Fotokopi odasının sıkıcı duvarları bana nefes alacak bir alan bile bırakmıyordu ve hissettiğim gerginlik bedenimde dolaşan bir elektrik akımından farksızdı. Parmaklarımı saçlarımın arasından geçirirken odasının içinde ileri geri yürümeye başladım. Her adımda içimdeki gerginlik biraz daha artıyor, endişe dolu düşüncelerimle boğuşuyordum. Enzo Brown, diye geçirdim içimden ve bu ismi iyice hafızama kazıyana dek tekrar edip durdum çünkü yaşamım ile ölümüm arasında duran tek şey bu isimdi. Artık neden benim peşimde olduğunu sorgulamayı bırakmıştım. Tek düşündüğüm paçayı kurtarmaktı... Ama kiralık katillerden oluşan bir çetenin liderinden kaçmayı başarmak gerçekten mümkün müydü? Ah, neden bunlar benim başıma geliyordu? Nerede yanlış yapmıştım ki ben? Sanki ölüm fermanım çoktan imzalanmış da yapacağım hiçbir şey bu anlaşmayı bozamazmış gibi hissediyordum.
İleri geri yürümeye devam ederken parmaklarımı alt dudağımın üzerinde gezdirip "Ne yapacağım ben?" diye mırıldandım.
Kapı bir anda açılınca Zack kapının önünden çekilmek zorunda kalarak omzunun üzerinden baktı. Gelen üniversiteden çok liseye gidiyormuş gibi gösteren bir kız öğrenciydi. Bakır rengi saçları olan ufak tefek kız kollarının arasında tuttuğu kağıt tomarını sıkarak şaşkın gözlerle Zack ile bana baktı. Daha sonra da yuvarlak çerçeveli gözlüklerini burnunun üzerinden iterek, utangaç bir tavırla, "Bölüyor muyum? Kopyasını almam gereken birkaç kağıt vardı da." dediğinde Zack "Hayır, sorun değil. Biz de gidiyorduk zaten." diyerek uzanıp dirseğimden tuttu ve bedenimi ondan beklemediğim kadar yumuşak bir şekilde çekiştirerek beni fotokopi odasından çıkardı. Koridora geçtiğimizde kolumu serbest bıraktı. Birlikte koridorda yan yana yürümeye başladık. İkimiz de konuşmuyorduk ve bu da garip bir sessizliğin oluşmasına neden oluyordu.
"Bu adam... Enzo." dedim ismi iyice benimsemeye çalışır gibi. Bir yandan da duvarlardaki dev çizimlerde gözlerimi gezdiriyordum. Bu çizimleri geçen sene sanat bölümünde okuyan öğrenciler yapmıştı. "Sence benim babamın koyduğu bir şifre sistemini açabileceğimi mi düşünüyor? Yani, bundan emin mi yoksa sadece şansını mı deniyor?"
"Fikrimi mi soruyorsun? Bence sadece şansını deniyor. Baban öldüğüne göre tek seçeneği sensin."
Harika, diye düşündüm.
Pes etmeyecekti demek.
Fakültenin çift kanatlı kapısından çıktığımızda başımı çevirip etrafa bakındım ve Zack'in arabasını park alanı yerine kaldırımın kenarına park ettiğini fark ettim. Demek ki uzun süre kalmayı planlamamıştı. Birlikte merdivenlerden inerken aklımı hâlâ az önce konuştuğumuz şeyler kurcalıyordu. Zack'in arabasının yanına vardık. Ne diyeceğimi bilemeyerek Mary Jane ayakkabılarımın ucuyla yerdeki bir çakıl taşıyla oynarken, Zack hiç beklemediğim bir şekilde "Aç mısın? Güzel bir yerde bir şeyler yiyelim mi?" diye sordu...
"Hayır." dedim teklifine cidden şaşırarak.
Henüz öğle yemeği yememiş olmama rağmen, Enzo'dan bahsettiğimiz için galiba, iştahım kaçmıştı birden.
"Neden? Eminim arkadaşların sevgilinle vakit geçirmene alınmazlar. Hadi gel, güvercin."
"Pek keyfim yok." Bu çok salakça gelecek ama ilk defa bana güvercin diye hitap etmesi tepemin atmasına neden olmamıştı. Rüzgarın savurduğu siyah tutamı kulağımın ardına ittirirken hafif bir biçimde gülümsedim. "Hem zaten derse girmem gerekiyor."
