Güneş yeniden doğarken Avşar ağası Macit ağa gözleri kan çanağı olmuş bir vaziyette pencerenin önünde, ellerini arkada birleştirmiş sabırla tesbihini çekmekteydi. Güneş doğuyordu, ama onun için dün gece belki de bir daha doğmamak üzere batmıştı. Öyle bir karar almıştı ki, hayır mıydı, şer mi, bilmiyordu. Bildiği tek bir şey vardı, evvela Davut ağanın sesini soluğunu ya kesip ya yükseltecek, çarşı pazarı karıştırıp, bütün gözleri üzerlerine dikecekti.
Odanın diğer köşesinde namazını bitirmiş, ellerini semaya açıp dua etmekte olan karısına baktı. İdal ne diyecekti bu kararına? Küsecek, darılacak mıydı? Sitem edip üzülür müydü?
O duasını bitirmiş ellerini yüzüne sürdükten sonra seccadesini toplamaya başlamışken, Macit ağa da pencerenin önünden ayrılmış, hanımına doğru ilerleyip eliyle oturmasını işaret etmişti.
"Gel hatun, gel hele. Diyeceklerim vardır."
İdal hanım eliyle oturduğu yerin yan tarafına dokunan ağasına baktı. Bir derdi, bir sıkıntısı vardı, biliyordu. Sabaha kadar dönüp durmuş, uyumamış, kendisi de onun bilmediği derdine ortak olup bir türlü uyuyamamıştı.
Gösterdiği yere oturup ağasının yüzüne baktı.
"Bir derdin, içinden çıkamadığın bir sıkıntın vardır ağam, görürüm."
"Vardır hatun, vardır. Lakin korkarım."
"Neden korkarsın ağam?"
"Seni küsüp, gücendirip, üzmekten korkarım hatun."
"Gönlümü ne zaman kırıp üzdün, ben sana ne zaman gücenip küstüm de böyle düşünürsün ağam. De hele, derdini diyemeyen, derman bulamazmış."
Macit ağa derin bir nefes aldı. Anlatacaktı anlatmasına ama, nereden, nasıl başlayacağını bilemezdi. En sonunda bir an önce söyleyip yükünü az da olsa hafifletmeyi düşünerek ağzındaki baklasını çıkardı.
"On beş ağa, azlı çoklu ikiye ayrıldı. Davut ağa bir yanda, Yavuz bir yanda."
"Yavuz ağa kırk beşine girmemiş derler. Kanı deli akar, lakin aklı başındadır."
"He ya, he. Yavuz'un aklına da, kanına da güvenim tamdır. Ona arka çıkıp, dediği gibi soyumu sopumu düşünüp he dedim amma..."
Bir an durdu. Ötesini nasıl getireceğini gözü kesmezdi.
"Davut ağa ne dedi bu işe ağam?"
"Dediği tek laf vardır İdal. Hısım değil, hasım edersin bizi."
İdal hanım bir an irkilip düşünceli bir yüzle başını aşağı yukarı salladı. Kırk yıllık dostluk nasıl da birden bitmişti. Bundan gayrı ne selam sabah vardı, ne de iş güç.
"Bu gün Acem ağası Mahir ağayla görüşeceğim."
İdal sessizce dinlemekteydi.
"Kararımı söyleyeceğim söylemesine amma, benim de bir isteğim olacaktır."
İşte şimdi gözleri açılmıştı İdal hanımın. Ne isteyecekti ki?
"Hayırdır ağam, isteğin ne ola ki?"
"Ben onların yanında duracağım, ortak olacağım olmasına, lakin onlar da..."
Sözlerini bitirmeden derin bir iç çekti.
"Onlar da ne ağam?" diye sordu İdal. Ne isteyecekti de böyle söylemekten çekinirdi.
"Zişan'ı alacaklar."
İdal hanım birden ağasını dinleyen eğik başını dikleştirdi. Yüreği ağzında atmaya başlamıştı. O yanına yöresine kimseleri yakıştıramadığı kızından mı bahsederdi?
