Asena'nın Dişi
Telefonumdan saate tekrardan bakıp spor ayakkabılarımın iplerini bağlamaya kaldığım yerden devam ettim. Aklımdan son olarak unuttuğum bir şey var mı diye her şeyi kontrol ederek oturduğum yerden ayaklanıp anneme doğru döndüm. On dakika daha annem ve tavsiyelerini dinlersem gerçekten artık uçağa geç kalacaktım.
Bu sefer Kolumdaki saate baktıktan sonra annemin kollarını aceleyle sıkıp kendime çekip sımsıkı sarıldım. Annem de kollarını bana dolayıp derin bir nefes eşliğinde:
-Ah... Kızım gitmeni hiç istemiyorum ya...
Bu dediğine göz devirmek istesem de kendime hâkim olup:
-Anne... Sera ile gidiyorum. Bize bir şey olmaz merak etme. Hem kötüye bir şey olmaz iyiyi de Allah korurmuş.
Annem içine derin bir nefes çekip bırakarak:
-Kızım yine de bu benim aklıma hiç yatmıyor...
-Anne. Biletler, kalacak yer her şey tamam. Son dakika lütfen sorun çıkarma.
Annem dayanamayıp tekrar bana sarıldı.
-Vardığında ararsın beni tamam mı?
Bu dediğiyle yüreğime soğuk su serpilmişti.
-Tamam, anne ararım.
Birbirimizi bıraktığımızda biraz kuşkuyla baktığı için üç dakika boyunca onu ikna etmeye çalıştım. Korku filmi gibi salonun yavaşça açılan kapısıyla ağır çekimde kafamı oraya çevirdim. Lütfen şimdi uyanmasın. Bize doğru, hatta daha çok bana doğru, paytak adımlarla sırtında çantayla koşan bir adet Samet görmemle yerdeki valizimi tutarak son hız merdivenlerden uçarak aşağıda beni bekleyen babamın arabasına bindim. Nefes nefese kalmamdan ne olduğunu anlamış olacak ki eliyle alnını kaşıyıp:
- Samet mi uyandı? Diye sordu.
Kafamı evet manasında sallayarak elimi hızlı atan kalbimin üstüne koydum ve babama:
- Yakalasaydı onu yanıma almak zorundaydım. Oğlunuz nasıl bir şeyse yapıştığında bırakmıyor. Oda gelirse tabii annemde işinden izin alıp gelirdi.
Babam bu dediğime sessiz kalarak hala annemin de bizle gelmesi taraftarı olduğunu belli etti.
Yol boyunca arabada çalan ve ne olduğunu bilmediğim -hatta umurumda bile olmayan- yavaş bir müzik hâkimken babamın huzursuzluğunu hissedebiliyordum. Yani direksiyona bu şarkıyla hareketli ama ritimli olmayacak şekilde parmaklarıyla vurması bile kanıttı. Arabadaki gergin havayı dağıtmak için sessizliği bozup konuşmaya başladım:
-Baba... Ne kadar heyecanlıyım. Hayallerim orada. Tarih, eski yaşam kültürü...
Babam bir anda gülme krizine girerek,
- Kızım Tarih'e bayıldığını biliyorum ama şu kültürel yaşam meselesine gelince üç gün hayatta kalamazsın.
Bende gülmesine katılarak sitemli bir şekilde:
- Baba ya... Çok böcek var mıdır?
Son kısımlarını çok ciddi bir şekilde sormuştum ama babamın gülmesi daha çok güçlenmişti. Gülmesinin ardından:
- Vardır merak etme.
Bunu dedikten onun gülümsemesi biraz solmuş bende yüzümü buruşturarak ona karşılık vermiştim.
Yani söz gelimi havaalanına gideceğimiz yolun bütün zamanı babamın bana laf sokması benimde o lafların altında baya ezilmemle geçmişti. Havaalanına vardığımızda ise beni bekleyen Sera ile karşılaştık.
- Nerede kaldın az sonra son anonsu geçecekler.
Daha sonra babama bakıp:
- Merhaba Kürşat Abi.
Babam kafasını küçük eğip selamını alarak:
- Merhaba, Sera. Ağabeyinle baban nasıl?
Sera gülümseyerek:
- Siz daha çok iyi bilirsiniz.
Babam Sera'nın bu dediğine gülerek bizi kontrol noktasından uğurladı.
Artık uçağa binmiştik. Uzun bir yolculuktan sonra Türk tarihinin başlangıcı olan civarlardan bir tanesine ayaklarımızı basmıştık: Moğolistan’a.
Sera'nın yönlendirmesiyle -pardon daha çok akıllı telefonun yardımıyla- yer ayırdığımız otele giriş yapmıştık.
Otel sahibinin berbat bir İngilizcesi olsa da böyle anlaşmak zor olduğu için Sera internetten konuşarak dil çeviren bir uygulama açtığında bir şekilde anlaşabilmiştik.
Otele iyice yerleştikten sonra kendimize tuttuğumuz özel rehberle yine kendi imkânlarımızla beraber kiraladığımız 4x4 bir arazi arabasına binip Moğolistan’ın beni en çok cezp eden yerine gelmiştik: Orhun Kitabeleri. Üç dikili uzun sütunun bir tarafı Orhun alfabesiyle yazılı diğer tarafı da Çin alfabesiyle yazılıydı. Her iki millet hatta tüm dünya Kültigin'i, Bilge Kağan’ı ve Tonyukuk'u bilsinler diye böyle yapılmıştı.
Son bir kez daha tarihi bilgilerim eşliğinde etrafa bakarken ne kadar eşsiz bir yer gibi durmuştu gözüme.
