~Roy~
Evden uzaklaşıpta atla gezintiye çıkınca, kendimi biraz olsun rahatlamış hisesettim ama aklımın bir köşesinde hep babam var.
Onunla basamaklarda çarpışıpta, hiçbir şey demeden onun yanından öyle çekip gittim ya, bilirim şimdi yüreğinin bir tarafı benim için endişeleniyordur, sızlıyordur.Tıpkı şu an benim yüreğiminde sızladığı, usul usul kanadığı gibi.
Ahh Tanrıım! Megan'ın o son söylediği söz! Beni bir anda alıp nerelere savurdu?! Hatırlamaktan hem çok hoşlandığım hemde çok özlediğim o günlere nasılda yol almaya başladım yine. Yıllar önce yaşandı her şey ama ben her anını tıpkı bugünmüş gibi anımsıyorum ve yaşıyorum yeniden... * * *
1953 baharıydı, sanırım nisan aynı yeni girmiştik ve Cynthia, tüm sevincini, mutluluğunu da alıp, çiftliğe gelmişti yine. Kıpır kıpırdı. Yerinde duramıyordu. "Roooy! İnanabiliyor musun? Gidiyorum bu kasabadan!," dediği anda başımdan aşağı kaynar sular döküldüğünü hissetmiştim. Ne olmuştu ki gidecekti buralardan? ve tabii ki hemen anlamıştım aniden gidecek olmasının nedenini. Nasıl anlamazdım ki?
"Ya adamın yolu bizim kasabadan geçmiş ve düşünebiliyor musun? yerel gazetede benim güzellik yarışmasında birinci olduğum haberini okumuş...araştırmış ve sonunda buldu beni!" demişti heyecanla bir nefeste.
Sevincinden küçük bir çığlık atarken, yerinde duramamış ve bir anda boynuma sarılmıştı.
Bu kızın böylesi deli hallerine ben alışkın olmasına alışkındım ama evin büyük salonundan bizi, deyim yerindeyse kalın tülün ardından dikizleyen annem şaşkındı ve birazda utanmıştı. Benim onu görebildiğimi kestiremiyordu. Nesiller arası farka şahitlik ediyordu şaşkınlıkla iyice açılmış gri-mavileri.
Hoş ben de çok bayılmıyordum bu duruma, aşıktım nede olsa ve ona böyle yakın olmak yine garip hissettirmişti o gün bana.
Nasılda mutluydu ve ben, biraz burukta hissetmişsem de onun için mutlu olmuştum. Bu onun en büyük hayaliydi, isteğiydi ve sık sık bunu benimle paylaşmıştı.
Kendim için biraz hüzünlendiğimi anımsıyorum. Evet, ona aşıktım ama sadece aşıktım. Yüreğimde ona karşı sevgi büyütmedim hiç. Ne o zamanlar, ne de sonraları.
Çünki günün birinde onun buralardan gideceğini aslında hep biliyordum.
Onun hayalleri vardı, arzuları vardı ve o hayallerin arasında ne bana ne de kasabadaki başka bir gence yer yoktu.
Oda beni çok seviyordu, bunu hep biliyordum ama sadece en yakın arkadaşı, belkide tek gerçek dostu olarak seviyordu beni.
Ona karşı, daima yapım gereği zaten nerdeyse her zaman sakin, hoşgörülü ve mantıklı olmaya çalışan bir insandım ve sanırım oda en çok benim bu yönlerimi seviyordu. Onun çılgın ruh hallerini, benim uysallığım dengeliyordu ve bu özelliğim bizi aramızda çok hoş, çoğu insanın yakalayamayacağı, belki de yıllara yayılacak olan bir dostluk bağını kurmamıza neden olmuştu.
Şimdi bugünlerden o günlere şöyle bakınca, evet diyorum hem onunla hem kendimle gurur duyarak...evet, biz bu işi başarmışız.
O günlerde bizi tanıyan herkes bu halimize imrenerek bakardı. Açıkçası ikimizde bu durumdan şikayetçi değildik.
Cynthia'ya aşık olmam o zamanlar belki de kaçınılmaz olmuştu ama ona bunu söylemeyi asla düşünmemiştim ve hiç söylemedim de. Biliyordum, bu sadece aşk dedikleri şeydi çünki. Ayrıca aşkın aslında gelip geçici bir duygu olduğunu duymuşluğum da vardı .'Asıl olan sevgidir' derdi hep babam, ama benim annemde ve babamda gördüğüm farklı bir şeyler vardı. Hemde babam söylemeden çok önceleri on altı yaşımı sürerken ben bunu fark etmiştim, öğrenmiştim.