Şu beş altı yılda öyle ağalar, öyle beyler gelip geçmişti ki konağın önünden. Her biri de hazırdı Avşar kızının uğruna Urfa'yı yakmaya. Önceleri küçük demişti Macit ağa. Uzanan eli keser, bakan gözü çıkarırım derdi. Sonraları büyümüş olduğunu kabullenmiş, akranları evlenip barklansa da, yine de o kızının yanında duracak kişiyi beğenmemişti. Bir tek Nusret'di Macit ağayı bu düşünceye iteleyen. Şimdi o yol da kapanmış, Nusret de güveylikten çıkmıştı.
"Sen ne dersin ağam?" diyerek ilk tepkisini verdi İdal.
Gözünün nuru, gönlünün süruru Avşar kızını, Acem gelini etmek isterdi.
"Eğer iznin olursa, Zişan'ı Acemlere gelin eylemektir kararım." diye tek bir nefeste son sözlerini söyledi Macit ağa.
Onun için de kolay değildi. Bunca yıldır dünyaları önüne seren ağaları bile elinin tersiyle itip yıkmıştı. Şimdi Zişan'ını kendi eliyle altın tepsi de sunar, kuzuyu kurtlar sofrasına sererdi.
"İyi düşündün mü ağam? Zişan güçlüdür, sabırlıdır, yıkılmaz durur amma, ürkek ceylandır."
"Acemleri bilirsin İdal. Yakarım der yakamaz, kıyarım der kıyamazlar."
"Bilirim ağam, bilirim. Kıydıklarının da gözünün yaşına bakmazlar."
Bir anlık hiddetle söylendi İdal hanım. Kendi anasını anımsadı, Acem kızı Dilan'ı. Ne sevdiğine yar olabilmişti, ne de bir başkasına. Güzelliği dillere destan olup Urfa'yı kasıp kavururken, o Acem konağında günden güne eriyip gitmişti. Ana kokusuna hasret büyüyen İdal babasının sevdalısının elinden alınıp aşkından tükenmesine de, dedesinin acımasızlığına da şahitlik etmişti. Şimdi aynı soydan olma bir kurda, yavru ceylanını verecekti.
Macit ağanın gözleri ise hanımındaydı. Dur dese, olmaz o iş, vermem kızımı dese ne ederdi? Nasıl kıyardı hem Zişan'ına, hem İdal'ına?
Nasıl yaşar, nasıl ölürdü bu vicdan azabıyla?
Boynu kıldan inceydi İdal'ın önünde. Ne çok severdi onu. Gördüğü gün nasıl da yüreği titremiş, ağzı dili kurumuş, ayakları birbirine dolanmıştı. Yine o günkü gibi ürkek bakıyordu.
"Haydi" dedi İdal hanım yerinden kalkarak.
"Bir iki lokma bir şey ye de öyle git, aç açına olmaz hayırlı iş."
Hala gözü önünden geçip giden hanımındaydı. Hayırlı iş demişti ya, inşallah hayırlı olurdu.
İdal hanım odadan çıkıp merdivenlere doğru ilerlediğinde koşturarak gelen biri vardı. Evin tek sultanı, deniz gözlü Zişan.
Anasını görünce adım attığı yer de durup bekledi.
"Ne oldu kuzum?" diye sorarak buruşmaya yüz tutmuş ellerini kızının uzun saçlarına sürdü.
"Ana, babamdan izin alsan da, Şükran'la tarlaya gitsek ya."
Güzeller güzeli kızına baktı İdal. Bir kızı bin erkeğin isteyip, bir tanesinin alacağı doğruydu. O kadar isteyeninden sonra, Zişan hiç beklenilmedik bir eve gelin gidecekti.
"Olur olur, siz hazırlanın, baban da dışarı çıkacak zaten, o bırakır."
"Tamam."