Parkı gezerken çoğu kişi gibi kültürel şekilde giyinmiş kadının takı tezgâhı kurduğunu fark ettim. Seraya dönüp elimle kadını işaret ederek:
-Sera bak burada takı satıyorlar. Diye tek solukta konuştum.
Tabi ki çoğu kız gittiği yerlerde hatıra olarak kolye, bilezik veya yüzük alırdı. Seranın da ilgisini çektiğinde oraya doğru yöneldik.
Tezgâha yaklaştığımızda kadının kapalı olan gözleri birden açılınca irkilerek bir anlık oraya gitmekten vaz geçtim. "Ne o öyle korku filmlerindeki gibi korktum vallahi" diye içimden geçirerek tezgaha bir göz gezdirdim. Çok ilgi çekici şeyler vardı: Kültürel tokalar, küpeler, bileklik, yüzükler, kolyeler ve daha birçok şey...
Sonradan rehberde yanımıza ulaştığında pek umursamamıştım çünkü gözüm köşede durmuş sivri, mor renkteki diş gibi tasarlanmış güzel kolyeye gitti. O kadar eşyanın arasında çok farklı duruyordu. Tam elime almak için dokunacakken kadın elimden tutup, Aksanlı ve gırtlaktan konuştuğu bir Türkiye Türkçesiyle:
- Her takıya öyle elini sürme. Lanetli bir parçada olabilir kutsalda. Ama seni temin ederim bu kolye kutsaldır.
Kadının dediğini başta konuşmasından anlayamasam da anladığımda çok heyecanlanmıştım ama belli etmemiştim çünkü Sera böyle şeylere pek inanmazdı. Ben ise küçüklüğümden beri bir fantastik olay yaşamak için Allah'a yalvarıp yakarmıştım. Sebebi ise benim hayal dünyam ve okuduğum onca roman gerçek olmalıydı sonuçta olmayan bir şey insanoğlunun aklına gelmezdi değil mi? Düşüncelerimden zar zor koparak Kadının yüzüne ilgisiz olmaya çalışıp pekte başaramayarak:
- Ne işe yarıyor ki bu?
Kadın ufak bir gülümseyip hemen eski ciddiyetine dönünce anlatmaya başladı.
- Bu kolye aslında Asena'nın dişi. Üstünde mistik tılsımlar olduğu için bembeyaz olan rengi mora döndü.
Sera'nın göz devirdiğini hissettiğimde dikkatim dağılıp ona baktım. Bana alaycı bir "gerçekten mi?" bakışı atıyordu. Kadın derin bir nefes çektikten sonra:
-Kolye çok isteyen bir kişinin dileği.
Diyerek bana bakmıştı. Kadın korktuğumu hissetmiş olacak ki bu sefer sanırım beni rahatlatmak için gülümsemesini büyüttü. İşe yaradı mı? Kocaman bir hayır...
Kadın ağır aksanlı, genizden olan Türkçesiyle konuşmasına devam ederek:
- Kolye sizi, size ihtiyaç olan yere götürecek.
Sera kahkaha atıp,
-Teyze, diyelim ki bu kolye Asena’nın dişi sende işi ne? Çoktan kapına F.B.I. ya da ne bileyim C.I.A. dur daha yakından söyleyeyim MSS basması lazımdı.
Ben ise Sera'nın bu dedikleriyle kolunu dürterek zorla susturdum. Tamam, Gerçek olmasa bile böyle konuşması çok ayıptı. Sonuçta kadınında bir şekilde mal satması gerekiyordu.
Kadın eliyle başka takılar gösterip:
- Ay ananın yüzüğü. Bu lanetli mi kutsal mı kişiye göre değişir. Kürşad Han'ın zihgiri; çok fazla koruma tılsımı yapılmış ama kimin yaptığı belli bile değil. Oğuz Kağanın mührü...
Kadına hiç inanmadım ama son dediğiyle merakla tezgâha iyice yakınlaşmıştım. Kadın bu hareketime gülümseyip konuşmasını yarıda keserek en can alıcı yere geldi. Evet desem ayrı hayır desem ayrı dertti çünkü Evet dersem Seranın ömür boyu alaylarına konu olacaktım, hayır desem içim içimi yiyecekti.
- 10255.65000 tugrik (Moğol para birimi), alacak mısınız?
################################
Yolda ilerlerken Rehberi kendi isteğiyle kitabelerde bırakmış ne kadar oradan ayrılmak istemesem de otelin yolunu tutmuştuk. Seranın kendi kendine gülmesiyle derin bir of çekip ona baktım.
- Kayra ona neredeyse 30 TL verdin.
Elimle boynumdaki kolyeyi yoklayıp cevap verdim.
-Kadına bende inanmıyorum Sera. Sadece kolyenin şekli hoşuma gitti.
Seranın tabi inandım şeklinde kafa sallayıp benimle kafa bulmak için:
- ben olsam Ayana’nın yüzüğünü alırdım. İşlemeleri çok güzeldi ve gerçek gümüş gibiydi.
- Alsaydın o zaman.
- Pahalıydı. Dediğinde ona karşı bir ‘‘hıh’’ çektim.
Konuşmamız bittiğinde bir anda çok şiddetli yağmur yağmaya başladı. Havada tek bir bulut bile yokken sağanak tutturmasına hiç iyi şeyler hissetmedim. Bir şey olacak korkusuyla:
- Sera ne olur dikkat et.
Diye söylendim.
Sera da kendini çok sıkarak:
- Elimden geleni yapıyorum. Dedi.