Bunda en büyük etkende yine annem ve babamdı. Onlar aradan neredeyse yirmi yıla yakın bir zaman geçtiği halde hala birbirlerine ilk günki kadar aşıklardı. Bunu onların birbirlerine her baktıklarında, gözlerinde gizlemeye çalıştıkları o arzuyu gördüğümde daha iyi anlamıştım ve açıkçası onlara hep gıpta etmişimdir. Aşkları ölümsüzdü sanki ve fark ettiğim başka bir şey daha vardı ki onlar, bu capcanlı kalan aşklarının yanında birbirlerine delicesine bir sevgiyle ve ödünsüz saygılarıyla bağlıydılar.
Öyleki çok zor günlerde bile birbirlerine her konuda destek olmaktan asla vazgeçmemişler, daima güven duymaya devam etmişlerdi.
Bunun tek bir açıklaması olabilirdi. Gerçek sevgi ve bu sevginin gücüydü.
Ama ben Cynthia'ya her baktığımda böyle bir duygu hiç hissetmemiştim. Biliyordum ona güvenemezdim ve dolayısıyla bağlanamazdım. O hercai bir kelebekten fazlası değildi...şu kasabada çok flörtü oldu, belki sayısını kendisi bile bilmiyordu ama hiçbir zaman, hiçbirine bağlanmadı, geleceğe dair umutlar vermedi, bu konuda hep çok dürüst davrandı.Çünki ne istediğini her zaman çok iyi biliyordu. Sinema yıldızı olmak ve o gün bana bunun için gerekli olan o ilk adımı atacağını söylemeye gelmişti.
"Birkaç gün sonra gidiyorum Roy," dediğinde kalbim bir anlığına teklemişti. Bu kadar çabuk mu yani? diye düşünmüştüm o an. Bana bakan koyu mavilerinden bir hüzün bulutu geçmiş ve, "Bana söz vermeni istiyorum...ne olursa olsun, bu dostluktan asla vazgeçmeyeceğiz.
Şimdi olduğu gibi gelecekte de hep birbirimizin yanında olacağız ve kimin ihtiyacı varsa hiçbir şey yapamıyorsak o anda, bir telefon uzağında olup, birbirimize yardımcı olacağımızı bilmek istiyorum. Dostluğun benim için çok değerli ve ben seni kaybetmek istemiyorum Roooy!" demişti uyuz kız! Yine uzatarak söylemişti o dudaklarıyla ismimi... Gözlerimin önüne o hali düşüyor, gülümsüyorum. "Hiç şüphen olmasın.. her daim yanındayım deli kız, git ve hep istediğin gibi çok ünlü bir oyuncu ol ama iyi olmayı, kendine iyi davranmayı da unutma. Ben buralarda olacağım ve dostluğumda seninle olacak," dediğimde daha bedenimden yeni ayrılmışken, yeniden tüm sevgisiyle sarılmıştı bana.
Onun için mutluydum ama kalbimde bir şeyler fena halde sızlamıştı yine de...ama olsun dostum..."yolun açık olsun," diyebilmiştim o gün onu yeni hayatına yolcu ederken.
Cynthia'nın ihtiyacı olan şeyi, o yönetmenin gelip kapısını çalması, ona istediği şeyi sunmasının ve onun bunu sonsuz bir heves, beraberinde mutlulukla kabul edip bu kasabayı, bizleri terk edip gitmesinin ardından bir yıl geçmişti.
O şöhret basamaklarını birbir tırmanırken, ben ilk günler boşluğa düşmedim değil ama insan bir süre sonra alışıyordu. Onunla biz olamayacağımı zaten biliyordum ve ben son yedi aydır tüm enerjimi, aklımı çiftliğimiz için kullanmaya başlamıştım.
1954'te artık ocak ayının yirmisinde, on dokuz yaşına basmış biri, genç bir adam olarak', bunu da sık sık babam söylerdi bana o günlerde ve ben resmen çiftlikle bütünleşmiştim.
Ailem, bana "eğer gitmeyi ve farklı bir hayat yaşamayı düşündüğün bir yer varsa gidebilirsin, biz sağ olduğumuz sürece sana her konuda destek olmaya devam edeceğiz," demelerine karşın, benim hiçbir yere gitmeye niyetim de, ihtiyacım da yoktu. Annem, babam ve tabiiki Peggy ile yaşadığım şu hayatta son derece mutluydum.
