif’i yakasından yakalamasını görerek şaşkınlıkla bakakaldım. Akif’i yakasından tuttuğu gibi peşinden götürmeye başladığında ise korkudan elim ayağım boşaldı.
İpek’i öğretmenine emanet edip koşarak peşlerinden gittim. Kızım her şeyi bir oyun zannediyordu.
“Çok istiyorsan ben seni karım yaparım, şerefsiz!” dedikten sonra Akif’e kafa attığında dudaklarımdan bir çığlık kaçtı. “Sana uzak durmanı söyledikçe sen aksini yaptın. Şimdi sana anladığın dilden konuşacağım.”
“Ahmet Kürşat, yapma!” derken onu tutmaya çalışıyordum ama pek işe yaramıyordu.
“Seni şikâyet edeceğim, bunu ödeyeceksin. Davada da Meva’nın sevgilisinin beni dövdüğünü söylediğimde göreceksiniz!”
Ahmet Kürşat sanki Akif hiçbir şey söylemiyormuş gibi yumruğu suratının ortasına geçirdi. O esnada çıkan ses yüzünden neredeyse bayılacaktım. Akif’in acı içindeki haykırışı kulaklarıma ulaştığında ona üzülmedim ama yine de böyle olmamalıydı.
“Ahmet Kürşat, yalvarıyorum dur!”
“Bak yalvarıyor sana benimki…” diyen Akif ile dehşetle kalakaldım.
Bu adam canına mı susamıştı?
“Seni sikerim! O zaman görürsün…”
“Benim artığımla idare edeceksin ama, Ahmet Kürşat.”
Biri sanki başımdan vurdu. O an duyduğum cümleyle neye uğradığımı şaşırdım. Ben kimse bu kadar iğrençleşemez diye düşünürken Akif her seferinde beni şaşırtıyordu.
“Ulan it…
“Sen ne oluyorsun, gavat mı?”
Ahmet Kürşat’ın yeni yumruğu elmacık kemiğine çarptığında Akif’in haykırışından kemiğinin kırıldığı çıkarımında bulundum. Arabamın üstünde kavga etmeye devam ediyorlardı. Hiçbir şey yapamıyordum. Ahmet Kürşat’ın gözüne kan oturmuştu resmen onu durduramıyordum. Tüm çabalarıma rağmen Akif’i bayıltana kadar dövdü. Ardından ne yapacağımızı düşünürken duyduğum sesle dünya başıma yıkıldı.
“Güzel Abi…”