Dağlık bir alanda olduğumuz için en ufak hatada aşağıya yuvarlanabilirdik. Kendi kendimi iyice korkutarak içimden tüm duaları okumuştum. Bir anda ani bir frenle öne doğru savruldum ama Allahtan emniyet kemeri takılıydı. Sanırım tekerlekler kaydığı için uçurumdan düşmeye başladık. Bir panikle Serayla beraber ellerimizi birleştirerek gözlerimizi kısa süreliğine buluşturduk. Etraf bir anda çok kararmış ve üstümüzde çok şiddetli bir şimşeğin sesini duymuştum. Gerisi ise koca bir boşluk.
Gözlerimi açmaya zorladığımda nerde olduğumu başta idrak edememiştim. Bir araba kazası yapmıştık ama hala yetkililer gelmemişti. İliklerime kadar çekilmiş hissediyordum. Şuan hala arabanın içinde olduğumuzu hatırladığım için emniyet kemerini çözerek kendimi biraz yokladım. Çok garip metrelerce yükseklikten düşmüştüm ve burnum bile kanamamıştı. Seraya doğru dönüp elimle onu uyandırmaya çalıştım. Uyanmayınca hızlı ve dikkatli olacak bir şekilde arabadan inip etrafıma bakmadan aceleyle seranın kapısını açıp onu dikkatli bir şekilde arabadan çıkararak yere uzandırdım. ‘’Kırığı var mı?’’ diye kontrol ettikten sonra tuhaf olacak şekilde onunda bir şeyi olmadığını anladığımda ellerimle omuzlarından tutup sarsarak:
- Sera... Sera... Ne olur uyan.
Sarsmanın etkisiyle kendine geldiğini anlayarak derin bir oh çektim. Sera etrafa biraz boş baktıktan sonra eliyle koluma vurarak:
- Hiç mi ilk yardım dersleri almadın? İnsanlar kaza geçirdiklerinde böyle çekilip çıkarılmaz.
Çok haklıydı ama ben sanki ne düşündüğümü çok mu iyi biliyordum. Üstelik konuşmasında tuhaflık vardı ama ne olduğunu çıkaramadım.
Gözlerini balık gibi açarak birazdaha etrafa bakıp bir anda yattığı yerden oturma konumuna geçerek şokun etkisiyle sanırım ağlamaya başladı. Bende biraz tuhaf olarak saçlarını okşayıp "geçti, geçti" diye fısıldadım ama benim de ondan bir farkım yoktu. Bana şaşkınca bakarak biraz uzaklaştı.
- Kayra sen...
Biraz duraksadı ve devam etti:
- Ben... Biz tuhaf bir dil konuşuyoruz.
Ona saçmalama der gibi bakarken sonunda sesindekituhaflığı anlamıştım. Farklı bir dil konuşuyorduk ve araba o kadar yüksekten düşmesine rağmen sapa sağlamdı yani tek bir çizik bile yoktu. En basitinden biz o yükseklikten tek parça çıkamazdık herhalde.
Serada baktığım yere bakınca benden daha zeki olduğu için arabanın halini fark etmişti. Elinden tutup onu ayağa kaldırdığımda geriye doğru yürüyüp arkamı dönmemle bir şeyin boyun kısmıyla yüz yüze geldim. Kafamı kaldırdığımda onun bir at olduğunu anlamam hiçte uzun sürmedi. El ele tutuştuğum sera gerileyip beni çekiştirince ona baktım.
- Kayra...
Bir kaç adim gerileyince etrafa baktım.
Bir sürü insan vardı. Bazıları at üstünde bazıları ise yayaydı. En sonunda yüz yüze geldiğim atın üstündeki adamla gözlerimiz birleşince adamın hafif çekik resmen geceyi andıran gözlerinde takılı kalmıştım. Çekemedim gözlerimi. Sanki bu gözleri başka bir yerlerde daha görmüştüm. Sera bir kez daha kolumu tutup çekiştirirken kendini ve ne halde olduğumuzu hatırlattı bana. Onlardan epey uzaklaşsak da yine de çok yakındık. Sera eliyle arabayı işaret ederek:
- Kusura bakmayın. İnanmayacaksınız ama biz bu araçla uçurumdan düştük. Acaba biz şuan tam olarak neredeyiz?
Karşı taraftan tek ses bile çıkmadı. Bende daha açık olmak amacıyla:
- Biz ülkenizde turistiz. G... Otelinde kalıyoruz. Bir trafik kazası geçirdik. Bize yardım ederseniz çok seviniriz.
Hala ses yoktu. Adam attan inerek bize doğru yürümeye başladı. Bu kıyafetler Moğol kültürüne ait değildi. Sanki daha eski bir tarzdı. Gözleri de bir Moğol kadar çekik değildi. Sadece iki adım mesafede karşımda durduğu için bir adım daha geriye gittim.
- Dediğin yer neresidir hiç duymadım hem Turist nedir? Açıklayasın hele.
Adam sanki eski Türkçe konuşuyordu. Tabi ya… Konuştuğumuz bu dil eski Türkçeydi. Sera kolumdan tutup gizlemeye çalıştığı korkuyla gözlerime bakıp elini boynuma götürdü. Ne oldu diye boynuma bakarken kolyenin beyaz olduğunu fark ettim Sera yüksek sesle küfür ederek ellerini saçlarına geçirdi. Tabi bunu yaptığında arkadakiler eğlenmiş gibi gülüp birbirinin omuzlarına vurmuşlardı. Serada bunu fark ettiğinde zaten birazcık kızarsa da kendini toplayıp karşımdaki adama:
- Neredeyiz biz?
- Hunların topraklarındasınız. Siz kimsiniz nerden gelirsiniz?
Eliyle arabayı göstererek:
- Bununla gökten düştünüz. Tüm oba da bunu gözleriyle gördü.
