?1.BÖLÜM: HER ŞEYİN BAŞLANGICI

3510 Words
Restoranın giriş kemerine parlak, yeşil harflerle işlenmiş 'RACHEL'İN BAHÇESİ' yazısındaki Ç'nin biraz eğri durduğunu fark ettiğimde camın kenarında durmuş tomurcuklanmaya başlayan bahar çiçeklerini seyrediyordum. Simetri konusunda özel bir takıntım yoktu ama o harfi düzeltmek için bir merdiven bulmam gerektiğini düşünmeden edemiyordum. Annem bunu fark etmemiş miydi? Peki ben neden bunu şimdi fark ediyordum? Bitirme projem üzerinde o kadar çok çalışıyordum ki, normal şartlar altında dikkatimi bile çekmeyecek şeyler sinirlerimi bozmaya başlamıştı. İç geçirerek, ne kadar da can sıkıcı, diye geçirdim içimden ve müşterilerden biri bana seslenince ince, beyaz pamuktan yapılmış elbisemin eteğindeki kırışıklıkları düzelterek not defterimi ve mürekkebi bitmek üzere olan BIC marka kalemimi tezgahın üzerinden aldım. Benim adımı taşıyan bu restoran beş yıldır anneme ve ikinci eşi Alexandre'ye aitti. Gerçi ona 'baba' demem hoşuna gidiyordu, bir nevi öyle de sayılırdı. On bir yaşımdan beri aynı evde yaşıyorduk ve tüm bu süre boyunca adamın ne kadar iyi bir baba figürü olduğunu görme şansım olmuştu. Benimle saatlerce oyuncak bebeklerle oynayan, ona makyaj yapmama izin veren, veli toplantılarıma gelen ve her konuda beni destekleyen hep 'O' olmuştu. Biraz trajikti aslında çünkü öz babam işiyle o kadar meşgul bir adamdı ki, asla böyle şeyler yapmaya vakit bulamazdı. Galiba onu en son iki yıl önce görmüştüm. Belki de üç. O da pek iç açıcı değildi çünkü görüşmemiz yazılım geliştirme, sistem analizi ve veritabanı yönetimi gibi işlerini yürüttüğü şirketten arama gelene kadar iki saatlik, zoraki bir sohbetten ibaretti. Bana hangi üniversiteye gittiğimi sormuştu ve Columbia Üniversitesi'nde yazılım mühendisliği okuduğumu söyleyince dudaklarında nefret ettiğim o küçük, imalı kıvrım belirmişti. Ne sandığını bilmiyordum ama bu bölümü onun izinden gitmek istediğim için değil, sadece istediğim için seçmiştim. Ona hayran olmamı sağlayacak kadar uzun süre yanımda olmamıştı. Annemle boşandığında ben sadece yedi yaşındaydım. Babamla görüşmekle bir sorunum yoktu ve cidden yoktu, ondan nefret ediyor falan değildim ama hiçbir zaman annemin 'Biz ayrılmış olsak da o senin baban. Aranızdaki bağın kopmasını istemiyorum. Bu yüzden Fransa'ya her geldiğinde onunla görüşmek için zaman ayırmalısın.' düşüncesini anlayamamıştım. Yine de bu talebini geri çevirmek istemiyordum. Özellikle de kardeşime hamileyken. Evet, kardeş. Bir bebek. Öğreneli aylar olmuştu ve hâlâ bu garip düşünceye alışmaya çalışıyordum. Yirmi bir yaşında abla olmak gelecek planlarımın arasında yoktu ama annemin bunu pek taktığı da yoktu. Bu durumda da 'Her şey olacağına varır.' diye düşünmekten başka bir seçenek kalmıyordu bana... Ama lanet olsun! Sürekli ağlayan, bakıma muhtaç, küçük bir insan! Annem yaşına göre çok daha genç gösterebilirdi ama bir bebek fikrini ürkütücü bulan bir tek ben miydim? Siparişlerinin alınmasını bekleyen müşterilerin yanına yaklaşırken düşüncelerimden uzaklaşıp yüzüme samimi bir gülümseme kondurdum. Kasvetli ruh halim ve asık suratımla liseli olduğunu düşündüğüm grubu korkutup kaçırmak istemiyordum. Dört kişilik, koyu