Zişan sevinçle Şükran'ın yanına koşup hazırlanmaya başladığından tarla yoluna inenlerden biri de Battal'dı. Acemlerin yaşı küçük, aklı büyük oğlu Battal.
Altındaki koca arabasıyla önce havaalanına gidip peşinden gelen arkadaşı Ömer'i almış, ardından tarladaki işleri de işçileri de kontrol etmek için arabasını oraya sürmüştü. Geldiğinden beri mesaj yağmuruna tutan Ömer hala konuşuyor, bir türlü verdiği kararları beğenmiyordu.
"İstanbul'u bırakıp memlekete dönmek nedir abi ya?" diye sitem etmeye devam etti.
"Hepimizi bin defa arıyorlar, ama biz senin gibi hemen baba ocağına koşmuyoruz."
"Ömer" dedi Battal gözlerini yoldan çekip arkadaşına bakarak, sabrını sonu yakındı.
"Sadece babamın çağırmasıyla mı geldim sanıyorsun, kaç kere anlattım birader. Uzak kalmak istiyorum, biliyorsun sen de olanları, hala gevezelenip duruyorsun."
"Ya abi sanki koca memlekette tek ayrılan sizsiniz anasını satayım. Bitti gitti işte, Seda da yoluna bakar sen de, bırakıp gitmek nedir?"
"Kardeşim algı yollarında tıkanma mı var senin?" diye gürledi Battal, ne laftan anlamaz herifti. Daha kaç kere anlatması gerekiyordu?
"Öyle bitti gitti demekle olmuyor o işler. Ben Seda'yı her gördüğümde arkamdan çevirdiği işleri hatırlayacağım, Seda da her seferinde yalandan sızlanmaya devam edecek."
"Ya görmez duymazsın olur biter. Ne taktın bu kadar be abi."
"Ulan gözümün önündeki hatuna nasıl kör olayım?"
"İyi baba iyi, dönme sen, kal burada. Gelene geçene ağalık tasla, elini ardına koy, töre diye orda burada nam sal."
Ömer yüzünü camdan yana çevirmiş dışarıyı izlemeye başladı. Battal'ı ikna edemeyeceğini biliyordu, yine de şansını denemek için kalkıp gelmişti. Seda ise Battal'ın da dediği gibi sızlanıp duruyordu. Eğer Ömer kendisi gelmeseydi o gelecekti, Battal'dan ayrılmak gibi bir niyeti yoktu. Ama ne yazık ki Battal aklında Seda'yı çoktan bitirmişti. Bir anlık bir karar değildi bu, aylardır düşünüyordu. Belki Seda ile kendisinin birbirlerine göre olmadıklarını yeni fark etmişti.
Tarlaya gelip arabayı diğer araçların yanına park ettiler. Hava ekim ayına rağmen sıcaktı. Güneş yakıp kavuruyor, işçilerse son mahsulleri canla başla toplamaya devam ediyorlardı. Bundan sonraki aylar kara kıştı. Yaza kadar bir daha ekin olmayacak, işçiler bir aylık dinlenmenin ardından satış işlerine yoğunlaşacaklardı.
"Peki hiç mi gelmeyeceksin?" diye yeni bir soru yöneltti Ömer açık arazide gezinmeye başlayan Battal'a. Ağaçlar biraz ileride baş gösteriyor, onunda ilerisinde sıklaşıyordu. Sonrası Avşarların araziydi. Arada belli bir çizgi, çit, tel ya da duvar yoktu. Babası Avşar ağası Macit ağayı sevip sayar, kardeşi gibi güvenirdi ona. Bu yüzden ilk yandaş olma fikrini ona sormuştu.
Battal kendinden emin adımlarla Avşar arazisine doğru ilerliyordu. İki tarlayı birbirinden ayıran tek şey, uzaktan zar zor seçilen bir kaç metrede bir bekleyen varillerdi.
"Hiç mi görüşmeyeceğiz?" diye bir kez daha seslendi Ömer.