Hiçbir zaman hayatın bana sunduklarından daha fazlasını istemedim. Elinde olanla yetinmeyi bilenlerdenim ben. Bu iyi mi kötü mü bilmiyorum ama böyleyim işte. Yaş on dokuz ve hayat nelere gebeydi? O günlerde hiçbir fikrim yoktu.
Sanırım bu yönümü benden sonra bir evlat daha isteyipte sahip olamayan ve sonunda kader örgüsüne boyun eğip, teslim olan, benimle yetinen annemden öğrenmiş olmalıyım.
Benim tek bir hırsım, bir tek hedefim vardı, oda ilerde iyi bir çiftlik yöneticisi, iyi bir kovboy olabilmekti. Babam bu konuda en büyük destekçimdi. Aslında üniversiteye gidip, kariyer yapabileceğim daha iyi işler hayal ettiğini biliyordum benim için ama sanırım benim çiftliğe olan aşkımı gördükten sonra bu heves ve isteğine gem vurmak zorunda kalmıştı.
Birkaç kez daha ısrar ettikten sonra sessizliğim karşısında en sonunda vazgeçmişti. Hatta bir gün bana, "zamanı geldiğinde çok iyi bir çiftlik yöneticisi, iyi bir kovboy olacağımı, bunun benim ruhumda var olduğunu, sabırlı olmamın en büyük avantajım olduğunu ve şu hayatta ki en önemli şeyin sabırlı olmayı bilmekten geçtiğini,"söylemişti. "Sabır, tüm kapıları ardına kadar açarmış insana ve en büyük erdemlerden biriymiş." Böyle demişti bana ve eğer bunu babam söylüyorsa üstünde durup, düşünmenin bir anlamı yoktu.
Bilge adamdır benim babam ve şimdiye kadar söylediklerinde yanıldığını hiç görmedim. Sanırım onu bu konuda haklı çıkardım ve bunun için önce Tanrı'ya ve sonra tabiiki babama minnettarım.
Ocak ayının son günlerinde, babamın isteği üzerine ve ben hiç istemeye istemeye kasabanın yolunu tutmak zorunda kalmıştım. Kısa bir süreliğine bile olsa çiftlikten ayrı kalmak hiç bana göre değildi. Huyum kurusun, eğer bir şeyi sevmişsem, benimsemişsem tutkuyla bağlanırım ona. Bu geçmişte de böyleydi, şimdi de böyle.
O günü anımsıyorum ve gülümsüyorum. Atlara yem alma görevini o gün bana yıkmıştı babam ve hatırlıyorumda o kısa yolculukta ne çok offlayıp, puflamıştım. Gençlik işte..
Kasabaya vardığımda nihayet emektar kamyonetimizi Calvin Johnson'un her eve lazım, ne ararsan var dükkanının önüne park etmiştim.
Nasılda sıkıntıyla iç çekerek dükkana girmiştim. Gördüğüm kadarıyla içerde kimse yoktu. Gözlerim, ister istemez Calvin Johnson'u arıyordu her tarafta. Ama yoktu ve çaresizce beklemeye karar verdim. Aradan ne kadar süre geçti bilmiyorum ama sonunda dükkanın arka kısmında yer alan deposuna ait kapının açılma sesini duyduğumda, bakmakta olduğum yeni eğerlerden dikkatimi sesin geldiği yere verdim ve dönüp baktım.
'Tanrıım! Ben öldüm ve cennete gittim herhalde' diye düşündüğümü çok iyi anımsıyorum. Eğer bu dünyada gerçekten ilk görüşte aşık olmak diye bir şey vardıysa işte ben onu en şiddetli şekilde o anda yaşamaya başlamıştım. Hem beynimden, hem kalbimden aşkın o yakıcı kurşununu yemiştim.
Ahh Tanrım! Aynı duygu şimdi yine tüm canlılığı ile nasılda gelip kalbime yerleşti ve nasıl da beni zorluyor, resmen kalbimin vuruşları değişti. Bunca yıl sonra yine böyle hissedebilmek beni çok mutlu ediyor.