kahverengi, ahşap masanın kenarında durdum ve sipariş defterimi kaldırarak olabildiğince kibar, tatlı bir sesle "Hoş geldiniz. Ne alırdınız?" diye sordum. Bir tanesi -Muhtemelen en büyük olanı- başını cep telefonundan kaldırıp bana gülümsedi. Ufak ve flörtöz bir gülümsemeydi. Cam tarafında oturan balık etli, sarışın kız ise arkadaşıyla konuşmayı bırakarak koltuğunda arkaya yaslandı. Kız en fazla on yedi yaşında olmalıydı. Belki on sekiz. Yuvarlak hatlara ve güleç bir ifadeye sahipti ve ilk benimle konuşandı. "Şu an sütlü bir kahveden daha fazla istediğim bir şey yok." Anladığımı göstermek için başımı öne sallayarak hızlı bir biçimde bunu not ettim; Bir sütlü kahve. "Ben de bir vanilyalı latte alabilir miyim lütfen, fazladan köpüklü." Hmm... Güzel tercih, diye düşünerek bunu da not aldım. Daha sessiz ve akıllı uslu görünmesini bilen sonuncu genç, herkesin siparişini vermesini bekledikten sonra, "Ben sadece sert bir kahve alırım, teşekkürler." diye ekledi. "Anladım," dedim siparişlerinin son kısmını da not alarak. Konuşmaya devam etmeden önce kalemimin arkasını iki kere defterin yüzeyine vurdum, menümüzde ne tür ikramlar olduğunu düşünüyordum. Burada garsonluk yapmayalı uzun zaman olmuştu. "Başka bir şey var mı? Belki atıştırmalık? Tatlı?" Hepsi de aynı anda başını salladı. "Hayır, teşekkürler. Hepsi bu kadar." Tezgahın arkasına döndüğümde henüz açılmamış olan kahve makinesini açmak için arkasındaki tuşa uzandım. Elektronik bir ses çıkaran siyah, dev makinenin ısınmak için birkaç dakika beklemesi gerekti. O arada da haznedeki kahve çekirdeklerini yeniledim ve temiz bir bezle fincanları silmeye başladım. Kahveleri doldururken annem ve Alexandre her zamanki gibi gülüşerek, şakalaşarak ve flört ederek restorana girdiler. Annemin elinde kırmızı bir gül vardı, yanakları al al olmuştu ve liseli bir kız gibi kıkırdıyordu. İç çekerek yaptığım işe odaklandım ya da en azından odaklanmaya çalıştım. Hayır, ilişkileri hakkında bir şikayetim yoktu çünkü resmen 'kusursuz' ilişkinin tanımı gibi bir şeydiler. Annem ve doğacak kardeşim adına mutluydum ama yıllar sonra bile flört etmeleri bazen garip oluyordu. "Kendime bir kahve alacağım. Bir şey ister misiniz, bebeklerim?" Gülümsedim. Bebeklerim mi? Tamam. Bu biraz şirindi aslında. "Belki yeşil çay." "Hemen geliyor. Ya sen Rachel? Bir şeyler ister misin?" "Hayır, teşekkürler." diye cevap verdim. Fincanları tepsiye yerleştirdiğim için tamamen yaptığım işe odaklanmıştım. Kahveleri döküp her yeri batırırsam fazladan iş çıkardı. Alexandre gülerek annemin yanağına bir öpücük kondurdu ve onun için yeşil çay yapmaya başladı. Annem ise 'Ben bu adama sırılsıklam aşığım!' diyen gözlerle ve ışıl ışıl bir gülümsemeyle bana yaklaştı. Babamdan çok anneme benzerdim ama bence o benden daha güzeldi. Bir kere daha uzundu. Bense orta boylu bir genç kadındım, belki kısa bile sayılırdım. İnce ve zarif bir yapım vardı. Uzun, koyu kumral saçlarım doğal dalgalı bir yapıya sahipti ve bugün bağlamış olsam da genellikle onları omuzlarıma doğru serbest bırakırdım. Oval yüzüme ve hafifçe yuvarlak çene hattıma tezat bir şekilde kocaman, parlak mavi gözlerim vardı ve yumuşak dudaklarım her zaman hafif bir gülümsemeyle kıvrılmış