"Saçmalama." diye kesin bir ses tonuyla seslenen Battal yürümeye devam ediyordu. Çevresinde onu gören insanlar ağalarına selam verip önlerinden geçerken el pençe divan duruyorlardı. Henüz yirmi sekizindeydi ama işte babası yaşındaki ırgat ağası bile başı önde geçişini izliyordu.
"E sen gelmezsen nasıl görüşeceğiz peki?"
"Sen hiç gelmeyeceksin yani?"
"Sözlerine bakılırsa sen de hiç gelmeyecek gibisin birader."
"Abartma istersen, tabii gelip gideceğim."
Durdukları yer araziyi ikiye ayıran varillerin biraz ilerisiydi. Avşar arazisine sırtını dönen Battal bir kez dönüp bakmazsa belki de Avşar kızını bir daha hiç göremeyecekti.
Avşar kızı gelmiş, çalışan kadınlarla gülüp söylüyor, oradan oraya bir ceylan gibi sekiyordu.
Neşesinin önünde bir duvar misali duran ağırlığı, herkesi kendine hayran bırakırken o Şükran ile şakalaşmakla meşguldü.
Şaka uzadığı anda Zişan'ın başından düşmekte olan beyaz bir tülü andıran şalı aldı Şükran. Elinde tuttuğu şalı gülerek sıcak sıcak esen rüzgarın kollarına bıraktı. Şal rüzgarın etkisiyle uçarak ha bire ilerlerken Zişan Şükran'ın koluna sitemle gülerek dokunup koşmaya başladı.
O koşuyor, şal uçuyor, rüzgar ise bir türlü durup dinlenmiyordu. Koştukça biraz daha yaklaşıyor, elini uzatsa yakalayacak gibi oluyor, iş böyle olunca şal biraz daha uzaklaşıyordu. Uzun gür saçlarını tutan tokasının yere düşmesiyle, saçları belinden aşağı düşüp Zişan'ın koşuşu ile dalgalanmaya başladı. Savrulan saçları ve yüzündeki güzel gülüşüyle koşturan Zişan'ı bir gören vardı.
Battal değil, arkadaşı Ömer...
"Oooha!" deyiverdi ağzının dolusunca.
"O nedir be abi!" diyerek şalının arkasından koşan Zişan'a bakarken merakla ardına döndü Battal.
Ömer'in tepkisi hoş muydu değil miydi bilmiyordu ama, Ömer kadar şaşırdığı kesindi. Uçan bir şalın peşinden koşturmakta olan kızı gördüğünde tanıması uzun sürmedi.
Dün yanlışlıkla çarptığı Avşar kızıydı, bu, peki adı neydi?
Battal'ın bir kaç saniyelik düşünmesi ve Zişan'ın bir kaç metre daha koşması sonrasında şal işçilerin yanına konmuştu. Şalı önlerinden alıp genç kıza uzatan kadınlar kim olduğunu tanımış, gülümseyerek hal hatır ediyorlardı.
Boynuna attığı şalıyla geldiği yere geri dönen Zişan bir an Battal'ın bakışlarıyla karşılaştı. Şaşkınca genç adamın bakışına karşılık verirken ayağının takılmasıyla tökezlemişti. Onun düşecek gibi olmasıyla Zişan'dan yana endişeli bir adım attı Battal. Ya düşseydi?
Bu toprağın içinde o güzel eli yüzü ne hale gelirdi? Yeniden bakışmaya başladıkları sırada Battal tüm ağalığını sergileyerek vücudunu dikleştirmiş, başıyla selam vermişti. Avşar kızı bundan aşağı kalır mı? Başıyla birlikte bakışlarını da yere indirmiş, sağ elininin avuç içini yüzüne yanaştırıp yukarı doğru iki kez sallamıştı.
"Selamına karşılık mı verdi, ben mi yanlış gördüm?" diyerek araya girdi Ömer. Bir anlığına arkadaşına bakıp yeniden Avşar kızına dönen Battal ise küçük hanım ağanın uzaklaştığını gördü.