Karşımda durup, bana kaşlarını çatarak ve ela renginin en karışık ve belkide gördüğüm en tatlı tonuna sahip gözleriyle bana 'ne oluyor ya!' bakışları atan genç kıza, adeta nefes almayı unutarak bakıyordum ve içimden babama belki de bininci kez teşekkür ediyordum.
Son anda gözlerim nihayet, o elaları terk edip, iki eliyle tutmakta zorlandığı belki de yirmi kiloluk çuvala kaydığında hemen harekete geçip, tutmaya çalıştığı o şeyi almak için hamle yaptığımda, hemen bir adım geri gitti ve "üstüne vazife olmayan şeylere karışma!" dedi bana o tatlı sesiyle. Sanki uslu uslu akan küçük bir akarsuyun insanı mest eden tınısı vardı sesinde.
Ne kadar beni terslemiş olsada sesi ve sözleri bana çok hoş gelmişti. Bu, Elenor Johnson ile ilk karşılaşmamdı ve beni benden almıştı resmen. Bu kızı biliyordum ama hatırladığım kadarıyla çok küçüktü. Ne zaman böyle serpilmiş, büyümüş, büyümekle de kalmamış çok güzel bir genç kız olmuştu.
"sadece yardım etmek istemiştim...yabancı değilim, adım Roy, Roy Stewarth...," dediğimde yüzüne hoş bir tebessüm yayıldı ve, "kim olduğunu biliyorum Roy Stewarth, sen şu sinema yıldızı olan kasabamızın kızı Cynthia'nın eski sevgilisisin," dediğinde nedense hiç şaşırmadım ve gülümsedim. "O sözünü ettiğin kız, benim sevgilim olmadı hiçbir zaman, sadece dostuz ve bu ölene kadar böyle gidecek," demiştim ve nedense ikimizde susup kalmıştık.
O günden sonraki günlerde, neredeyse her gün kasabaya inebilmek için aklıma gelen her şeyi bahane gösteriyor olmam, tabiiki babamın dikkatini çekmişti ve tam bir aşk sarhoşu olan ben, bunun farkında bile değildim.
Kendimi öylesine kaptırmıştım ki Elenor'a, onu bir gün uzaktan bile olsa görmezsem, nefes alamıyor gibi hissediyordum.
Bir insan ilk uyandığı andan, uykuya teslim olacağı son ana kadar bir başkasını düşünür mü? Hemde her halini, her mimiğini, gözlerini her kırpışını, nefes alıp verirken inip kalkan göğsünü, bazen iki örgü yapıp omuzlarından aşağı bıraktığı, bazen dalga dalga, yüzünün iki yanından, ışıltılar içinde delicesine akan kıvrımlı bir nehiri andıran, güneşinde etkisiyle bazı telleri sararmış o kumral saçlarını, küçük tepeleri andıran burnunu ve o küçük, dolgun tatlı bir kırmızılığı özünde barından dudaklarını, yürüyüşünü, gülüşünü, kaçamak bakışlarını, utanmasını, sürekli düşünür müydü ya? Ben düşünürdüm, düşündükçe de iç dünyamda erir, biter sonra onun yine tatlı bir bakışını düşündüğümde yeniden ve yine doğardım. Deli gibi aşık olmuştum.
Sessiz, sakin bir insandım zaten ama bazen artık nasıl bir sessizliğe gömülüyorsam ve benliğimden bile kopuyorsam bu tabiiki babamı endişelendirmeye başlamıştı. Bir akşam yemeği sonrası çekildikleri büyük salonda annemle babamın konuşmalarını duymuş, ister istemez kulak kabartmıştım. Konu bendim çünki. Babam anneme, "bu çocuğa bir haller oldu Lili...çiftlikten böylesi ayrı kalabiliyorsa ya dünyanın sonu geliyor, yada bu çocuk birine fena halde tutuldu, tıpkı benim sana tutulduğum gibi," demiş ve keyifli bir kahkaha patlatmıştı.
Canım annem, "Caarll! Sus şimdi bir duyan olacak!" dediğinde babam hemen atlamış "yalan mı az koşturmadın peşinden beni.. senin yüzünden yemekten içmekten kesilmiştim, babandan yediğim fırçalarda cabadıydı...hatırlasana o geceyi, gizlice camının altına gelip sana o çiçeği vermek istediğimde beni fark etmiş, o deli köpeği salmıştı üstüme.. kıçımı zor kurtarmıştım, ah Lilibath... az çektirmedin bana," dediğinde annem de hemen yapıştırmıştı cevabı. "gelmeseydin, davetiye mi göndermiştim sana?..yatağımda uslu uslu uyuyordum ne güzel...tabiiki sen camı ısrarla tıklayıp, beni uyandırana kadar," dediğinde aslında naz yapıyordu babama ve hala cilveleşiyorlardı. Aslında konu benden, onlara dönmüştü ve dinlememem gerekiyordu ama öyle tatlı atışıyolardı ki ayrılamadım hemen o kapının ardından.