"Pekâlâ," dedi arabasının kapısını açarak fakat hemen gitmedi, döndü ve rüzgarın dağıttığı saçlarıyla başa çıkmaya çalışan bana bakarken parmaklarıyla kapının üst tarafını sertçe sıktı. "Beni ara. Sadece bir şey olduğunda değil. Bilirsin, iyi olduğunu bilmem için."
"Şey... Tamam."
"Sonra görüşürüz."
Zack yüzüme bir an baktıktan sonra -Yaptığı tek şey buydu- veda edercesine elini salladı. Nedenini anlamıyor olsam da arabasına binerken gözlerimi ondan ayırmakta zorlandığımı hissettim. Kaldırımın kenarında tek başıma kaldığımda ise bir an hiç hareket etmeden, hatta nefes bile almadan durdum. Kafamın içi karman çorman olmuştu. Bunu itiraf etmekten nefret ediyor olsam da Zack'e güvenmek isteyen bir parçam vardı çünkü tamamen yalnız olma fikri beni çok ürkütüyordu ama mantıklı parçam hâlâ orada bir yerlerdeydi ve bu adamı daha dün tanıdığımın farkındaydı.
Ona güvenebilir miydim?
Bu sorunun yanıtını uzun uzun düşünmeyi her ne kadar çok istiyor olsam da, zamanım yoktu çünkü gerçekten derse yetişmem gerekiyordu. Neyse ki, Ağ Programlama dersimize giren Profesör Joshua aşırı katı biri değildi. Belki de tipi yüzünden böyle düşünüyordum çünkü kocaman, sevimli bir oyuncak ayıya benziyordu. İçeri girdiğimde bana sadece yerime geçmemi belli eden minik bir baş hareketi yaptı. Yerime geçerken biraz daha rahatlamış bir hâlde gözlerimi kapatıp bir nefes aldım. Bugünü sorunsuz bir şekilde bitirebileceğime inanmak istiyordum ama bazen, hatta çoğu zaman, inanmak yetmiyordu.
Dışarıda kendi başıma takılmak almayı göze alamayacağım bir risk olduğu için dersten sonra doğruca eve gittim. Olivia evdeydi ve bilgisayarının başında yarınki dersi için küçük bir ansiklopedi uzunluğunda olan bir makale inceliyordu, Molly ise hâlâ dersteydi. "Ben banyodayım." diye haber verdiğimde Olivia gözlerini ekrandan ayırmadan başını salladı. Tam bir derskolik, diye düşünerek banyoya geçip suyu açtım. Üzerimdeki kıyafetlerden hızlıca kurtularak suyun altına girdim. Çiçek kokulu şampuanı saçlarıma sürerken hâlâ Zack'le olanları düşünüyordum. Saçlarımı kuruturken de... İç çamaşırı seçerken de... En rahat pijamalarımı üzerime geçirirken de...
Yanıma bir kase dolusu şekerleme alarak bilgisayarımın başına geçtim ve ekranın açılmasını beklerken ağzıma bir çikolata parçası attım. Dilime yayılan enfes tadın keyfini sürerken bir yandan da telefonumu çıkarıp annemi aradım.
"Beni bu kadar çabuk mu özledin, tatlım?"
Usulca güldüm. Sadece sesini duymak bile bana kendimi çok daha iyi hissettirmişti. "Aslında bir şey sormak için aramıştım ama seni de özledim." diye yanıt verirken dizüstü bilgisayarımın şifresini girdim. "Ne yapıyorsun, anne?"
"Ah, restorandayım. Doğumdan önce romantik bir yemeğe çıkarmaya karar verdik."
"O zaman kısa tutacağım. Babamın yeni adresini bana mesaj atar mısın?"
"Ne? Neden?"
Evet, neden?
Düşünürken alt dudağımı ısırdım, sonra da aklıma gelen ilk yalanı söyledim. "Ona bir hediye göndermek istiyordum ama kargo için bana tam adresi lazım."
"Babana hediye mi göndereceksin? Ama neden?"