O esnada arkadan yaşlı ama yaşını belli etmeyecek derecede güzel bir kadın eski tarz Türk kıyafetleriyle yanımıza geldi. Serayla tekrar birbirimize bakıp ellerimizi güç almak için kenetledik. Sonrada sera kulağıma tekrardan sessiz şekilde söylediğini sanıp ama sağır sultana bile duyuracak bir sesle:
- Hun diyor. Başımıza yine ne bela açtık? Kâbusta olmalıyız.
Kadın boğazını temizlemiş gibi yaparak kendini hatırlatınca ona döndük. Serayla tam ortamıza ayakuçlarımız birbirine değecek şekilde yaklaşarak benim sol elimi Seranın da sağ elini tutarak avuç içlerimizi yukarı gelecek şekilde yukarı kaldırdı ve sanki bir şeyler görüyor gibi titremeye başladı. Gözlerim tekrar arkadaki adama kaydığında bizi çok dikkatli bir şekilde izlediğini fark ettiğim için utanıp tekrar şu korkunç kadına baktım. Kafamı tekrar seraya çevirdiğimde gözlerini kapatmış bir şeyler mırıldanıyordu.
Kadın gözlerini bir anda açıp hafif bir şekilde seranın ağzına benimde kafama vurdu çünkü ben kafamda felak nas okurken seranın da mırıldandığı şeyin o olduğuna eminim. Kadın sınırlı bir şekilde:
- Her ne okuyorsanız yapmayın haberinizi alamıyorum. Bu arada o okuduğunuz koruma tılsımda ne?
Sera bir anda gaza gelerek sanırım, elini çekip
-Allahuekber diye bağırdı.
Karşımdaki kadın bir anda titreyerek yere düştü. Ben olayı şaşkınlıkla izlerken arkadaki herkes kılıçlarını çekti. Bende bir anlık refleks ile Serayı arkama alarak korktuğumu belli etmemeye çalıştım. Kadın da yerinden kalkıp bize dönerek:
- Bu kızlar kesinlikle gök Tengri tarafından seçilmişler ve gökten gelmişler. Enerjileri çok farklı Han'ım.
Han mı? Şaka yapıyor olmalılar her halde. O Han dedikleri kişi şaşkınlığını dışa vurup sağ ayağını yarım adım öne çıkararak:
- Ne demek istersin sen Akay hatun. Bu hatunlar gökten nasıl inmişler?
Arkadaki askerlere de bakış attığımda hepsi meraklı bir şekilde Akay denen kadına bakıyorlardı.
En sonunda bende Akay denen kadına baktığımda hissetmiş gibi ufak gülümseyip bana doğru döndü. Tabi ki arkamda unuttuğum sera kendini arkama sakladığı için koruma içgüdüsüyle beni arkasına aldı.
Biz böyleydik işte. İkimizin babası da bordo bereliydi ikisi de aynı timde olduğu için babamla tanışlarmış. Aynı zamanda seranın babası benim dayım. İste öyle tuhaf bir şey. Babam la dayım görev gereği bir yere gideceklerken operasyonun başında dayım varmış diye dayımın ailesini yani annemi yengemi ve de dayımın büyük oğlunu, o zaman 5 yaşındaymış,
Kaçırmışlar. Babamla dayımda kılık değiştirip onların arasına sızmış. Şerefsizlerden biri annemin güzelliğine aldanarak hayatının hatasını yapıp anneme yaklaşmış annem de fırsattan istifade sakladığı bıçakla adamın boğazını kesmiş. Sonrada aynı anda iki adamlara dövüşüp onları da yere sermiş. Babam bunları ağzı açık şekilde izlerken annem indirdiği adamların birinden silah alarak babama doğrultmuş.
Dayım olmasaymış annem babamı oracıkta vururmuş da dayım kurtarmış. Annemin o kadar iyi dövüşmesinin sebebide polis özel harekâttaymış. Ayrıca babamla evlenmeden öncede M.I.T. e çalışıyormuş. Neyse babam her bu olayı anlattığında belki vücuduma kurşun sıkmadı ama kalbime o gün sıkdığına eminim derdi.
Işte Serayla ben çocukluğumuzdan beri birbirimizi koruyarak geçirdik. Babalarımız aynı tim den oldukları için hep aynı zamanlarda gidip gelirlerdi. Yengem ile beraber o zamanlarda dedemin evinde kalırdık. O yüzden biz kuzen gibi değil de daha çok kardeş gibiydik. Birbirimiz için canımızı verirdik ama yine birbirimiz için kılımızı kıpırdatmazdık.
Neyse Akay denen kadın kahkaha atarak Sera ya:
- size bir şey yapacak olsaydık şimdiye kadar yapmaz mıydık? Dedi.
Şuan görmesem de seranın lacivert gözlerinin ateş gibi yandığına o kadar emindim ki. Sera’nın arkasından omuzundan tutarak iyiyim mesajı verdim oda çekilerek kadının görüş alanına girmemi sağladı. Kadın tekrar elini uzattığında boş bakışlarımı sundum. Kadın sinirlenmiş olacak ki biraz kızgın bir ses tonuyla:
- boynundaki tılsımı ver. Dedi.
Elim boynuma gittiğinde kolyenin varlığı beni rahatlatmıştı bu yüzden vermeye hiç niyetim yoktu. Kadına:
- Veremem. Dedim. Kadın rahatlamak için nefes alıp verdi ve:
- Madem geri dönmek istiyordunuz, neden bile bile kolyenin gücünü peşinizdeki beladan kurtulmak için kullandınız.
Serayla ben bu ne diyor diye birbirimize baktıktan sonra kadının gözünden derin bir şaşkınlık geçtiğine yemin bile edebilirdim. Kadın elini çenesine götürerek düşünceli ses tonuyla:
- Bilmiyordunuz değil mi? Diye fısıldadı
Ben bu soruya cevap vermedim ama Sera kafasını evet manasında sallarken kadın derin nefes alıp çekik olan koyu kahve gözlerini biraz daha kıstı. Sera meraklı ses tonuyla Akay'a:
- Peşimizde ne varmış ki?
