1. BÖLÜM *TANITIM
* * * * * TANITIM * * * * *
Geçmişin karabasanlarından kaçan iki yaralı ve onların kurtuluş hikayesi.
Gerçek bir serüvenin, kurgu ile harmanlanmış hali.
Nehir hepimizin içinde yatan gerçeklik.
Kübra, herkesin sahip olmak isteyeceği dost.
Umut, bağrınıza basmak isteyeceğiniz bir çocuk.
Mehmet'in sizi kardeşi gibi sahiplenmesine, Barış'ın sizi güldürmesine hazır mısınız?
Komedi ve dram hiç bu kadar birbiri ile harmanlanmamıştı.
Gelin bu serüveni beraber yaşayalım.
* * * * * GİRİŞ * * * * *
Etrafımızda o kadar çok insan var ki! Her birinin farklı bir hikâyesi, bambaşka hayalleri, eşsiz kişilikleri...
O kadar kalabalığız ki! Kolumuzu sallasak insana değmemiş nokta kalmaz dirseğimize kadar.
O kadar insanız ki! Kendimizi düşünmekten, kendi menfaatlerimiz doğrultusunda insanları kullanmaktan; onları basamak yerine koymaktan çekinmiyoruz.
Burası dünya yahu! Burada insan, insan eti yer, kardeş kalleşlik yapar, dost düşmanınızla işbirliği yapıp sizi alaşağı eder; ruhunuz bile duymaz.
Ve ben! İnsanlıktan tiksinen ama dibine kadar da insan olan acayip bir mahlûkatım. Evet, kabul ediyorum. Kıskanırım, başım sıkıştığında yalan söylerim, çok da dedikodu yaparım. Ve buradan da cinsiyetimin kız olduğu anlaşılıyor. Diyeceksiniz ki erkekler dedikodu yapmaz mı? Yapmaz olur mu? Yapar elbette ama yukarda kullandığım derecelendirme sıfatı ayırt ediciydi cinsiyetim konusunda. Erkekler dedikodu yapar; kızlar çok dedikodu yapar. Nasıl da ispatladım ama!
Çok kıskancımdır. Hele de okulun gözdelerini, her bir derste sanki zorunlulukmuş gibi başarılı olanları - bir ders nelerine yetmiyor? - öğretmenlerle diyalog kurabilenleri - ben gözlerine bakınca taşa dönüşeceğimi düşünmekteyim ve tezimi sonuna kadar da savunacağım- herkes tarafından sevilenleri çok pis kıskanırım.
Haddinden fazla dedikodu yaparım, lafımı esirgemem. O gün okulda ne olup bittiyse, en ince ayrıntısına kadar tüm gözlemlerimi gelip Pörtümüş Bey'e anlatırım. '' Ay bak bugün herkes çok gergindi! Okulun en gözde çifti Buğra ve Elif ayrılmış! '' ya da '' Bizim medarı iftiharımız olan Alican ilk defa seksenin altında bir not almış. Ama notunu kimseye söylemiyor ketum şey. '' gibisinden.
Pörtümüş Bey, annemin bana altı yaşındayken aldığı pembeli beyazlı bir ayıcıktır. Pembe bir ayıcığa erkek cinsiyeti verdiğimin farkındayım ama babamdan sonra hayatımda olan ilk ve tek erkek o. Erkek sinekleri saymıyorsak tabi, saymıyoruz değil mi? Bir de dış görünüşün cinsiyet kavramını yüzeysel olarak pek karşılamadığını düşünmekteyim. Nasıl mı? İki örnek vereceğim.
Küçükken babamı ameliyat ettirmek için başka bir şehre gitmiştik. Babam ameliyattan çıkınca sıvı şeyler tüketmesini söyleyen doktorla; benim 'biricik' halam, beni -küçük olan beni- koskoca şehirde meyve suyu aldırmaya göndermişti annemden habersiz.
Kaybolan ben - daha önce de dediğim gibi diyalog kuramayan ben - yardım istemeye karar verdim. Özellikle anneme benzeyen bir kadından yardım istemeliyim düşüncesi vardı aklımda ve bende siyah uzun saçlı, uzun boylu birini aramaya başladım. Buldum mu? Buldum bulmasına da bulduğum kişinin sakalları da vardı.
İkinci örnek; ben! Küçükken teyzeler beni severken şu cümleyi çok kullanırlardı. 'Büyünce kızımı sana vereceğim.' Küçükken babamla yarışacak derecede kıllıymışım ki bende o günleri hatırlarım. Hatta benim çatlak kuzenim Barış - benden dört yaş büyük - benimle dalga geçerdi. Maymunlardan geldiğimizin ispatısın diye. Severim keratayı, neyse.