"Geçmiş doğum günü için." dedim babamın tüm ilgisizliğine rağmen kalbim bu düşünceyle kırılırken. "Bana doğum günüm için kolye almış. Ben de aramızı düzeltmeye çalışıyorum, bilirsin."
"Cidden mi? Bu harika bir haber tatlım. Biraz bekle, tamam mı? Adresi hemen atıyorum."
Ona yalan söylediğim için kendimden nefret ediyordum. Bu hissi bastırmak için ağzıma biraz daha çikolata tıkarken telefonumun ekranı yanıp söndü. Mesaj annemdendi, adresi yollamıştı. Bu kadar hızlı bir şekilde adrese ulaştığım için sevinirken bilgisayarıma uzandım. Biraz uğraşarak istediğim şeye ulaştım. "Voila!" dedim hafif bir mutlulukla. Giriş düğmesine bastım ve sitenin güvenlik sitemine ait kayıtlı dökümanlar bilgisayarıma düştü. Babamı ziyaret ettiğim günün kamera kayıtlarını incelemeye başladım. Ben girmeden birkaç saat önce Agatha adındaki o sarışın kadın giriyordu. Babamın gergin ifadesini süzerken bu kadının kim olduğunu bir kere daha merak ettiğimi hissettim. Belki de Zack'e bu kayıtı gösterip kadını araştırmasını isteyebilirdim ama o zaman ona güvenlik sistemine nasıl sızdığımı da açıklamak zorunda kalırdım. Kayıdı hızlandırdım. İşte, o üzgün suratla binadan çıkıyordum ve sonra...
Şaşkın bir şekilde "Ne?" diyerek kararan ekrana dik dik baktım. Videoyu başa sardım ama faydasızdı. Benim binadan çıktığım andan sonrası kocaman bir karanlıktı.
Biri kayıtları mı silmişti?
Belki de polis el koymuştur?
Polisin sistemine sızmak çok daha zordu çünkü öncesinde kayıtların hangi karakolun bilgisayarında olduğunu öğrenmem gerekiyordu. Tabii Fransa'daki tüm karakol kayıtlarını incelemek gibi bir saçmalıkla uğraşmak istemiyordum. Hem görüntüler FBI'da bile olabilirdi, kaldı ki o sisteme sızmak için yeterince güçlü bir bilgisayara sahip değildim. Öfkeli bir şekilde bilgisayarı kapatırken yatak odamın kapısı çalındı. Son derece keyifsizdim. Neredeyse öfkeli bir şekilde "Gir!" dediğimde Olivia kapı aralığından başını uzattı.
"Ne yapıyorsun?"
"Hiçbir şey..." Bilgisayarıma bir bakış attım. Suratım daha da asılırken ilgisiz bir yüz ifadeyle "Ders çalışıyordum." diye yalan söyledim. "Bir şey mi oldu?"
"Hayır. Kapı çaldı, kargoydu. Bu sana gelmiş."
Olivia tamamen içeri girdi. Kollarının arasında duran kırmızı güllerden oluşan dev buketi fark edince şaşkınlıkla soluğumu serbest bıraktım. Daha önce kimse bana gül almamıştı, bu yüzden ilk düşündüğüm şey teslimat adresinde bir yanlışlık olduğuydu. Çiçek demeti ondan alırken Olivia imâlı bir gülümsemeyle bana baktı...
"Sana çiçek göndermesi bence çok hoş bir davranış."
Bunu duyunca kaşlarımı başıma ağrılar saplanacak kadar yukarı kaldırdım. Ne? Bunları Zack göndermemişti... Değil mi? Yoo. Hayır. İmkânı yok. Niye yapsın ki?
Ama Olivia hemen yanımda dururken ve meraklı gözlerle bana bakarken bu düşünceleri sesli bir şekilde dile getirmeme imkân yoktu. Tiz bir sesle "Evet," diyebildim sadece.
"Eee? Notu okumayacak mısın?"
"Evet... Okuyacağım... Bekle..."
Sevgilisinden çiçek aldığı için heyecanlanan bir genç kız gibi davranmak için çaba harcayarak güllerin içinde duran o küçük, beyaz kağıdı çekip aldım. Parmaklarım hafifçe titriyordu ama Olivia bunu pek de fark etmiş gibi görünmüyordu. Tüm odağı çiçeklerde... Yani, çiçeklerimdeydi... Canım gerçekten çok sıkkındı.