Akay:
- Ne olduğunu ben nereden bilebilirim?
Bu sefer yanındaki adama hitaben:
-Han'ım. Bu hatunlar ulu Asena’nın dişini kullanarak gelmişler. Bu dişin üstünde öyle kuvvetli bir tılsım vardır ki ihtiyaç anında kendini gösteri verir.
Serayla ben heyecanla aynı anda konuşup arabayı göstererek:
- Biz geldiğimiz yerde şununla uçurumdan düştük. Sonrada gözlerimizi burada açtık.
- Biz geldiğimiz yerde şununla uçurumdan düştük. Sonrada gözlerimizi burada açtık.
Kadın bize gülümseyip ellerimizi tekrar tuttu. Ne yalan söyleyeyim kadını sevmiştim ben. Ellerimizin içine tekrar baktıktan sonra konuşmaya başladı.
- birbirinizi çocukluktan beri korumuşsunuz. Aranızda derin bir bağ var. İkinizin önünde çok uzun bir yaşam görüyorum. Kederlerin sonunda rahat ederek en masum zamanlardan gelen tek gerçek gücü kullanarak sonsuz mutluluğa kavuşacaksınız. De haydi benim bakmam gereken çok hasta var izin isterim Han'ım.
- Gidesin Akay Hatun. Bizde şimdi geliriz obaya.
Kadın gittikten sonra aklımı kurcalayan soruyu sormanın zamanı diyerek,
- Şey acaba isminiz nedir?
Sera da daldığı yerden çıkarak merakla ona bakmaya başladı.
- Ben Mete Han'ım
Serayla beraber birbirimize daha neler bakışı atarken bir anlık boş da bulunarak:
- Bende, Cengiz Hanım.
Sonuç olarak Sera tarafından karnıma bir dirsek yemiş ve kızararak susmuştum. Yanlış anlamayın dediğim şey için utandığımdan değil nefesim kesilmişti.
Mete Han olduğunu söyleyen adam dediğime şaşırarak işaret parmağını bana doğrultarak:
-Cengiz mi?
Şimdi utanmaktan kızardım. Tam durumu toparlamak için konuşmaya cesaretlenmiştim ki Sera öne atılarak beni durdurdu. Haklıydı beni durdurmasa kim bilir daha neler saçmalayacaktım ama bunu yapmaktaki amacı beni sinir etmekti ve ben konuşmamın bölünmesini asla haz edemem. Sera elimi omuzuma koyarak:
- Han'ım . Siz bu kızın dediğine bakmayın. Bazen saçmalar ve ne dediğini bilmez. Benim adım Sera.
Metehan kafasını sallayarak onayladı ve bana döndü. Konuşmamı istediğini anladım. Kafamda cümlelerimi toparladığımda konuşmaya hazır olduğumu hissettim.
- Han'ım -derken bile içim tuhaf oluyordu bide yüzüne baksam ne olur? Her halde ecdadının ecdadını görüp kalp krizi geçiren tek kişi olarak tarihe geçerdim sonuçta o hala ne kadar inanmakta güçlük çeksem de koskoca Mete Handı. Türklerin babası, Oğuz töresinin kurucusuydu. Derin bir nefes alarak devam ettim
- Kusuruma bakmayın. Benim adım da Kayra.
Daha fazla konuşamayacağımı anladığımda kafamı gökyüzüne doğru kaldırıp baktım. Bozkır havası genel olarak kapalı ve sert geçerdi ama gökyüzünde tek bir bulut bile yoktu ve masmaviydi. Metehan tekrar soru sorduğunda gökyüzünün tuhaflığını izlemeyi bırakıp ona odaklandım.
- Nereden geldiniz?
Sera ile bakışlarımız birleşince sözün bana kaldığını anladım. Zaman kazanmak amacıyla ellerimi saçlarımdan geçirerek etrafa baktım.
- Han'ım izin verirseniz bu sorunun cevabını veremem.
Metehan dediğimle kaşlarını biraz çatmış nedenini merak ettiği için sordu:
- Neden açıklayamazsın?
Biraz gerilip Seraya baktım. Seranın da gerildiği belli oluyordu ama dik durmaya çalışıyordu. Yine iş başa düşmüştü. Kafamda ki saksıları çalıştırmak amaçlı yine gözlerimi yukarı kaldırdım. Bu hareketi yapınca aklıma mutlaka hep fikir gelirdi. Ben dedikleri şu gökten gelme meselesini sonuna kadar kullanmaya hazırdım. Sonuçta Metehan olsa bile bu zamanda yolculuk konusu hakkında bilgi vermem her şeyi sarpa sarabilirdi. Diyeceklerimi son kez içimden tarttıktan sonra uygun olacak cümle kullanmaya karar verdim:
- Hanım. İnanın bize nasıl geldik bilmiyoruz. Sadece evimize gitmeye çalışırken ikimizde kendimizi burada bulduk.
Metehan’ın gözlerinde ikna olmuşluk yoktu. Hala şüpheli bakışlarını üzerimizde tutuyordu. Çok Zekiceydi bir bakıma üstümüzde psikolojik baskı kuruyordu. Etraftaki adamlarına baktığımda onlarında ilgiyle bizi izlediklerini fark ettim. Aslında daha dikkatli baktığımda ilk gördüğüm kadar kalabalık değillermiş. Adamların ellerindeki oklara içimdeki tarifsiz heyecan, merak ve hayranlıkla izlemeye sadece kısa süreli dalmıştım çünkü hala Metehan’ın sorgusundaydık. Kemerine takılı pusat kınında olan elini biraz hareket ettirdi. Bize pusatının varlığını hatırlatarak gözdağı vermeye çalışıyordu. Sorularına devam etti:
- Peki, geldiğiniz yerde tek ırk mı yoksa çok ırk mı vardır?