O an gülümsemiş ve acaba bizde Elenor ile bir gün böyle olabilecek miydik diye düşünmekten alamamıştım kendimi.
Babamın ikinci tahmininde yanılmadığını anlaması fazla zamanını almadı. Onunla konuşmaya karar verdiğimde aradan yaklaşık iki ay kadar bir süre geçmişti ve ben, Elanor ile bu iki ay zarfında yakınlaşmayı başarabilmiştim ve çoktan kararımı vermiştim. Ben ruh eşimi bulmuştum bir anda ve onu elimden kaçırmaya hiç niyetim yoktu.
Zaten, Elenor ailesinin, özellikle dindar olduklarını bana hatırlatıp dururdu ve buda tüm kasabada bilinirdi. Bu durum, elimi çabuk tutmam konusunda beni harekete geçiren başka bir etkendi. Elenor'un benim yüzümden ailesi ile kötü olmasına neden olamazdım.
Babama, Calvin Johnson'un kızını sevdiğimi ve onunla evlenmek istediğimi söylediğimde, "gözlerindeki şu ışığı asla kaybetme evlat..sonuna kadar yanındayım," demiş ve her zaman olduğu gibi desteğini benden esirgememiş, tam anlamıyla yanımda, arkamda durmuştu. "Oğlumsun diye demiyorum evlat... sen zeki, ne istediğini bilen, çalışkan ve her şeyden önce yaşına göre çok olgun bir genç adamsın, çocukluğunda da böyleydin...hiç üzmedin ki bizi ve seninle gurur duyuyorum oğlum. Seninle evlenecek olan kızın çok şanslı olacağını düşünmüşümdür hep.
O kız Elenor demek ki, ama sende çok şanslısın.. ne olursa olsun, asla o kızı üzme.. üzmeyeceğini biliyorum ama buda sana tek uyarım olsun oğlum. Tebrik ediyorum ikinizide," demiş ve sarılmıştık babamla. Nasılda mutlu olmuştu ve ben iki kere mutluydum. Hem onu şimdiye kadar hiç utandırmadığım ve mutlu edebildiğim için, hemde kendi adıma.
Babamın o gün beni kasabaya yem almak için göndermesi ve Elanor'un, babası hasta olduğu için dükkanın sorumluluğunu üstlenmesi, bizim ilerki günlerde yaşayacağımız o harika birlikteliğimizin başlaması için mucize gibi bir tesadüf olmuştu.
Birbirimize deli gibi aşık olmuştuk ve ben gerçek aşkı onunla tattığımı o günlerde hemen anlamıştım. Cynthia'ya duyduğum aslında çok hoşlanıyor olmaktan başka bir şey değilmiş Elanor'a hissettiklerimin yanında. Aşkı iliklerime kadar onunla hissettim, yaşadım ben ve bu hala böyle.
Çok geçmeden nerdeyse tüm kasaba ahalisininde olurunu, onayını alarak çok güzel bir düğünle, 17 Mayıs 1954'te büyük bir sevinçle evlendik.
Kasaba halkı, aslında benim Cynthia ile evleneceğimi düşünürken, onları şaşırtmıştım. Benim Elenor gibi tatlı, hoş, uysal bir kızla evlenmemin daha akıllıca olduğu herkesin ortak fikriydi ve bizi düğün günümüzde yediden yetmişe hiç kimse yalnız bırakmamıştı.
Benim tatlı aşkım, sakin eşim, ailemle aynı evde yaşama fikrine hiç karşı çıkmadı. Babam bizim için çiftliğin arazisinde yeni bir ev inşaa etmek istediğini söylediğinde bende babam gibi düşünüyordum ama Elanor, bizi şaşırtarak buna hemen karşı çıkmış ve geniş aile ortamına alışık olduğunu, o yüzden çiftlik evimizde düzeni bozmadan birlikte yaşamak istediğini ısrarla söylemişti. Bizede onun bu kararına ve isteğine saygı duymaktan başka çare bırakmamıştı. Babam çok haklıymış ve ben gerçekten çok şanslıymışım. O gün anlamıştım bunu ve Elanorumla gurur duymuştum.