"Şimdi anlaşıldı senin dönmemek için ne diye ayak dirediğin." diyerek lüzumsuzluğuna kat çıkan Ömer'e sağır olan Battal, Avşar kızının ardından bakmaya devam ediyor, yeni bir selamlaşma için neleri feda edeceğini düşünüyordu.
Sahi, neler düşünüyordu? Hangi ara böylesine büyülenmiş, böylesine hayran olmuştu bu kıza da, böyle tepkiler veriyordu? Yakışır şey değildi.
Yine de 'ne çok yakışırsın sen benim yanıma' diye hayıflanmadan edemedi.
Macit ağa Acemlerin o büyük konağına gelmiş, geniş avluda oturmuş Mahir ağa ile birlikte karşılıklı kahvesini yudumluyordu. Eğer ki Acemler he der de olursa, Zişan'ını gelin vereceği yer burasıydı demek.
Avlu öyle geniş, öyle büyüktü ki bir kaç at hiç zorlanmadan koşturabilirdi. Konak Macit ağaların konağı gibi üç katlıydı. İkinci katta balkonların ardında odalar bulunurken üçüncü kat koca bir terastan oluşuyordu. Sonrasında gözleri konağın sahibi Mahir ağayı buldu. Mahir ağa gülümseyerek kendisini izlemekteydi. Kapıdan girdiği anda büyük hürmet ederek, el üstünde tutmuştu Macit ağayı.
"Şimdi sen he dersin öyle mi Macit ağam."
"He derim Mahir ağam."
"Vay sen çok yaşayasın. Sen he dedin ya, diğer ağalar yok dese de olur."
İki ahbap birbirlerine neşe ile bakarken Macit ağa kahvesini bırakıp suya uzandı. Eline aldığı bardaktan bir yudum alıp yerine bıraktı. Artık konuşmanın zamanı gelmişti.
"He derim demesine amma..."
"Amma?" diye araya girdi Mahir ağa. Bir sorun çıkmazdı inşallah. Macit ağayı öz karındaşı gibi severdi. Bunca zamandır birbirlerine hiçbir saygısızlıkları olmamıştı. Şimdi Macit ağayı böyle kara kara düşündüren neydi?
"Benim de senden bir isteğim olacaktır."
"Başım gözüm üstüne Macit ağam, buyur."
Macit ağa konuşamaz, nefes dahi alamazdı. Nasıl denirdi kızımı al diye?
"Bilirsin benim bir Zişan'ım vardır." diyerek söze girdi. Kaçarı yoktu, diyecekti.
"Bilirim ağam bilirim. Güzeller güzeli Zişan kızımı bilmem mi? Büyümüş, serpilmiş derler."
"Doğrudur." diyerek başıyla onayladı Mahir.
"Dün yirmisine girdi."
"Ee, artık küçük diye dolanmaz, armudun sapı üzümün çöpü demez everirsin."
Bir an kalbi tekledi Macit ağanın. Konuşmaya korkardı.
"Derim ki, bu yoldaşlığımızı, hısımlıkla taçlandıralım."
Mahir ağanın yüzünde büyük bir gurur ve gülümseyiş baş gösterirken Macit ağa başka tarafa bakıyordu.
"Sen ne dersin Macit ağa?" diyen Mahir ağa ayağa kalktı. İstemeyecek miydi? Zişan'ını altın tepside sunarken, o elinin tersiyle iteleyecek miydi?
Şaşkınca karşısında gülen adama baktı.
"Demem odur ki..." diye söze girdiği sırada Mahir ağa sözünü keserek ayaklandı.
"Tez davullar çalına, ahaliye haber edile. Yakup bak hele bak."
Konağın kapısı açıldı ve ceketinin önünü düzelterek Yakup koştu.
"Buyur ağam."
"Akşama fakiri fukarayı doyurun, herkese haber salın. Güzeller güzeli Avşar kızı, Acem konağına gelin gelir."