Nasıl cevap versem diye süre kazanmak için elimle saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırdım. Sonuçta ters bir cevapta kellem gidebilirdi. Az önceki ‘ Cengiz Han’ lafıma hala boynumun uçurulmamasına çok şaşkındım. Cevap vermem gerektiğini hatırlayarak sesimi kontrol altına alarak:
- Buradaki gibidir Han'ım.
Diye cevap verdim. Zeki bir adamdı. Bu yüzden detaylı cevap vermeye gerek olmadığını düşünüyorum.
- Gökten gelen birine özellikle misafirimiz olacak birine bunu sormazdım ama siz hangi ırksınız?
Kendisinin kim olduğunu hatırlatmak için yani üstümüzde otoritesini korumak için emir veriyordu.
- Sera da bende Türk’üz Hanım.
Gözlerine baktığımda sanki gizlemeye çalıştığı bir parıltı vardı. Yanındaki adam:
- Hiçte Türk'e benzemezsiniz. Daha çok batılı ve kuzeyli gibisiniz.
Sera üstüne alınmış gibi burnunu kaldırarak adama baktı. Sonuçta benim gözlerim koyu renkteydi ve hafif çekikti burada fazla sırıtmazdım ama onun benim aksime balık gibi şişik mavi renkli gözleri vardı. Sera okların kendisine döndüğünü anlayarak hemen savunmaya geçerek konuşmaya başladı.
- Geldiğimiz yerde Türkler sadece tek tip çekik göz, orta boy değil. Her türlü insan bulabilirsiniz. Mavi gözlü, yeşil gözlü; çekik olmayan gözler. Sadece siyah da değil her renkte saç olabilir.
Abartma dercesine Seraya baktığımda onunda dudaklarını aşağı sarkıtmış bana baktığını gördüm. Omuzlarını aşağı yukarı indirip bana tepki vererek önüne yani Metehan’a doğru döndü. Bende Metehan'a doğru dönüp sıradaki soruları için beklemeye başladım ama o soru sormayıp eliyle kaşının kenarını yani herkesin bildiği yara izine yakın bir yeri kaşımış ardından elini sakince tekrar pusatına koyarak:
- Şimdilik bu kadar yeter.Anladığım kadarıyla kalacak yeriniz yoktur. Kutlu gökten geldiğiniz için bizim misafirimizsiniz. Obamızda istediğiniz kadar kalabilirsiniz. Sorgunuza obada devam ederiz.
Tabi ki huyum kurusun çok gururlu bir insanımdır ama kararı Sera ya bırakıyorum. O ne derse bende onu yapacağım. Zorla da olsa gözlerimi Mete Handan kaçırarak bakışlarımı yere sabitledim. Sera ise hemen atılarak:
- Çok şeref duyarız.
Dedi ve koluma girdi. Ya bu kız bu gün mal ayağına yatıyordu ya da ben çok zekiydim. İçimdeki münakaşayı sonuca bağlayarak kulaktan kulağa fısıldamak saygısızlık olacağı için sesli bir şekilde Metehan’a doğru:
- Han'ım izin verirseniz biz bu konuyu düşünelim.
Sera kolumu çimdik attığında bozuntuya vermeyip Metehan’ı izlemekten vazgeçmedim. O da sanırım Seranın yaptığını görmüş, gülümseyip:
- Tabi Hatun konuşun siz.
Hala bulunduğumuz durumu sorgulayarak Serayla beraber biraz uzaklaşıp konuşmaya başladık. İlk konuşan ben olarak:
- Sera tamam o Mete Han ama ne biliyim sence o kadar erkek içinde yolculuk yapmamız ne kadar güvenli?
Aslında ben Metehana gözüm kapalı bile güvenirdim ama hayatım boyunca bırakın arkadaş grubunu tek bir arkadaşım bile olmadı. Şimdi üniversiteyi bile okurken o kalabalıkta çok geriliyordum ben.
- Kayra saçmalama burada kalırsak da bizi kurt kuş yiyecek.
- Sera senin gözünden kaçmamıştır ama...
- Evet, şu senin sosyal fobin. Kızım biz asker kızıyız. Kendimizi nasıl savunmamız gerektiğini de birbirimize nasıl destek olmak gerektiğini de biliyoruz.
Dediğiyle içim biraz rahatlasa da bir sorun daha vardı:
-Bir sorun daha var.
Sera bu dediğine gözlerini kıvırıp,
-Ne oldu ?
Diye sinirle söylendi. Bu tepkisine gülmek istesem de bulunduğumuz durumdan dolayı kendimi frenleyip:
- arabayla gidemeyeceğimize göre Atla gitmeliyiz.
Bana "bunda ne var yani" gibi omuz silktiğinde hızımı alamamış bağırarak:
- salak mısın? Biz ata binmeyi bilmiyoruz bile. Dedim.
Bir kaç dakika yüzüme bön bön baktıktan sonra sessizce ''siktir'' diye fısıldadı. Arkamıza döndüğümüzde bize doğru gelen Mete Hanı görünce kalbim istemsiz bir şekilde hızlı atmaya başladı sebebini söylemek gerekirse o büyük Türklerdendi. Bize alaycı bir bakış atarak,
- Kararınızı verdiniz mi? Dedi.
Zaten vereceğimiz kararı adı kadar biliyordu. Bende durumu kendimce açıklamaya çalışarak,
- Han'ım kabul etmeyi çok isterdik...