Beyaz tenli olduğumdan terlediğimde bıyıklarım daha da koyulaşırdı. Bana Recep İvedik'in kız kardeşi derlerdi mahalle çocuklarıyla futbol oynarken. Neyse, kişiliğimin tuhaf olmasının nedeni olan geçmişimden bu kadar bahsetmek yeter.
Ama şunu da belirteyim. Beni bu hale toplum getirdi. Etrafımdaki insanlar, akrabalarım, okul çevrem. Toplumsal normlar sınırlayıcı olmaktan çok soyutlayıcıydılar bana karşı. Küçüklüğümde sokağa aşık olan ben zamanla eve kapandım. Dışarı çıkmaktansa; hem ruh dünyamın hem de odamın penceresinden insanları izlemeyi tercih ettim.
İlkokul yılları faciaydı. Sırf arkadaş çevrem olsun diye harçlığımı sınıf arkadaşlarıma harcadığımı bilirim. İşin kötü yanı bu değil tabi, asıl kötü yanı beni dövmeleriydi. Sanki beni dövmekten zevk alıyorlardı. Her teneffüs nasıl oluyorsa bir şekilde suçlu bulunup sırtımı kum torbası niyetine yumrukluyor, saçlarımı pamuk helvayı hunharca avuçluyormuş gibi yoluyorlardı.
Eve gidince dayak yedim diye bir de annemden dayak yiyordum. Neymiş: sen ağlayacağına bırak onlar ağlasın; efendime söyleyeyim; beni başkalarının kapısına gitmeye mecbur bırakma onlar gelsin benim kapıma gibisinden birçok şey söylerdi. Bu yüzden tekvando, karate gibi dövüş kurslarına sırf adam dövebileyim diye babam göndermişti beni.
İşin aslı şu ki güçsüz bir kız da değildim. Hem acıya dayanıklıydım hem de baya bir güçlüydüm. Sorun, benim insanlara kıyamıyor oluşumdu. Sürekli bir empati modundaydım. Kötü bir şey dersem kalbi kırılır, saçını çekersem başı ağrır, boğazına vurursam nefes alamaz falan filan. Bu huyum hiç değişmedi işte. Yedimde neysem hala o'yum.
Gelgelelim lise yıllarına. Lise de farklı sayılmazdı aslında ilkokulla kıyasla. Tek fark tamamen içime kapanmış oluşumdu. Matematik denilen baş belam çoğalıp karşıma; fizik, kimya, geometri ve biyoloji olarak dört cephe halinde çıkıp turan taktiğiyle beni dümdüz etmişti. Tarihle aramın pek de iyi olmadığı da anlaşılmıştır böylelikle.
Arkadaş yok, diyalog yok, dersler kötü, derslerde sıkıntıdan aldığım notlar bir bakıma tehditle elimden alınıyor, hocalar ilgisizliğim ve sessizliğimden şikâyetçi, sırf eğlence olsun diye fiziksel özelliklerime dalga geçilmesi, karşı cinsten birine baksam dedikodu ve aşağılanma, daha kötü ne olabilirdi ki diye kendi içimde boğulurken çok güzel bir şey oldu.
Beden eğitimi dersimin olduğu bir kış günü sınıftan hiç kimse eşofmanlarını getirmediği için beden eğitimi hocamız olan Haluk hoca, ben hariç diğerlerine ceza vermişti. Açıkçası bu duruma çok fazla sevinmiştim. Bu beni kötü biri yapmazdı, değil mi? Spor salonunda kalmamı söyleyen Haluk hoca, diğer öğrencileri sınıfa götürüp başlarında duracak bir öğretmen bulmak için gitmişti. Bende vakit geçsin diye bir süre ısınıp ardından elime bir voleybol topu almıştım.
Duvara smaç atıp manşetle karşılıyordum. Öyle ne kadar çalıştım bilmiyorum ama durduğumda kollarımın iç yüzü kızarmıştı ve tişörtüm de terden sırılsıklam olmuştu. Dinlenmek için yere çökerken birden Haluk hocanın sesini duymamla korkudan dengemi kaybedip düşmüştüm.
'' Yarın voleybol antrenmanına geliyorsun. Bundan sonraki tüm antrenmanlara geliyorsun! Senin gibi isabetli smaç atan ve düzgün manşet kullanan biri voleybol takımında olmalı! '' dediğinde bir süre donup kalmıştım.
