Satenler, danteller, loş bir ışık…
Odayı aydınlatan tek şey pencereden içeri vuran ay ışığıydı. Gecenin ilerleyen bir saatiydi. Sessizlik, geceye perde gibi inmişti adeta. Yatakta uzanan genç kız, gözlerini bacaklarında gezinen sıcak elin temasıyla araladığında ne olduğundan çok da emin değildi.
Saten çarşafın üzerinde kıvrılan bedeninde ince dantel çamaşırlarından başka hiçbir şey yoktu. Adam, hiç acele etmeden önce gerdanına, sonra göğsüne eğilip sıcak nefesinin tenine yayılmasına neden olduğunda beklenti ve hazla içini çekti. Dudakları dantellerin üzerinden göğsüyle buluşurken elleri de bacaklarının arasına kaydığında zevkle titredi.
Adama karşılık vermek için hiçbir harekette bulunmuyor ama bu dokunuşlardan da asla rahatsız olmuyordu. Nefesi sıklaşırken onun kendisine daha çok dokunmasını, öpmesini hatta sarılmasını istiyor, arzudan titreyen bedenine söz geçiremiyordu. Göğsünün tekini çamaşırının üzerinden yalayan adam, kabaran göğüs ucunu dudaklarının arasına alıp sıkıştırırken “Akasya,” diye fısıldadı.
Kız karşılık olarak sonunda ellerini adamın saçlarına götürüp “Toprak,” diye inledi. Hemen sonra odayı dolduran gürültülü müzik sesinin etkisiyle neredeyse sıçrayarak kendine geldi. Çalan telefonuna anlamsız bakışlar atarken ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.
Rüya görmüştü. Fazlasıyla canlı, erotik olan bu rüyada Toprak’la sevişiyordu. Nikahlı olduğu ama nikah haricinde bir kez bile bir araya gelmediği kocasıyla hem de... Daha önce hiç kimse ile öpüşmemiş, el ele bile tutuşmamış biriydi. Zaman değişse de böyle şeyler hala buralarda hoş karşılanmazdı. Evlendikten sonra da değişen bir şey olmamıştı. Çünkü kocası nikah kıyılır kıyılmaz yüzüne bile bakmadan İstanbul'daki şaşalı hayatına geri dönmüştü.
O dağ başında unutulmaya bırakılmış bir eşti. Akasya kocasıyla ilgili saçma sapan rüyalar görürken kocasının adını dahi unuttuğuna emindi.