Zack bunu asla yapmış olamaz.
Onu tanıyalı çok olmamış olsa da bunu yapmayacağından emin olacak kadar onu anlamıştım bence.
Not sadece iki cümleden ibaretti.
'Umarım gülleri seviyorsundur. Seninle tanışmak için sabırsızlanıyorum, küçük hanım.'
Ve çiçeklerin kimden geldiğine dair bir not...
'Enzo.'
Bugün ikinci defa duyduğum bu isim tüm tüylerimin diken diken olmasını sağlarken yüzümdeki tüm kanın çekildiğini hissedebiliyordum. Evimi biliyordu! Bana çiçek yollamaya bile cüret etmişti! Artık sadece ellerim değil, tüm bedenim titriyordu. Ah, ne yapacaktım ben şimdi? Ayvayı yemiştim resmen! Ya buraya gelmeye cüret ederse? Ya bana zarar verirse? Ya aileme bulaşırsa? Ya...
Olivia, Ne yazıyor? diyerek başını bana doğru uzattığında notu hızla göğsüme bastırdım. Ürkmüş bir ceylan gibi geri çekilerek ondan uzaklaştım.
Bunu asla görmemeliydi.
Hemen söyleyecek mantıklı bir yalan bulmam gerekiyordu... Ama düşünemiyordum ki! Aklım durmuştu resmen. Daha da kötüsü, Olivia ben de bir gariplik olduğunu fark etmiş gibiydi. Yüzüme öyle garip garip bakarken ifademi toparlamak zaten olduğundan çok daha zor oluyordu. Endişelenmiş görünüyordu Ya da korkmuş. Aslında ben de öyleydim. Mantıklı tarafımı dinleyip sakinleşmek için elimden geleni yapsam da Olivia bana kaygı dolu bir ifadeyle bakarak "hey, sorun ne?" diye sordu. Gülümsemeye çalıştıysam da yüzümde en ufak bir mimik oynamadı. Bu kötüydü. Bu gerçekten kötüydü. Hemen bir şeyler söylemezsem Olivia kesinlikle ben de bir terslik olduğunu fark edecekti.
Utanmış gibi rol yaparak "Bu... Bu özel..." dedim. Not sanki çok özelmiş gibi rol yapmak utanç verici olsa da başka çarem yoktu şu an.
Olivia kaşlarını kaldırdı, sonra da başını geri çekip hınzır bir ifadeyle gülümsedi. Bana olan bakışları yanaklarımın kızarmasına neden olan bir imayla dolup taşıyordu. Kahretsin. Kim bilir Zack'in bana ne yazdığını hayal ediyordu.
"Şey... Anlarsın ya... Ben..."
"Ah, merak etme." Ellerini aynı anda kaldırdı. O hınzır gülümseme hiçbir yere gitmemiş, hâlâ yüzünün tam ortasında duruyordu. "Anlıyorum. Kesinlikle anlıyorum."
Utançtan ölünebilseydi eğer tam o an, oracıkta ölürdüm.
"Ben seni yalnız bırakayım o halde." dedi Olivia, yüzümde büyük bir rahatlama belirmesini izleyerek. Başını iki yana salladı ve kendi kendine bir şeyler mırıldanarak odamdan çıkıp gitti. Yeniden yalnız kalınca yere yığılmamak için masanın kenarına tutundum. Gül demeti elimden kayıp zemine düşerken korku hissi katlanarak yüzüme çarptı. Notu kaldırıp bir kere daha okudum. Sonra bir kere daha ve bir kere daha... Sanki yazılar mucizevi bir şekilde değişecekti. Okuduğum her kelime, her harf benim için bir tehditten farksızdı. Açık olmak gerekirse, acayip tırsıyordum. Hatta doğru düzgün düşünemeyecek kadar çok tırsıyordum. Bu yüzden masanın üzerinde duran telefona uzandım. Parmaklarım otomatik olarak anneme ait olan telefon numarasını tuşlarken dünya üzerinde şu an konuşmak isteyeceğim tek kişinin o olduğunu düşünüyordum. Sonra kendime geldim. Hayır. Ona bunu anlatamazdım ki. Hem onu tehlikeye atmış olurdum hem de endişeden kafayı yiyip karnı burnunda olmasını umursamadan ilk uçakta buraya gelirdi. Omuzlarım hayal kırıklığıyla düşerken suratımı asarak aramayı kapattım. Gözlerim ekranın üst tarafındaki isme takılana dek ne yapacağım hakkında en ufak bir fikrim yoktu; Zack.