Elanor, ailemin,benim, bizi balayına gönderme fikrinide red etmişti ve ailem, bizi evde yalnız bırakmak adına on günlüğüne yakın bir kasabadaki teyzemlerin küçük çiftliklerine gitmişti.
Onunla birlikte olduğumuz o ilk geceyi ömrüm boyunca unutamam. Nasılda utanıyordu benden ve açıkçası bende utanıyordum. Onu kollarıma alıp, ürkütmeden o dolgun dudaklarını yavaşça öpmek, gelinliğini ağır ağır çıkarmak ve birlikte yatağımıza uzanmak dakikalarımızı almıştı. İkimizde nasıl heyecanlıydık ve onun gözlerinde gördüğüm, gizlemeye çalıştığı korku beni onu çok arzulamama rağmen dahada yavaşlatıyordu. Parmaklarım tüm bedeninde uysal dokunuşlar bırakırken, öpüşlerim uzamış, onu biraz olsun rahatlatmıştı.
İlk gecemizde, aceleci, şevkatsiz davranmak aklımın ucundan geçmiyordu ve o sonunda bana uyum sağlamış, utangaç parmakları bedenimi talan ederken benim daha öncesinde hiç tatmadığım duygularla, ürpertilerle tanışmamı sağlamıştı.
Tek beden olduğumuzda yüzünün her noktasını öpücüklere boğmuştum. Yaz sıcağında, kendi ateşimizle yanan bedenlerimizle ter içinde kalmış ve sonrasında uykunun tatlı sularında yüzmeye başlamıştık.
Elenor çok geçmeden çiftliğimize alıştı ve bu yeni hayatı çok sevdi. Her yönden uyumluyduk, mutluyduk, ben istemiyor olsamda sabahları erkenden benimle kalkar, tüm karşı çıkmalarıma rağmen bana çiftlik işlerinde yardım ederdi. Anlamıştım artık, tatlı bir inadı vardı ama beni o inadıyla yormuyordu.
Her sabah birlikte uyanmak ve günün sonunda yine aynı yatakta tüm yorgunluğumuza rağmen, birbirimizin bedenlerinde dinleniyorduk.
Birbirimizi çok seviyorduk. Babamı kendime örnek almıştım. Elanoruma karşı, elimden geldiğince sevgi, saygı dolu, anlayışlı, hoş görülü olmaya çalışıyordum. Onu üzmemek, incitmemek için hep dikkatliydim.
O çok hassastı, ince ruhlu, tatlı, uysaldı. Arada bazı konularda inadı tutsada bunun da üstesinden el birliği ile geliyorduk. Arada bir tartışsakta bunlar da birbirimizi daha iyi tanıma alıştırmaları oluyordu. Anlayışlıydı, ön sezileri tıpkı anneminki gibi çoğu zaman güçlüydü ama annem hiç yanılmazdı.
Bana çiftlik işlerinde yardım ederken, tabii izin verdiğim kadarıyla aynı zamanda anneme, Peggy'e de ev işlerinde yardımcı olurdu.
Gençtik, güçlüydük ve en önemlisi sağlıklıydık ve aşkımız ilk günki gibi hatta daha fazla kuşatmıştı kalplerimizi. Mutluyduk ya, çok ama çok mutluyduk. Onsuz bir hayat düşünemez olmuştum.
Ailesi Kansas, Springfield'e taşındıktan sonra arada bir oda birkaç günlüğüne oraya, ailesini ziyarete gittiğinde, ardında bıraktığı yalnızlık duygusuna dayanmak çok zordu ama ses çıkarmıyordum.
Biriciğim eve dönene kadar, nerdeyse tüm günü somurtarak ve canımı çıkarırcasına geç saatlere kadar çalışarak geçiriyordum.
Onu çok özlüyordum ve onsuzluk bana hiç iyi gelmiyordu. Hatırlıyorumda her defasında 'bir daha göndermeyeceğim,' diye kendi kendime yeminler etsemde, biliyordumki oda annesini,babasını, kardeşlerini özlüyordu ve bilirdim... aile her şeydi, ben ailemden vazgeçemezken, ondan böyle bir şeyi nasıl beklerdim? Yapamazdım bunu ve o yine gittiğinde bana bıraktığı yalnızlığı, o boşluk duygusunu çiftlikle doldurmaya çalışırdım. Başka çarem yoktu.