olurdu. Çekici ve güzelden ziyade şirin ve sempatik göründüğümü düşünürdüm. "Bebeğim," diyerek topuzumdan firar eden bir perçemi kulağımın ardında ittirdi. Böyle anlar için istiflediğim gülümsemelerden birini sergiledim. "Bugün restorana Hugo'nun bakacağını sanıyordum. Ne oldu? Senden yerini almanı mı istedi?" "Ölümüne duygu sömürüsü yapıp tüm işi bana bırakmasını diyorsan... Evet, istedi." "Üzgünüm. Kendi planların olduğunu biliyorum." Tüm gün bilgisayar başında oturup bitirme projem üzerinde çalışmak 'plandan' sayılırsa tabii. Annemin özür dilemesini elimle sallayarak reddederken umursamaz görünmek için tüm enerjimi harcadım. "Önemli değil, gerçekten. Ben hallediyorum." Hugo annemin en yakın arkadaşının oğluydu ve yerel liseye giden, on altı yaşında bir gençti. Ben yokken hem anneme restoranda yardım ediyor, hem de okul harçlığını çıkarıyordu. Alaycı, sorumluluk almaktan kaçan, eğlenmeyi bilen ve bilgisayar oyunlarına bayılan bir gençti. Bir de tam bir Don Juan'dı. Aslında onun yerine restorana baktığım için normalde ondan rüşvet alırdım çünkü kendisi bedavaya hiçbir şey yapmazdı ama vize tatilim bittiği için yarın sabaha uçağım vardı. Benim de gitmeden önce iyilik yapasım tutmuştu. Hugo da ben yokken kaos çıkarmayacağına dair söz vermişti ve ben de arada sırada onu arayıp sözünün lafta kalmadığından emin olacaktım çünkü o çocuk bazen tam bir baş belası olabiliyordu. Kahvelerin her yere saçılmayacağından yüzde yüz emin olduktan sonra tepsiyi bir elimle sabitleyerek kaldırdım. Siparişleri müşterilere teslim ederken kafam her zamankinden daha dumanlıydı. Boş tepsiyi aldığım yere geri bıraktığımda annem içinde bitkilerin yüzdüğü yeşil çayından acele etmeden uzun birkaç yudum aldı. Gözlerini üzerimden ayırmıyordu, genelde bir şey diyecek olduğunda yapardı bunu ama o gün pek sohbet edecek havada değildim. Hem yorgundum hem de hiç olmadığım kadar sessiz bir ruh halindeydim. O yüzden temiz bardakları bulaşık makinesinden çıkarıp raflara düzgün bir şekilde dizmeye başladım. Annem benimle konuştuğunda tuttuğum bardak parmaklarımın arasından hızla kaydı. Son anda bardağı havada kaparak olası bir felaketi önlerken kalbim hızla çarpmaya başlamıştı. Ah, ucuz yırttım. Bu kadar şaşırmama neden olan şey annemin konuşmasından ziyade dedikleriydi. "Ayrılmadan önce babanı ziyaret edecek misin?" Konunun buraya getirileceğini öngörmem gerekirdi. Mutfağa göz attım, dikkatimi dağıtacak bir şey aradım. Soruyu atlatmaya çalışarak "Bilmiyorum." diye cevap verdim. Uzatmamasını ümit ediyordum ama annem hiç de uzatmayacak biri değildi. Kaşlarının arasında hafif bir kırışıklık belirdi, beni inceledi, gözleri endişeyle doluydu. "Onu en son ne zaman gördün?" "Hatırlamıyorum." Sesim git gide alçaldı. "Aylar önce, galiba." "Aylar önce mi? Yani, buraya geldiğinde mi? Ondan beri hiç konuşmadınız mı? Canım, sorunlardan kaçmak hiçbir şeyi çözmez." Sözleri omuzlarımın üzerine ağır bir şekilde çöktü. İçimi burkan bir hisle iç çektim ve bardakları rafa dizmeye bırakarak ona bakmaya zorladım kendimi. Dişlerimi sıkarak karşılık verme isteğini bastırmaya çalıştım. Neden benim için ne kadar zor olduğunu anlayamıyordu ki? Ama tabii ki haklıydı. Sorunu görmezden