Zack'i ve tüm o tavırlarını düşünürken artık ona güvenip güvenmeyeceğime karar vermem gerektiğinin farkındaydım. İtiraf etmem gerekir ki ona güvenmeyi çok isteyen bir yanım vardı ve o yanım şu an hiç olmadığı kadar güçlü bir hâldeydi. O parçayı dinlemeye karar verdim çünkü diğer seçenek hiçbir şey yapmadan öylece beklemekti, ki bu da kulağa çok aptalca bir şeymiş gibi geliyordu. Neyi bekleyecektim? Ölümü mü? Boş versene, diye içimden geçirerek bu defa onu aradım. Sonucu ne olursa olsun şansımı sonuna kadar denemek istiyordum. Başka bir çarem yoktu ve bu gidişle de asla olmayacaktı.
Büyük bir sabırsızlıkla Zack'in aramamı açmasını beklerken bedenimde gezinen gerginliği atmak için odanın içinde ileri geri yürümeye başladım. Arama öyle uzun sürdü ki bir an hiç açmayacak sandım. Korku fiziksel bir şeymiş gibi bedenimi sardı. Eğer açmazsa... Ama sonra açtı. Aniden olduğum yerde durdum ve rahatlayarak tuttuğum nefesimi serbest bıraktım. Dudaklarımı araladığımda sesim öyle kısık çıktı ki ben bile zar zor duydum.
"Zack... Neredesin? Konuşabilir miyiz?"
Kendimi her an hıçkırıklara boğulacak gibi hissettiğim için yüzümü buruşturdum.
"Zack burada değil."
Ses yabancıydı, bir... Bir kadına aitti.
Şaşırdığımı hissettim.
Bu da kimdi?
"Şey... Pekâlâ... Nerede olduğunu biliyor musunuz? Ben... Bu acil bir durum. İşiyle ilgili. O yüzden onu aramak zorunda kaldım."
Kadın, Zack'in sevgilisi falansa eğer onu arayan yabancı bir kadın hakkında yanlış şeyler düşünmesini istemiyordum. Bu yüzden işle ilgili bir durum olduğunu özellikle belirtmiştim. Gerçi Zack'i herhangi bir kadınla hayal etmekte zorlanıyordum. Pek romantik bir tipe benzemediğini düşünmüştüm.
"Anlıyorum. Bak ne diyeceğim, Zack şu an çok meşgul. Sana konum atayım, sen de buraya gel olur mu? Ne söyleyeceksen yüz yüze söylersin."
"Ah... Tamam. Olur. Sağ ol."
"Görüşürüz, Rachel."
"Bekle, sen adımı..." Nereden biliyorsun, diye soracaktım ki kadın aramayı bir anda kapatarak dudaklarımdan çıkmak üzere olan kelimeleri yutmama neden oldu. Ekrana şaşkın gözlerle baktım. Eğer bu kadar korkuyor olmasaydım bu kadının kim olduğunu daha fazla merak edebilirdim. Hem Zack ona benden mi bahsetmişti? Neden?
Çok geçmeden ekranıma bir konum bildirisi düşünce tüm düşüncelerimi bilinçaltıma iterek gelen konuma baktım. Neyse ki Zack'i bulmak için şehir dışına çıkmak zorunda kalmayacaktım. O kadar uzakta bile değildi, olduğu yere varmam yarım saatimi almazdı. Bu farkındalıkla yüz hatlarımı saran korku biraz olsun yumuşadı ve dudaklarımın üzerini minik bir tebessüm kapladı. Sonra kendi kendime acele etmem gerektiğini hatırlattım. Olivia'ya dışarı çıkıp biraz hava alacağımı söylediğimde bana attığı o imalı ifadeyi yok saymak her zamankinden daha zordu. Yine de arkadaşlarım her zaman beni desteklerdi. "Al, benim arabamı kullan. Bu saatte toplu taşımalar cehennem kadar dolu olurlar." diyerek bana arabasının anahtarını fırlattığında küçük bir ciyaklama eşliğinde anahtarları düşmeden önce havada kapmayı başarabildim. Ne kadar minnettar olduğumu anlatmaya kelimeler yetmezdi. Araba demek daha hızlı yolculuk etmek demekti. Olivia'ya milyon kere teşekkür ederek evden ayrıldım ve hissettiğim heyecan yüzünden merdivenleri ikişer ikişer indim. Haritaları açıp sesli komutu açtım. Kadının bana attığı konuma varmam fazla uzun sürmedi. Geldiğim yer üç katlı, beyaz, pek de albenisi olmayan bir apartmandı. Kararsız gözlerle önümde dikilen apartmanı süzüp 'Zack böyle bir yerde ne arıyor olabilir ki?' diye düşündüm ama sanırım bunu öğrenmek istiyorsam önce oraya girmem gerekecekti.