Dediğimde öyle bir bakış attı ki yemin ederim tırstım ama devam ettim
- biz ata binmeyi bilmiyoruz. Dedim ve derin bir nefes verdim.
Mete Hanın yanında ki adam resmen kahkaha atmaya başlamıştı. Yani adam kendince haklıydı zaten. Bu dönemde ata binmeyi bilmeyen Türk yoktur herhalde. Gözlerimi devirip Seraya baktığımda sinirden lacivert gözlerinin ateş gibi parladığına yemin ederim. Ben ise sakindim. Serayla çok zıt gibiydik ama emin olun ben sakin gibi görünsem de kellemin koparılmayacağını bilsem şu adama tekme tokat dalardım. Bir kere çok Gıcık olmuştum ve ben altıncı hislerimde asla yanılmam. Mete Han avuç içleri aşağı Bakacak şekilde iki elinde kaldırmış aşağı yukarı indirerek:
- Merak etmeyin ata binmeyi bilseydiniz bile yanımıza fazla at almadık. Biriniz Akbörü ile en güvendiğim adamım Barlas'la gelecek.
Dedikten sonra arkasına dönüp birine işaret verdi. Biz ne olduğunu anlamasak da işaret ettiği kişi anlamış olacak ki siyah bir atı tamda Mete Hanın önüne getirdi. Mete Han da tek seferde ata binip ilerlemeye başladı. Sonra atın üstünde olan başka biri yanıma geldi ve bana elini uzattı. Başta tereddüt etsem de şu Barlas denen Gıcıkla gitmek istemediğim için elini tuttum. Tek seferde beni arkasına alınca sırtıyla bakışmak zorunda kaldım. Atına bindiğim adam:
- Bana tutunabilirsin.
Dedi. Tereddüt ettiğimi anlayarak devam etti:
- Yanlış anlama Hatun. Ata binmeyi bilmem dedin. Bende attan düşme diye söyledim.
Tahtadan yapılmış zırhının kenarlarından tutunarak mesafeli şekilde etrafa bakmaya başladım. Atın hızlanmasıyla dikkatimi bozulmuş gözlerimi kapatıp çığlık çığlığa kaldığımı hissettim. Kısa bir süre sonra yavaşladığımızda korkudan gözlerimi kapattığım için açmıştım. Bacaklarımı hissetmiyorum. Etrafı incelemek yeni aklıma geldiği için kısa bir göz gezdirdim. Muhtemelen obaya girmiştik. Herkes meraklı bir şekilde bize bakıyordu. Kafamı çevirip Seraya baktığımda kıpkırmızı olduğunu gördüm. Kesin bir şeylere sinirlenmişti yine. At bir yerde durduğunda Akbörü inerek benimde inmeme yardım etmişti. Serayla tekrar yan yana gelip Metehan’ın bir alpıyla konuşmasını bitirmesini bekledik. Kısa bir süre sonra Alp gittiğinde Metehan kendisi yanımıza gelerek,
- Artık bizim misafirimizsiniz. Rahat olun.
Dedikten sonra arkamızda duran çadıra duygusuz şekilde baktı. Sera ve ben sözleşmiş gibi aynı anda,
- bizi obanızda ağırladığınız için teşekkür ederiz. Dedik.
Sadece kafasını onay niyetine sallayarak cevap verdi. Ne yalan söyleyeyim bir şey demediği için tekrar minnet duydum. Arkadan biri ona seslenince tekrar arkasını dönüp yürümeye başladı.
Obanın kadınları etrafımızda toplanmış merakla bakarlarken Akay denen kadın gelip ormanda dediği şu gökten gelme meselesini anlattıktan sonra kadınlardan biri eliyle üstümüze göstererek:
-Akay bunlar ne giyerler böyle?
Sera tam cevap verecekken Akay Hatun Seraya sus bakışı atıp otoriter sesle:
- Gök ten gelenleri sorgulamak bize düşmez onlara kalacak iki ayrı otak hazırlayın. O zamana kadar misafir otağında temizlenip dinlensinler.
Kadınlardan biri hiç memnun olmamış gibi,
-Akay iki otak fazla değil mi? Sonuçta anladığım kadarıyla birbirlerini tanırlar...
Kadının lafını tamamlamasına izin vermeyen Akay bağırarak;
- Ne zamandır benim dediğimi iki edersiniz. İki otak derim çünkü hanımızın kudretini herkes görsün isterim. Teoman Han bu kızları görmek ister.
Teoman Han, Mete Hanın babasıydı. Hun imparatorluğunun ilk hükümdarı ve kurucusuydu. Ölümü ise her taht savaşının sonucu olarak kardeşi, oğlu ya da babaları tarafından öldürülen diğer hükümdarlardan farklı değildi. Onu da oğlu Mete Han öldürüyordu. Bu bilgileri hatırlarken tüylerimin ürpermesine engel olamadım. Teoman Han yaşıyorsa Ölümü yakın demektir. Seranın tarihi benden iyi olmadığı için bu bilgileri bilmiyordu muhtemelen. Araştırmayaysa vaktinin kaldığını sanmıyorum. Kendisi sonuçta cerrahi asistanlık yaparken iftiraya uğramış ve mesleğini yakmıştı. Bunlar tabii biz buraya gelmeden olmuştu. Bende Tarih araştırmacısı olarak hem mesleğini yapıp hem de ona moral vermek için Moğolistan’a gidelim dedim.