gelmek onu yok etmezdi. Yine de sorunlarla doğrudan yüzleşmek silahsız bir şekilde savaş alanına adım atmaya benziyordu. Karşımdaki kadının yılların sevgisi ve anlayışıyla yumuşamış yüzüne bakarken dilimin ucuna kadar gelen yanıtı yuttum. Sadece benim için en iyisini istiyordu, bu rahatsız edici gerçeklerle yüzleşmek anlamına geliyor olsa bile. "Çözmez, evet, biliyorum." derken itiraf acı bir tat gibi dilime yayıldı. "Babanla işleri yoluna koyman gerek." "Biliyorum, anne. Ben sadece... Henüz onunla görüşmeye hazır olup olmadığımdan emin değilim. Son görüşmemizden bu yana aylar geçti. Beni hiçbir zaman aramadı. Doğum günümde bile. O yüzden onunla yapmamı istediğin tüm bu görüşmeler bana yakasına yapışıyormuşum gibi hissettiriyor." "Ama Rachel, babanın ne kadar meşgul bir adam olduğunu biliyorsun." "Ne var yani?" İçimdeki küçük kızın tepkisini aynen vererek kollarımı öfkeli bir şekilde kavuşturdum. "Sen de meşgul bir kadınsın. Hamilesin ve bir restoran işletiyorsun. Bu tür şeyler hayatındaki insanlara vakit ayırmamak için bahane değil." Annem sessiz kaldı, gözleri yere bakıyordu. Pişman olduğumu hissederken yüzümü ekşittim. Çok mu sert çıkışmıştım acaba? Bir an sonra gözleri yerden kaldırdı ve her heceyi kasıtlı bir şekilde söyleyerek "Bana seni görmek istediğini söyledi." diye telaşla fısıldadı. Gülerek, "Pardon?" dedim. Sanırım yanlış duydum. "Baban üniversiteye dönmeden önce seninle görüşmek istediğini söyledi. Onunla görüş diye yalan söylemiyorum. Gerçekten yaptı." "Sen... Ciddi misin?" Ciddi görünüyordu ama... "Evet, çok." Bu bir şaka olmalı, diye düşündüm kendi kendime; Hem de komik olmayanlardan. Kalbim hızla çarpıyor, kelimeler zihnimde yankılanıyordu. Yüz hatlarıma yerleşen tereddütü görünce annem içimi huzur ve güvenle dolduran bir tavırla yanıma yaklaştı. Uzanıp elimi tuttu. Parmakları benimkilerle birleştiğinde içimdeki kudretli fırtına bir anlığına yatıştı. Yine de hâlâ şaşkın bir haldeydim. Hislerimi olabildiğince derine gömmeye çalışarak başımı iki yana salladım ve kendi kendime söyledim. "Beni görmek istiyor?" "Evet, canım." "Nedenini söylemedi mi?" Sesim hafif bir fısıltıdan daha fazlası değildi. Bunu kavrayamıyordum. Neden şimdi beni görmek istesin, tüm bu zaman sonra? "Hayır, herhangi bir detay belirtmedi ama önemli olduğuna eminim. Bizim ilişkimiz yıllar önce bitmiş olsa da sen onun kızısın." Sesi yumuşak ve huzur vericiydi. Onun cesaret verici desteği için minnettardım, zayıfça gülümsedim. "Bence seni özledi, Rachel." "Ne zaman buluşmak istiyor?" "Bugün, öğleden sonra. Evinde. Gidecek misin?" "Evet," dedim hissettirdiğimden daha emin bir sesle. Neden bunu yaptığımı bilmesem de "Onunla buluşacağım." diye kabul ettim. Aslında teklifi reddetmek daha makul bir karar olurdu. Ne de olsa 'babam' beni doğum günümde bile aramayan bir adamdı ama her zaman meraklı bir kız olmuştum. Bu ani isteğin nedenini öğrenmek istiyordum. Bir şey olmuş olmalıydı. Sadece bir umut ama belki de annem haklıdır? Belki de gerçekten beni özlemiştir? Züğürt tesellim buruk bir tebessümün dudaklarımı esir almasına neden olurken Alexandre bize yaklaştı, kolunu annemin beline dolayarak bu konuda ona destek olduğunu gösterdikten sonra