"Bunu yapabilirsin." dedim kendi kendime.
Ön kapı, geniş ve uzunca bir koridora açılıyordu. Zack'i nerede arayacağım hakkında bir fikrim olmamasına rağmen koridorda ilerlerken bir anda garip bir endişeyle dolup taştım. Issız yerlerden tam olarak ne zaman korkmaya başladığımı bilmiyor olsam da genç bir kadının koridorun karşı tarafından bana doğru geldiğini görünce biraz olsun rahatladığımı fark ettim. Uzun boylu sarışın kadının üzerinde vücut hatlarını muhteşem gösteren bol bir sporcu takımı vardı. Yanımdan hızla ama süzülüyormuş gibi bir zarafetle geçerken "Ah, geldin demek. Zack içeride. Antrenman yapıyor. Seninle tanışmak isterdim Rachel ama durdurmam gereken bir terörist var. Belki daha sonra." dedi. Sesi soğuk ya da emrivaki değildi. Aksine neşeli ve son derece içtendi. Dönüp bir şeyler demek için ağzımı açtıysam da kadın çoktan ön kapıdan çıkıp gitmişti bile...
Ah, keşke biraz dursaydı da aklımı kurcalayan tüm soruları sorabilseydim. Oysa şimdi arkasından bir aptal gibi bakmaktan başka bir şey yapmıyordum. Sanki beni görecekmiş gibi başımı salladıktan sonra ilerlemeye devam ettim ve bir süre sonra da koridorun sonunda duran o çift kanatlı, büyük kapıya ulaştım. Ne beklemem gerektiğine dair bir fikrim olmasa da içeri girdiğimde tüm o düşünceler susuverdi. İşte, Zack tam oradaydı ama bu defa farklı giyinmişti. Beyaz ceket, beyaz pantolon ve siyah kuşağı süzerken nefesimi tuttum çünkü bu kıyafetler... Zack karate mi yapıyordu? Hem siyah kuşak seviyesinde? Karate hakkında pek bir fikrim olmasa da bu en son seviye değil miydi?
Çok geçmeden de cevabımı aldım.
Otuzlu yaşların ortalarında görünen ve tıpkı Zack gibi karate kıyafetleri giymiş olan adam takip etmekte zorlanacağım kadar çevik bir hareketle Zack'e doğru atılınca ne yapacağımı bırakın, ne düşüneceğimi bile bilemedim. Heyecandan nefesimi tutmuş bir halde birkaç adım geri çekildim. Zack adamın kollarını son anda yakaladı. Darbe öyle kuvvetliydi ki bir an çıplak ayakları minderin üzerinde kaydı ama dengesini geri sağlaması olacağını düşündüğüm kadar uzun sürmedi. Dudaklarının arasından duyamadığım bir şeyler söyleyerek dirseğini adamın omzuna geçirdi. Bu da onun sendelemesine neden oldu. Adamı çevirdiğinde ve omzunu kullanarak en az seksen kilo olan herifi kaldırıp sırtını yere çarpmasına neden olduğunda hissettiğim şaşkınlık yüzünden ağzım bir karış açık kalmıştı. Vay canına. Bu... Bu harbiden hızlıydı. Adam dirseklerinin üzerinde doğrulduğunda ya da doğrulmaya çalıştığında Zack ayağını onun göğsüne bastırdı. Sırtı bir kere daha minderle buluşurken adamın dudaklarının arasından hafif bir gülüş yükseldi. Zack ise öyle hızlı bir şekilde nefes alıyordu ki beyaz kıyafetinin altındaki göğsü fark edilir bir biçimde inip kalkıyordu. Yüz ifadesi okunmazdı ama başını yana eğerken dudaklarında ve kehribar rengi, derin bakışlarının altında hafif bir küstahlık kol geziyordu. Dövüşmeyi bildiğini bana daha önce de söylemişti ama bu... Kahretsin. Bu, yeni bir şeydi. Onu düşman olarak karşıma almamam gerektiğini kendime sürekli hatırlatmam gerekecekti.