Bu cümle karşısında hem korkmuş hem telaşlanmış hem de sevinmiştim. Haluk hocaya sesli bir cevap vermemiştim ve zaten o da cevabımı beklemeyip antrenman yapmama yardım etmişti. Koca iki saat boyunca o servis atmış bende tek başıma karşılayıp üç pas ve smaçla karşılık vermiştim. Teke tek maç yapmıştık bir bakıma.
Okul hayatımda en güzel olaylardan biri gerçekleşmişti o gün. Ertesi gün antrenmana gittiğimde hayatımın en güzel ikinci şeyi oldu. Kübra ile tanıştım. Kübra Tuğçe Çevik! Hem içi hem de dışı güzel olan biriydi. Muhabbetimiz nasıl başladı, nasıl dost olduk, nasıl kaynaştık hatırlamıyorum ama asıl soru beni konuşturmayı nasıl başarmıştı? Şeytan tüyü vardı belki de.
On yedi yılda yaşayamadığımı Kübra bana bir yıl içinde yaşatmaya çalışmıştı.
Kübra voleybolun hakkını veren uzun boylu, uzun koyu kahverengi saçlı inanılmaz bir kızdı. Sıcakkanlı, esprili, anlayışlı ve sempatikti. Benimle dost olup hayatımın nadide güzelliklerini yaşatmıştı bana. İlk defa yabancı biri, yani aileden olmayan biri bana doğum günü hediyesi almıştı. İlk defa onun sayesinde sinemaya gitmiştim. (Açlık Oyunları)
En önemlisi ise bana kitap okuma alışkanlığı kazandırmıştı. Kitap okumaya kendimi kaptırdıktan sonra farklı bir boyutun kapısını açmıştı bana. Hikâye yazmak! İlk hikâye örneğim hayran kaldığım Vampir Akademisi serisine devam niteliğinde bir şey karalamak olmuştu.
Sonra bana müzik tutkumu geliştirebilmem için bir fırsat sundu. Beni ablasının arkadaşı ve aynı zamanda bir dj olan Fuat abiyle tanıştırdı. Bana nasıl Dj olduğunu anlatıp, gerekli olan bazı şartları ve bunları yerine getirirsem bana nasıl mix yapılacağını, kısaca nasıl Dj olunacağını öğreteceğini söyledi.
Gerekli olan donanımlar - bilgisayar, ses kartı, bazı programlar gibi - öğrenilmesi gereken temel bilgileri öğrenebilmek için bir aylık bir kurs ve en önemlisi de sabırdı şartlardan bir kaçı. Bunları halletmem biraz zaman aldı. Donanımlar için koca bir yaz tatilini çalışarak geçirmiştim ve kazandığım paradan artanlarla kursa gitmiştim.
Her şey hazırdı, ben hazırdım ve üstüne üstlük çok hevesliydim. Fuat abinin geçirdiği bir kaza sonucu öldüğünü okul başladığında öğrendim. Fuat abinin ölümünün bende yarattığı üzüntü ve hayal kırıklığı; bir de Kübra'nın babasının tayininin başka bir şehre çıkması azıcık normalleşmiş olan beni tekrar karman çorman etmişti.
Kübra lisenin son yılı başka bir şehre giderken dostluğumuzun hiç kopmayacağına söz vermişti. Kopmadı Allah'a şükür. Ama eskisi gibi, yanımda olduğu gibi olmadı hiçbir şey. Üniversite sınavıyla yüz yüze gelmek, yine yalnızlaşmak beni darmadağın etti. Hayattan soyutlanırken akıl sağlığımı koruyan birkaç şeyden biri olan müziğe verdim kendimi.
Kendimi geliştirmeye, kendi kendime öğrenmeye başladım. Müzikleri mixleyip daha da önemlisi notalarla haşır neşir olmaya başladım. Bir şeyler karalamaya, kendimi ifade edebilmeye başladım.
Ve o gün! Arka Sıradakiler dizisini tekrar izlerken Pelin Akil'in canlandırdığı Zehra karakterinin bir bölümüne denk geldim. Konservatuvar seçmelerine katıldığı bölüm. Kafama düşen jeton beni az da olsa kendime getirirken büyük bir hevesle araştırma yapmaya başladım. Konservatuvar bölümleri, kişide bulunması gereken şartlar, giriş koşulları...
Yaptığım araştırmalara göre YGS'den en az bir bölümden 150 ve üzeri puan almam gerekiyordu. Ah, tabi birde müzik dinlemekle bir yere kabul edilmem mümkün değildi. YGS'ye iki ay kalmışken kendimi hem müzik alanında geliştirmem hem de YGS'ye hazırlanmam gerekiyordu.