Elanor yokken, kendimi elinden çok sevdiği bir şeyi alınmış bir çocuk kadar mutsuz hissediyordum, taaki hayatımın tek aşkı, sevgilim, kadınım evimize dönene kadar ve onu havaalanından almaya gittiğimde, onu alıpta aracımıza ilk bindiğimiz anda ilk işim, tüm özlemimle dudaklarına kapanmak oluyordu. Bazen dayanamayıp, deli gibi onu öperken canını yakıyordum. Sonra çok pişman oluyordum ama elimde değildi. Onu o kadar çok özlemek, günlerce beklemek fazla geliyordu bana. Tüm bedenimle, benliğimle onu arzularken, duygularımı bastırmak bana ölüm gibi geliyordu.
Eve geldiğimizde, ailemden utanmasam onu kucağıma alıp, o merdivenleri üçer üçer çıkıp, odamıza attığım gibi üstündekileri yırtarcasına çıkartıp tüm tutkumla, arzumla üstüne kapanacaktım ve aslında bir defasında ailemi kasabaya bıraktığım bir zamana denk geldiğinde bu ziyaret dönüşü, bunu yapmıştımda.
O kahkahalarla gülerken kucağımda basamakları adeta fırtına gibi çıkarken, "gül sen gül, birazdan kim daha çok gülecek küçük hanım, son güler iyi güler," demiştim ve şimdi de gülüyorum. Ahh aşkım, tatlı karım benim.
Odanın aralık kapısını aceleci tekmemle hızla geriye itmiştim ve kapı kendi kendine hızla kapanırken, onu yere indirmemle üzerindeki o tek parça elbisesini yakasından tuttuğum gibi sonuna kadar yırtmıştım. Şaşırmıştı ve biraz da ürkmüştü ama umrumda değildi. Deli gibi özlemiştim onu. Kollarımın arasına aldığımda dudaklarına yapışmış, adeta yutarcasına öpmüştüm soluksuz bırakana kadar. Boynunu öpücüklere boğmuştum. Üzerindeki her şeyi çıkartıp, onu kucağıma alıp yatağımıza yatırdığımızda uzun uzun o elalarına bakmış, "gitme bir daha ne olur, sensiz ölüyorum ben aşkım," dediğimde gözlerinden mutluluk gözyaşları akmış ve "bende aşkım, bende ölüyorum sensiz," demişti bana ve birbirimizin bedenlerinde hayat bulmuştuk.
O gün sadece kendi bedenlerimizde değil, onun bedeninde ayrıca başka bir can, hayat bulmuştu. Oğlumuz Andy'e hamile kalmıştı ve ikimizde bunu iki ay rötarlı öğrendiğimizde hem şaşkın, hemde ölesiye mutlu olmuştuk.
Bu sürpriz haber Stewarth Çiftliği'nde inanılmaz bir sevinç yaratmıştı. Babam ve annem, "küçük bir bebeği kollarına alıp sevmeyeli üzerinden, çok uzun zaman geçtiğini," söylediklerinde babam elli birine annem de kır dokuzuna merdiven dayamışlardı ve orta yaşlarını süren bu iki insan bu haberle, sanki yirmi yaş gençleşmişlerdi.
Orta yaşlarında büyükanne, büyükbaba olacaklarını bilmek, onlara resmen gençlik aşısı olmuştu.
Ya ben? Bu haberi aldığımda ilk anda ne diyeceğimi bilememiştim. Şaşkındım hatta çok kısa bir an korkmuştum bile.
1955'in tamda doğum günüm olan yirmi ocakta baba olacağımı öğrenmiş, en büyük,en güzel en özel doğum günü hediyemi almıştım ve bebeğimiz o kasım gününde annesinin bedeninde can bulalı iki ay olmuştu. Biz ise bunu yeni öğrenmiştik. Doğum, yüksek ihtimalle çok sıcak geçen temmuz ayına denk gelecekti ve ben bunun için o günlerde endişelenmeye başlamıştım bile.. artık kendi çekirdek ailem olacaktı.. insan buna nasıl sevinmez, hayata daha bir sıkı nasıl asılmazdı?
Yeni bir can, yeni bir hayat demekti ve biz yaşantımızın içine alacağımız bize umut vaad eden bu yeni hayatı büyük bir heyecanla bekler olmuştuk.. hemde ne heyecan?