gözlerini üzerime çevirdi. Kısa bir an sonra metal bir parçayı havaya fırlattı. Anahtarları havada yakalarken üvey babam şakacı bir edayla bana göz kırptı. "Bu saatte toplu taşıma araçları tıklım tıklım olur. Oraya gitmek için benim arabamı kullanabilirsin." "Oraya mı? Sadece beş sokak öteden mi bahsediyorsun? Yürüyerek de gidebilirim, biliyorsun." Annem gözle fark edilecek kadar gergin bir bir biçimde araya girerek "Şey..." dedi. Sözlerine "Baban oradan bir yıl önce taşındı." diye devam ettiğinde yüz ifademde hafif bir şaşkınlık belirdi, kaşlarımı kaldırdım. Taşındığından haberim bile yoktu. "Öyle mi? Bilmiyordum." "İşte, yeni adresi." Küçük bir kağıda hızlıca bir şeyler karalayıp bana uzattı. Kağıdı aldım ve şaşkın bakışlarımı parmaklarımın arasındaki adresin üzerinde gezdirdim. 'Onun hakkında pek konuşmadığımı biliyorum ama nasıl olur da öz babamın başka bir yere taşındığını bilmem?' diye düşünüyordum. Annem, endişe dolu ve dalgın bir ifadeyle, "Bulabilirsin, değil mi?" diye mırıldandı. "Ben oy kullanıyorum, anne. Eminim bu tür şeyleri de kendi başıma halledebilirim." "Tamam ama araba sürerken lütfen dikkatli ol. Yavaş sür ve kurallara uy. Ehliyetini zaten yeni aldın." Bir kere ben kurallara uyardım, hem de her zaman. Üstelik gayet de aklı başında bir evlattım. Hayatım boyunca yasak olan hiçbir şey yapmamış, tehlikelerden uzak durmuştum. Beni böyle tembihlemesine gerek var mıydı cidden? Hepsi hormonlar yüzünden olmalı, diye düşündüm kendi kendime. Annem normalde de duygusal bir insandı ve hamile olduğundan beri daha da duygusal davranmaya başlamıştı. Hayvan belgeseli izleyip, sonra da aslan yemeği olan yavru ceylan için ağladığında ve onu doğal seleksiyon yüzünden teselli etmek zorunda kaldığımda da böyle hissetmiştim. Restorandan ayrılmadan önce babamın favorisi olan portakallı kurabiyelerden yanıma birkaç tane aldım. Hem nezaket göstermek istedim hem de bir jest yapmak ortamı biraz daha hoş bir hale getirir diye düşünüyordum. Alexandre'nin arabasını park ettiği yere bakınca yüksek sesle iç çekmek için bir an durdum; Kaldırımın kenarına park etmişti. Aracı kolayca çıkarılabilecek bir yerde bırakması tek bir anlama gelebilirdi; Annemin benimle babam hakkında konuşacağını biliyordu. Tüm bu durumun planlı olması oldukça can sıkıcı olsa da 'umursamamaya' karar verdim. Sonuçta babamla görüşmek beni öldürmezdi. Kurabiye kutusunu koltuğa koyduktan sonra annemin verdiği kağıtta yazan adrese baktım ve navigasyonu açtığımda, varış noktasına ulaşmamın kırk dakika süreceğini fark ettim. Homurdana homurdana motoru çalıştırdım ve ana cadde yerine ara yolları tercih ederek yoğun trafikten kaçındım, aksi takdirde yolun bir buçuk saat süreceğini biliyordum. Aslında onunla buluşmayı bu kadar kolay bir şekilde kabul ettiğim için kendime kızgındım çünkü onun ilgisine falan ihtiyacım yoktu. Öyle düşünmesini istemiyordum. Benim için baba figürü olan Alexandre'ydi, o değil. Zaten yılda iki ya da üç kere gördüğün bir adamı 'baba' olarak düşünmek oldukça zordu. Daha çok sperm bağışçısı gibi bir şeydi benim için. Elimden geldiğince böyle düşünmemeye çalışsam da -Başımı iki yana sallayarak başka bir arabanın geçmesine izin vermek için kavşakta