Güzel, peki bunu nasıl becerecektim? Şu da var: sesimi hiç kimse duymamıştı. Hayatım boyunca da etrafımda birileri varken hiç şarkı söylemedim. Evi temizlerken, odamda otururken ya da korktuğum zamanlar dışında.
Dikte, Solfej vesaire denilen seçme sınavlarından geçmeyi nasıl becerecektim peki? Müzik aleti çalmayı biliyor sayılırdım bir bakıma. Flüt ve piyano hevesim vardı ve annem sağ olsun bana, hevesimi karşılamak için org ve yalvarmalarım üzerine yan flüt almıştı.
YGS sınavını bir şekilde hallederdim o sorun değildi ama konservatuvar seçmelerine nasıl hazırlanacaktım? Tüm umutlarımın solup gittiğini hissederken hevesim de kaybolmuştu.
Ve yine yüzümü güldüren bir adet Kübra yardımıma koşmuştu. Babasının çok yakın arkadaşı olan Erdem Serhan Şide'den bahsetti bana. Bana özel ders vermesi için babası ikna etmiş Erdem Bey'i.
Okuldan izin alıp YGS kitaplarımla birlikte atlayıp gittim İstanbul'a. İki ay boyunca vakit buldukça sürekli çalıştık Erdem Hocayla. Benim gibi içine kapanık olan birini bile bu kadar kısa sürede öyle bir eğitti ki! Eğitimin sonunda, yani iki ay sonra konservatuvarda yapılacak olan çoğu sınava hazırlıklı hale gelmiştim.
Erdem Hocaya yaptıkları için öyle çok minnettardım ki! Bana kendi eğitim verdiği yetmiyormuş gibi bir arkadaşı Ceyda Hanımdan da piyano dersleri vermesini rica etti. Hala aynı bendim. Tek farkla! Umudun ve hevesin verdiği azimle çalışıyor ve hayata tutunuyordum.
İki ay içinde günde dört saat uykuyla canla başla çalışıp YGS sınavına girdim. Beklediğimin aksine sınav kolay geçmişti. Sınavdan sonra da Erdem hoca bana ders vermeye devam edeceğini, istersem Çağdaş Şan Atölyesi'nde verdiği derslere ücretsiz katılabileceğimi söyledi.
Seve seve kabul ettim. Arkadaşı olan Ceyda Hocam da bu süre zarfında bana eğitim vermeye devam etti. Sürekli çalışıyor, öğrendiklerimi harmanlıyordum. Bu süre zarfında Kübra ve ailesi, ailelerinden biriymişim gibi beni evlerinde misafir ettiler.
İstanbul'da kaldığım dört ayın sonunda bazı ailevi sebeplerden eve geri geldim ve kendi başıma çalışmaya devam ettim. O gün gelip çattığında tekrar İstanbul'a gittim ailemle birlikte. Başvurduğum üniversitenin kampüsüne adımımı atar atmaz kısa süreli bir baygınlık geçirmiştim. Seçmelerin verdiği heyecandan bayılmanın sınırında gezinirken bana destek olan annem, babam ve Kübra sayesinde kendimi toparlayıp seçmelerin olduğu binaya girebilme cesareti toplamıştım.
Sıranın bana gelmesini beklerken ailemin ve Kübra'nın yüzüne bakamıyor; YGS'den ve LYS'den aldığım puanla konservatuvar dışında herhangi bir bölüme ya da üniversiteye başvurmadığım için; eğer başarısız olursam yaşayacağım utançtan iyice geriliyordum.
Sonunda sıra bana geldiğinde yakamdaki numarayı düzelttim ve bildiğim tüm duaların ardından nefesimi tutup seçmelerin yapıldığı salona girdim. Salon geniş ve ferahtı. Boydan boya cam kaplı olan bir duvar ve o duvarın hemen önündeki koltuklarda oturan dört adet jüri vardı. Hemen sağımda siyah kocaman piyano ve piyanist, solumda ise çeşit çeşit müzik aletleri sıralanmıştı.
Keman, org, ney, saksafon, gitar, saz, bağlama, çello ve daha bir sürü alet titizlikle sıralanmıştı. O günü ve detaylarını hiç unutmayacaktım. Sorulan soruları, yaşadığımı stresi ve heyecanı...
Adımın söylenişini...
'' Nehir Mira BÜYÜKYILDIZ! ''