Zack, henüz kim olduğunu bilmediğim adamın göğsüne ayağını biraz daha bastırarak sakin bir sesle "Paslanmışsın. Ne zamandır ara verdin?" diye sordu.
"Senin dengin değilim, değil mi?"
"Bildiğim her şeyi öğretenin sen olduğunu düşününce ben pek öyle demezdim."
"Boynuz kulağı geçer derler."
Bir anlık bir sessizliğin ardından "Çırak ustayı geçemez de derler. Gerçekten ne düşünüyorsun?" diye sordu Zack.
"Antrenman hakkında mı? Senin kadar hırslı biri için hiç fena değil diye düşünüyorum."
"Ne demek bu?"
"Hile yapıyorsun demek. Serbest dövüş yapmak istiyorsan bunun yeri burası değil, Zack. Biz kareye yapıyoruz."
Zack, cevap olarak alaycı bir ifadeyle ayağını adamın göğsünden çekti. Başını çevirdiğinde ve tamamen tesadüf eseri tam orada duran beni fark ettiğinde huzursuzca yerimde kıpırdandım ve arkama bile bakmadan kaçıp gitme arzusuyla dolup taştım. Bunu yapmamı tek engelleyen şey tüm kaslarımın hareket etmeme engel olacak kadar çok gerilmiş olmasıydı. Zack yoğun bakışlarını üzerimden ayırmadan beni baştan aşağı süzünce derin bir nefes alarak ona doğru yürümeye başladım. O da minderin benden tarafa olan kısmına doğru yürümeye başladı. Aramızdaki mesafe kapandıkça hissettiğim gerginlik daha da artıyor gibiydi. Yine de ondan kaçma isteğimi bastırabiliyordum. Bir şekilde yani. Saçmaladım ve söyleyebileceğim en aptalca şeyi söyledim.
"Gösteriş meraklısı gibi görünüyorsun."
"Benim hakkımda hiç iyi bir şey düşünüyor musun sen?" Gülümsedi. İçten ya da tatlı değildi ama kesinlikle cazibeli bir gülümsemeydi. Gözlerimi devirdim. O da dilini alt dudağının üzerinde gezdirdi. "Bugün her zamankinden daha neşelisin. Hoşuma gitti. Ee, bu hoş sürprizi neye borçluyum? Toplantı falan mı yapacaktık?"
Sohbet açmak için "Nasılsın?" diye sordum.
Zack, "Gerçekten öğrenmek istiyor musun?" diye sorarak başını bana doğru eğdi.
Tam bir sevimlilik abidesi.
"Hayır... Pek değil... O kadar da umurumda değilsin..." Mırıldanarak konuşuyordum. Zack tam bir manyak olduğu için bu cevabımdan hoşlanarak biraz daha gülümsedi. Saçıma dokunmak için uzandı ama bana dokunmasını istemediğim için hemen geri çekildim ve çekinerek sordum. "Bir dakika konuşabilir miyiz?"
"Elbette. Sorun ne?"
Kendimi bunu mutlaka yapmam gerektiğine ikna ederek parmaklarımı cebimde duran not kağıdının üzerinde yavaşça gezdirdim. Zack bir sorun olduğunu fark ederek bana biraz daha yaklaştı. Kaşlarını çatmıştı. O... Nasıl derler... Biraz fazla korumacı görünüyordu. Mantığıma mı yoksa çok daha derinlerde gizlenen bir parçama mı ait olduğuna karar veremediğim bir his içimde yükselirken bakışlarımı yere indirdim ve birazcık cesaret bulmak için kendi kendime fısıldadım.
Söyle gitsin, Rachel.