durdum- aramızdaki bu ruhsal mesafe görmezden gelemeyeceğim kadar çoktu. Yol boyunca dizilmiş kırmızı ışıklar beni tahmin ettiğimden daha fazla oyaladığı için babamın evinin bulunduğu sokağa ulaşmam bir saati geçti. Yan yana dizilmiş, birbirinin aynısı olan, üç katlı, beyaz evlere bakarken dudaklarım hafifçe aralandı. Burası oldukça lüks bir semtti. Nagivasyon 'Varış noktasına ulaştınız!' deyince şaşkınlıkla arabayı diğer evlerden farkı olmayan uzun, siyah camlı rezidansın önüne sürdüm. Bir güvenlik bile vardı! Üniforma giyen adama babamın beni beklediğini söylediğimde kimliğimi istedi ve kendimi ekstra tuhaf hissederek kimliğimi uzattım. Babam burada mı yaşıyordu? Bu lüks rezidansta? Bu kadar çok para kazandığını bilmiyordum ve anlaşılan onun hakkında bilmediğim bir sürü şey vardı. Güvenlik, arabayı kapalı otoparka park etmemi söyledikten sonra otomatik kapıları açmak için küçük, beyaz kulübesinin içine döndü. Bir yandan da arabama şaşkın bir bakış atmadan edemedi. Alexandre'nın arabası eski bir model değildi ama burada oturanlar için külüstür kaldığından emindim. Kapalı otoparktan çıkınca kırmızı halıyla kaplı uzun bir koridordan geçtim. Asansöre bindiğimde düğmelerin fazlalığı bir an başımı döndürdü. Annemin verdiği kağıtta '15.Kat' yazıyordu. Bu yüzden derin bir nefes aldım ve cesaretimi topladıktan sonra üzerinde parlak harflerle '15' yazan düğmeye bastım. Hoparlörlerden yayılan piyano müziği hiçbir işe yaramadığı için kata girdiğimde endişeden başım dönüyor, bir şeylere dokunma ihtiyacıyla kolumu ovuşturuyordum. Babam yirmi sekiz numaralı dairede oturuyordu ve üzerinde büyük, gri rakamlarla '28' yazan koyu kahverengi, ahşap kapı koridorun tam karşısından bana göz kırpıyordu. Sanki dünyanın en zor şeyi buymuş gibi zile bastım. Babam kapıyı açtığında yüzüme sakin bir ifade yerleştirmeye çalışıyordum. Onu görmek bana kendimi her zamanki kadar garip hissettirdi. Annem gibi o da yaşından oldukça genç gösteriyordu. Şakaklarından ağarmaya başlamış saçları ve alnındaki kırışıklıklar haricinde gerçek yaşını ele veren hiçbir şey yoktu. Bunu alkol ve sigara kullanmamasına, bir de düzenli spor yapmasına bağlıyorum. "Rachel?" Kapıyı tamamen açarken mükemmel bir şekilde sıralanmış beyaz dişleriyle gergin bir şekilde gülümsedi. İçeriye hızlıca bir göz attı, ardından tekrar bana döndü. "Vay canına! Buradasın! Seni görmek ne hoş. Nasılsın?" "İyiyim, baba. Düşünüyordum da... Bilirsin... Belki ben üniversite için ülkeden ayrılmadan önce birlikte vakit geçirebiliriz. Bence eğlenceli olurdu." "Tatlım, şimdi hiç iyi bir zamanlama değil." Bu sözleri duyduğumda midemin dibe indiğini ve bir bulantı dalgasının dilime yayıldığını hissettim. Bekle. Beni istemiyor mu? O zaman neden... Kelimelerine devam etmesini bekledim ama etmedi. Bunun yerine gözlerini yerdeki bir noktaya dikti. Bir anda buraya geldiğim için pişman olduğumu hissettim. Belli ki burada beni bekleyen kimse yoktu. Kahretsin! Kısık ve hayal kırıklığına uğramış bir sesle "Gideyim mi?" diye sordum, kalbim göğsümde çarpıyordu. "Hayır... Ben..." Kararsız ve isteksiz görünüyordu. Bir şekilde endişeli. Ama duygularını hızla sakin bir maskenin ardına sakladı, silkindi, kendine geldi