Beni düşüncelerimden ayıran iki kadının bizi bir yere götürüp yıkaması ve elimize eski bir Türk kıyafeti tutuşturmasıydı. Bunlar ne ara oldu anlamadım bile. Elimizdekileri hızlı ama dikkatli bir şekilde giydikten sonra birbirimizi süzdük. İkimizde eminim bu obanın en güzel kızı olmuştuk. Kadınlar içeri girdikten sonra bizi hayran hayran süzdükten sonra biri benim diğeri Seranın saçını dönemin süslü tokalarıyla ördükten sonra tuzumuza
- Gök tanrı sizi korusun. Bu nasıl bir güzelliktir.
Utanıp başımı yere eğdim. Şöyle söyleyeyim utanan bir kız değilim ama biri beni övünce ne yapacağımı şaşırıyorum. Otakdan dışarı çıktıktan sonra resmen obanın kadınları buraya dizilmişlerdi. Kadınları atlattıktan sonra etrafta yürüyen tek tük erkek bizi görünce yerlerinde kalakalmış nereye gideceğimizi beklemeye başlamışlardı. En sonunda büyükçe bir otağın önünde durduğumuzda geldiğimizi haber ettikten sonra girmemize müsaade edilmişti. Mete Hanın orada olduğunu bilmek düşüncesi bile çok heyecanlanmamı sağladı. Ne oluyor be tövbe tövbe. İçeriye girdiğimizde Herkes bize doğru bakmıştı. Ben gözlerimle onu arayıp bulduğumda keşke bakmasaydım demiştim. Adamın beni süzerken ki bakışları hiç iyi değildi çünkü iyi olsaydı eğer böyle tuhaf bir duygu hissetmezdim değil mi? en sonunda gözlerimiz tekrar kavuştuğunda salaklık yapıp gözlerimi kaçırmıştım. Teoman Hanın yanındaki kadın bize ezici bir sesle
-demek gökten geldiniz. ben Teoman hanın eşi Yen-Sih
Teoman Han Yen-Sih'e baktıktan sonra
- ben Hun imparatoru Teoman’ım. Sizin gökten geldiğiniz doğru mudur?
Akay söze girerek
- gözlerimle gördüm hanım. Gök Tengri onları bize yoldaş olsun diye göndermiş.
Teoman han birine el işareti verdiğinde yüzünü kapatacak şekilde giyinmiş olan adam elindeki davul gibi şeyi çalmaya başladı. Bunun bir şaman olduğunu anladım ama eski Türkçede şamanlara kam denirdi. Adam elindeki davulla etrafımızda dönmeye başladı. Seraya baktığımda kızın resmen gülmemek için kıpkırmızı olduğunu gördüğüm için gülmemi zor olsa da bir şekilde bastırdım. Şu kam da ne yapmaya çalışıyor hiç anlamadım. En sonunda tam önümde durduğunda Tekrar sesli bir şekilde elindeki davula vurdu. Aynı şeyi 3 kez tekrar tekrar yaptı en sonunda büyük bir sessizlik oldu. Sonra kam konuşmaya başladı.
- Akay hatun doğruyu söyler. Bize doğru dönüp isimlerimiz nedir?
-Sera...
- Kayra...
En sonunda tören bittiğinde bizi yer sofrasına davet ettiler. Oturduğumuzda sofrayı kontrol ettim. Ortada koskocaman bir sanırım kuzu eti vardı. Yanımda sağımda Akay ve kam solumda ise Sera vardı karşımda da Anladığınız gibi Metehan oturuyordu. Acaba şuan çaktırmadan baksam ne olur ki. Gözlerimi önündeki boş tabaktan yavaşça kaldırıp Metehan baktığımda sanki gözlerimi Teoman hana çeviriyormuş gibi yapıp Teoman hana baktım. Yine Anladığınız gibi çünkü adam zaten bana bakıyordu. Teoman hanin hemen yanına oturmuş olan bir çekik göz - muhtemelen bu Yen- Sih den olma veliaht prensti. Yen-Sih ne kadar Çinli bir prenses olduğu için onun oğlunun veliaht olması imkânsızdı. Ama bu kadın Teoman hanın aklına girdiği için Metehan yerine bu adam veliaht olmuştu- seraya bakıp:
- Çok farklı bir güzelliğiniz var. Gök tanrı yanındaki kadınlar için çok özen göstermiş galiba.
Tövbe Tövbe duyma Allah’ım. Sera elindeki çömlek kâseyi sakince yerine koyup:
- Gök Tanrı bizi ne kadar görüp cömert davrandıysa sizi de o kadar aceleye getirip göndereyim demiş.
İçtiğim su boğazımdan geçişini hissede biliyorum. Metehan'a döndüğümde eğlenen bakışlarına bakakaldım. Seraya döndüğümde içinden düşündüğünü sandığını fark ettim. ‘’Sera seninle tanışmak güzeldi.’’ Teoman Han konuşulanlar hiç olmamış gibi Metehan'a:
- sana verdiğim askerlerin takdimini yarın ki toyda yapacağım.
Askerler mi? Teoman han Mete hana özür olarak verdiği 100.000 çadırlık birlikten seçilen elit askerlerle öldürülüyordu. Bu askerler Mete Hanın özel eğitiminden geçen askerlerdi. Muhtemelen eğitilmişler ki takdimi yapılıyordu değil mi? Buda Teoman hanın ölümünün yakın olduğunun kanıtıydı. Olacaklardan dolayı rengimin kaçtığına ve ellerimin titremeye başlamasına yemin edebilirim. Boşlukta bulunarak Mete hana baktığımda gözlerini kısarak babasına baktığını fark ettim. Sera elimi tutup sessizce fısıldayarak " Kayra iyi misin?" Başımı hayır manasında sallayarak tüm vücudumu Seraya döndüm. Bazen beni nadir bir şekilde panik atak tutardı sanırım şu anda panik atak geçiriyordum. Sera tüm vücudumu kendine çevirdiğimde sadece ellerimin değil vücudumun da titrediğini fark ettim.