ve geri çekilip misafirperver bir tavırla eliyle içeriyi işaret etti. "Özür dilerim. Kabalık ettim, değil mi? Gel, içeri geç lütfen." İçimdeki kaçma dürtüsünü bir kenara iterek eve bir adım atarken dairenin içerisinin de en az dışarısı kadar modern ve lüks olduğunu gördüm. Her bir detay titizlikle düşünülmüş gibiydi. Geniş pencereler, modern mobilyalar, aydınlık ve ferah bir alan... Tüm şehri, hatta Eyfel Kulesi'ni bile sergileyen manzarayı görünce "Vay canına," dedim hayranlığımı kontrol altına almaya çalışarak. Babama bakmak için döndüm. "Böyle bir yerde yaşadığını bilmiyordum. Gerçekten muhteşem." "Evet, biraz değişiklik yapmak istedim." "Biraz mı?" "Tamam, tamam. Birazdan fazla." Güldüm ve babam da bana katıldı. Birlikte güldüğümüz anlar oldukça nadirdi, bu yüzden bu anıyı zihnimin bir köşesine kazıdım. Keşke her zaman böyle olabilseydik. Babam bana bir bakış attıktan sonra geniş salona doğru ilerledi. Peşinden giderken birden onun biraz kötü göründüğünü fark ettim. Zayıflamış mıydı? Gözlerinin altında da halkalar vardı. Yine pek dinlenmiyor olmalıydı. Kendini işine bu kadar çok vermesi sağlığı için iyi değildi ama bunu dile getirmek istemedim çünkü biliyorum ki, beni dinlemeyecekti. O yüzden boş vererek meraklı ve ilgili gözlerle geniş ve ferah bir alana sahip olan oturma odasını süzdüm. Odanın sanat eserleri ile süslü duvarları hafif bir somon rengindeydi ve bu renk parlak, cilalı, ahşap ile uyumlu görünüyordu. Odanın ortasında da zarif bir cam sehpa vardı, masanın üzerindeki vazonun içinde de taze çiçekler... Kahverengi, deri kaplama koltukta oturan kadını görünce olduğum yerde durdum ve beynim çalışmaya başladığında babamın 'Şimdi hiç zamanı değil.' demesi bir anlam kazandı. Ah, hayır! Kız arkadaşıyla mıydı? Daha da önemlisi, bir kız arkadaşı mı vardı? Demek istediğim, olabilirdi tabii. Sonuçta annem hayatına bakmıştı ve babam da sonsuza kadar yalnız kalacak değildi ama cidden, nasıl bundan haberim olmazdı? Kadını oldukça güzeldi. Gerçekten çok güzeldi. Otuzlarının ortalarına gelmiş bir Barbie bebek gibiydi. Sarı saçlar, buz mavisi gözler, beyaz ten ve kusursuz hatlar. "Ah, John. Misafirimiz mi var?" Babam kadına cevap vermeden "Geç, Rachel. Sana bir içecek getireyim." diyerek elimdeki portakallı kurabiyeleri alıp mutfak olduğunu tahmin ettiğim yere doğru yürüdü. Varlığını beş saniye önce öğrendiğim kız arkadaşıyla beni yalnız bıraktığına inanamıyordum! Gergin bir şekilde koltuğa otururken yabancı kadını süzmeye devam ettim. Kibarlık ederek "Merhaba? Ben Rachel." dediğimde Barbie'yi andıran kadın dudağının kenarıyla gülümsedi. Yapmacık, plastik bir gülümseme. Beni süzmek için buz mavisi gözlerini indirdi. Onunla ilgili rahatsız edici bir şeyler vardı. Güzeldi, hem de çok ama gözünü bile kırpmadan konuşan o korkunç politikacılara benziyordu. Rahatlamama imkân vermeyen bakışları öylesine dikkatliydi ki... "Merhaba, ben Agatha. Sen John'un... Pardon, nesi oluyorsun?" "Kızıyım," diye tamamladığımda kadın kaşlarını hafifçe kaldırdı, konu birden ilgisini çekmiş olmalı ki bacak bacak üstüne attı ve koltuğunda geriye yaslandı. Elindeki şarap kadehini dudaklarına götürmeden önce beni ağır ağır süzdü. Giydiği dar kırmızı elbise fiziğini çok güzel gösteriyordu. "John'un bir kızı olduğunu bilmiyordum." "Şey... Biz..." Bir anda utandığımı hissettim. Benden kız arkadaşına bile bahsetmemiş miydi? Hiç mi? "Bu aralar pek sık görüşemiyoruz, ondandır." "Neden?" "Ben yurt dışında okuyorum." "Ah, ne güzel. Ne okuyorsun?" "Yazılım Mühendisliği." Agatha önce şaşırdı, daha sonra yavaşça bir gülümseme belirdi yüzünde. "Demek babanın izinden gidiyorsun." derken bir an itiraz etmek istedim ama bunu yaparsam babamla aramın bozuk olduğunu fark ederdi. Bu yüzden sadece başımı olumlu anlamda sallamakla yetindim. Babam bir anda odaya girdiğinde her zamankinden çok daha gergin görünüyordu. Üstelik içecek falan de getirmemişti. Parmaklarını saçlarının arasından gezdirirken yüzünün rengi attı. Kolumdan tutup beni oturduğum yerden kaldırınca şaşkınlıkla derin bir nefes aldım. "Hadi, Rachel. Benim ilgilenmem gereken bir iş var. Seninle sonra görüşürüz." diye emrettiğinde- çünkü kesinlikle emrediyordu, gözlerim kocaman açıldı. "Hadi ama, John." Agatha yerinden kıpırdamadan babama imalı bir bakış yöneltti. "Kızınla muhabbet ediyorduk. Hazır yeri gelmişken, neden bana bir kızın olduğunu söylemedin? Onu bizden saklıyor muydun yoksa? Ne ayıp. Üstelik senin gibi yazılım mühendisi olmak istiyormuş." "Onu bu işe karıştırma, Agatha!" Babama şaşkınlıkla baktım, öfkesinin yoğunluğu beni ürküttü, ki o normalde oldukça sakin bir insandır. Sanırım bu garip, soğuk kadın onun sevgilisi falan değildi. Hatta aksine, bir şeylerin, en çok da öfkesinin tetikleyicisi gibi görünüyordu. Kelimeleri bulmakta zorlanırken babam kolumu sıkıca tuttu, "Ben..." dediğimde de nihayet bana baktı. "Hadi, Rachel. Buradan hemen gitmen gerek." Babam beni kapıya götürürken omzumun üzerinden Agatha'ya bir kere daha baktım. Benim aksime o hiç de rahatsız olmuş gibi görünmüyordu. Bense hiçbir şey anlamıyordum. Kapının dışına doğru bir adım atarken babam kolumu bıraktı ve yorgun bir tavırla pervaza yaslanarak soludu. Sessizliğimi korudum çünkü ne demem gerektiği hakkında bir fikrim yoktu. Keşke bana karşı daha açık olsaydı. Bu görüşme tam bir felaketti ve daha görüşmemiştik bile! Ve şey... Annem bundan hiç memnun olmayacaktı. "Buraya beni görmek için geldiğini bilmiyorum ama seninle daha sonra görüşebilir miyiz, Rachel? Şu an cidden hiç uygun bir zaman değil." Babam konuşacak bir halde olmadığı için veda bile etmeden yanından ayrıldım. Asansör giriş katına inene kadar içinde bulunduğum şok hâli devam etti. Ben asansörden inerken yirmilerinin sonlarında gösteren, oldukça uzun boylu, sarışın bir adam asansöre bindi. Adama meraklı bir şekilde bakmadan edemedim çünkü hem iri yarıydı hem de çenesinin kenarında uzun, kırmızı bir bıçak izi vardı. Ona baktığımı hissedince gözlerini gözlerime çıkardı, bakışları çok sertti. Kabalık etmemek için başımı çevirirken adımlarımı hızlandırdım, huzursuz atmosferden bir an önce uzaklaşmak istedim. Neyse ki Alexandre'ın arabasını bulmak kısa bir mola sağladı ancak Agatha ve babamın düşünceleri beni eve kadar takip etti. Orada ne olduğundan emin değildim ama o sarışın kadında beni rahatsız eden bir şeyler vardı kesinlikle.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD