"Son uyarı! Yaşam alanında kimliği belirsiz insan tespit edildi. Destek kuvvetlerine çağrıyı durdurmak için son on, dokuz..."
Gözlerimi araladım, bedenime çarpan dalga her hücremi parçalamış gibiydi. Kaşlarımı çatarak araladığım gözlerimle etrafa bakındığımda bir siluet görür gibi oldum. O sırada görüşümün aslında net olmadığının farkına vardım. Gözlerimi birkaç kez kırparak yerimde doğrulmaya çalıştığımda başım döndü, yeniden dizlerimin üzerine yığılacağım sırada biri kolumdan yakaladı. Dudaklarımın arasından firar eden çığlık ile kendimi geriye attığımda sırtım kapıdaki güvenlik duvarına çarptı. Nefes nefese bir halde bileğimi kaldırdım. Kimliğimi okutup güvenlik duvarından çıkabilirdim. Böylece bu kimliği belirsiz kişi içeride tıkılı kalırdı ve polisler gelip onu alırdı.
Polisler...
Polisler gelmemeliydi.
"...3." dedi dijital ses. Destek kuvvetlerini çağırmak için son üç saniye. Destek kuvvetleri birkaç dakika içinde olay yerine gelmekle ünlülerdi.
Yakalanırsam başka gezegene gönderilirdim.
Evimde olan yabancının henüz yüzünü bile göremeden hızla uyarı duvarına atıldım.
"1." dediğinde şifreyi girdim ve bileğindeki dijital kimliği okuttum.
"Destek kuvvetlerine çağrı sonlandırılmıştır. Destek çağırmak için 901 numaralı hatta şikayetinizi bırakabilirsiniz. Dünyada gezegeninde sınırlı yaşamlar dileriz."
Sesin son söylediğiyle ekrana vurduğumda arkamdan bir ses geldi. Öksürük gibiydi, bir erkek sesine ait öksürüktü. Elim ekranda öylece kaldım, arkama dönemedim. Evimde bir yabancı vardı. Kimliği belirsiz biri vardı. Eğer biri herhangi bir gezegende birinin evine girerse girişte kimliği taratılırdı, bu otomatik olarak gerçekleşirdi. Son yüz iki yıldır yeni ev sistemlerinin güvenlikleri yüzde bin oranında artış göstermişti. Evimde olan kişi kimliği belirsiz olandı. Bu dünyada doğan herkesin doğuştan kimliği olurdu, bedeninde kayıtlı olurdu. Ölsen de ölmesen de. Benim ki biraz illegal oluyordu ama dünyada işler sanıldığı gibi tertemiz değildi.
"Bunu anlaması biraz zor olacak." dedi arkamdaki ses. Genç bir erkekti, sesi kararsız ve endişeli çıkıyordu. "Ben geçmişten geliyorum." dedi, gözlerim korkuyla büyüdü. "Daha kolay anlatamam, direkt öğrenmen en iyisi."
Arkamı dönmek, yüzüne bakmak istedim ama kaskatı kesilmiştim. Şimdiki dünyada bile geleceğe yolculuk söz konusu değilken bu nasıl mümkün olabilirdi?
"Neden buraya geldim bilmiyorum, oysaki laboratuvarımın on yıl sonraki halinde olmalıydım. Sadece on yıl..." Sesi daha da endişeli çıkmaya başladı. "Maskeyi çıkartmak istiyorum, nefes alamıyorum. Virüs hala var mı?"
O an kendimi ona dönerken buldum. Virüs dünyada en son bin yıl önce görülmüştü. Corona Virüs diye adlandırılıyordu, tarih kitaplarında yüzyılın daniskası diye geçiyordu. Çünkü virüs bir yalandı, yüz yılda bir ortaya atılan virüslerden mutasyona uğratılmış bir hastalıktı. Dünyada nüfusu azaltmak, kontrole almak için uydurulan, dağıtılan bir yalandı. Corona Virus dünyada üç yıl hüküm sürmüştü, nüfusun yarısını katletmişlerdi ve gerçek ortaya yüz yıl sonra çıkmıştı. Yüz yıl sonra aynı virüsün geliştirilmiş halini dünyaya salınca insanlar bu kez uyanmıştı. Çünkü devir o zamanlar teknoloji devrinin başlangıcıydı. Şimdi ise sonu.
Karşımda, kat kat taktığı işlevsiz maskelerini iplerini çekiştiren, yirmili yaşlarında bir erkek vardı. Siyah saçları, siyah gözleri ve sivri bir çenesi vardı. Gözleri küçük, burnu biçimliydi. Şimdiki zamanda insanların görünüşleri de değişmişti. Hepsini dünyada kalan tarihi eser statüsündeki kitaplardan öğrenmiştim. Dünyada kitap okumaktan başka yapacak pek bir şey kalmamıştı. Diğer gezegenler çağın çok ilerisindeydiler. Kağıtlar, baskılar ve kitaplar onlara göre değillerdi. Bütün kitaplar dünyadaydı. Dijital kopyaları ise bütün gezegenlerde.
Eski zamanda insanların gözleri, ağızları, burunları ve yüzü... Her şeyi çok daha küçüktü. Şimdiki insanların ki ise bir tık daha büyüktü, tabii vücut yapımıza orantılı bir şekilde. Onlarınki de öyleydi ama gözüme çok farklı geliyordu. Benimkilerin yanında çok minik kalan gözler...
Maskelerini çoktan çıkarmıştı, yüz hatlarını o şekilde görebilmiştim. Herhalde benim maske takmadığımı görmek onu rahatlatmıştı.
"Nefes alamıyorum." diyerek derin bir nefes çekmeye çalıştı. "Acaba geleceğe yolculuk etmenin yan etkilerinden biri mi? Hesaplarıma göre sadece bulantı, baş dönmesi gibi küçük belirtiler olmalıydı."
Elimi karnına götürdü ve yanaklarını şişirdi. "Sanırım kusmam gerekiyor."
Hala ağzım yarım açık ona bakıyordum. Kendi kendine konuşuyordu fakat bana anlatıyordu.
"Lavabo ne tarafta?" diye sordu, elini ağzına bastırdı. "Odana kusacağım."
Elimi çarçabuk güvenlik duvarına okuttum, kırılmaz cam duvar silikleşerek kayboldu. Cam duvarın içinde lazer ışınları vardı.
"Koridora çık, kapısı açık." diyebildim en sonunda, bu ona kurduğum ilk cümleydi.
Kafasını sallarken yaklaştı, hemen ondan uzaklaşarak odanın diğer ucuna geçtim. Kapıdan koşarak çıktı ve banyoya ilerledi. Arkasından baktım kaldım.
Evimde geçmiş dünyadan gelen biri vardı. Olduğu yıldan sadece on yıl sonrasına geldiğini sanıyordu ama yanılıyordu. Muhtemelen bin yıl sonrasına gelmişti. Nasıl gelmişti? Bu nasıl mümkün olabilirdi?
Kusma seslerini duydum, endişem iyice arttı. Ya evimde ölürse? Onun için destek bile çağıramazdım. Onu yalnız başıma bahçeye gömmek zorunda kalırdım. Bin yıl önceki diziler, kitaplar gibi...
Koridora çıktım, banyonun önüne ilerledim. Onu gördüğümde kusma işini bitirmiş suyu açmaya çalışıyordu. "Su yok." dedim en sonunda, bana baktı. "Sadece içilecek kadar kalmış, raftaki mendilleri kullan. Mutfakta biraz su olmalı."
Bana cevap vermesini beklemeden merdivenlere yöneldim ve aşağıya indim. İçme suyunun seviyesine baktığımda sadece üç litre kaldığını gördüm. İnanılmaz!
Bardak alıp su doldurdum. Arkamı döndüğüm anda onu karşıma dikilmiş halde buldum. Neredeyse suyu dökecektim. Hemen geri çekildim. Elimdeki bardağı ona uzattım. Bardağı aldı ve içmeden önce bakındı. Hala zor nefes alıyordu. Bunun zaman yolculuğuyla alakası olduğunu sanmıyordum. Bin yıl önce oksijen seviyesi harikaydı. Alışması zaman alırdı ve hatta oksijen maskesiyle dolaşması gerekebilirdi.
"Bakalım on yılda ne değişmiş." diyerek suyu içtiğinde yavaşça yutkundum. Bin yıl!
Suyu içti ve hemen yüzünü buruşturdu. "İğrenç. Su diye bunu mu içiyorsunuz?"
"Ne?" diyebildim, suyumuz çok güzeldi. "Ondan daha iyi su bulamazsın."
"İnanamıyorum." diyerek bardağı yanımdaki tezgaha bıraktı. "Tadı kusmuğumdan bile beter."
"Saçmalama istersen. Sen bir de Mars suyunu gör, sadece acı." diyerek arada Mars'ı gömdüğümde gözleri büyüdü. "Mars'ta gerçekten su var mıymış?" Hevesli görünüyordu, yeni bilgiye muhtaçtı. "O halde orada yaşayabiliriz. Çok iyi, demek ölmeden Mars'ı görebileceğim."
"Dünya varken..." diye homurdanarak tezgaha doğru geriledim. Kendime temiz bir bardak alarak su doldurdum.
"Dünya ölüyor." dediğinde içtiğim su boğazımda kaldı. Gülmeden edemedim.
"Hangi yıldan geldin tam olarak?" Belki de bilmediğim bir virüs vardı, aslında yakın bir zamandan gelmişti. Ya da henüz teknoloji devrinde bile yaşamamıştı, bilgisizliğin cümleleriydi bunlar.
"2021." dediğinde düşüncelerim onaylanmış oldu.
"Sana kötü haber." dedim, o an dayanamadım ve acı gerçeği yüzüne vurmak istedim. "3021 yılındasın."
Gözleri korkuyla büyürken aldığı kısa nefes boğazında kaldı. Sonrasında eli ağzına gitti ve yeniden midesinin bulandığını anladım. Bu kez banyoya yetişemeyecekti. Bunu o da anlamış olmalı ki kendini mutfak lavabosuna doğru attı. Kustuğunu duyduğumda parmaklarımla burnumu tıkayarak kapıya ilerledim.
"Pencereler açılsın." dediğimde ev gece modundan çıktı ve pencereler açıldı. İçeri temiz hava girdiğinde kapıyı da açtım.
Bin yıl öncesinden gelen adamın çok daha fazla oksijene ihtiyacı olacaktı. Tabii benim de suya.
Evimde geçmişten gelen ve zamanından sadece on yıl sonrasına gideceğine inanan genç bir adam vardı. Bin yıl önce bu evin olduğu arazide evi olduğunu savunuyordu. Mucizevi Dünya suyuna kusmuğumdan beter diyordu. Bin yıl önce olduğu gibi Mars’ta yaşam hayallerini süslüyordu ve Dünya’nın öldüğünü savunuyordu.
Tam bir Mars kafalı!
Her şeyi geçtim, geçmişten gelen bir adamdı!
Acaba odamda bayıldıktan sonra derin bir rüyaya dalmış olabilir miydim? Zamanda yolculuk günümüzde bile var olmayan bir şeydi. Aramızda bin yıl vardı ve geçmişten geldiğini iddia ediyordu. Bin yıl önce zamanda yolculuk bulunmuş olsaydı bu günümüze de yansımaz mıydı?
Belki de kendi zamanına hiç dönmediği için yansımamıştı. Ya da zamanda yolculuk yaparak yeni bir paralel evren yaratmıştı ve bu evrende zamanda yolculuğun kalıntıları yoktu.
Dünya’nın sonunun geldiğine inanılan 3021 yılında paralel evrenlerle ilgili ortaya atılan binlerce teori vardı. Fakat hiçbir teori paralel evrenlerin varlığını kanıtlayacak nitelikte değildi. Kanıtlanabilmesi için öncelikle birinin paralel evrene gitmesi ya da oradan birinin gelebilmesi gerekiyordu. Kanıt olmadan hiçbir değeri olmayan teorilerdi işte.
Fakat eğer geçmişten gelen adam gerçekse bu kanıtlanabilir demek oluyordu. Sonuçta olduğumuz yılda zaman yolculuğu başarılmış bir deney değildi. Bu adam gerçekse bin yıl önce başarıldığının kanıtıydı. Şimdiki zamanda zamanda yolculuk yapıldığına dair bir kanıt ortada olmadığına göre de ya onun yarattığı bir paralel evrendeydik ya da zaman yolcusu hiçbir zaman kendi tarihine dönmemişti.
Bunlar sadece benim varsayımlarımdı ya da sadece bir rüya!
“3021 yılında olamam.” diye hayıflanarak yanıma geldi zaman yolcusu. Teni solgun görünüyordu. Gözlerinin için kan çanağına dönmüştü ve şişmişlerdi. Kusmuş olmasına rağmen ağzından kötü bir koku yayılmıyordu çünkü muhtemelen ağzını o beğenmediği Dünya suyuyla çalkalamıştı.
Acilen su takviyesi yapmam gerekiyordu çünkü bu gidişle evimin her tarafına kusacaktı.
“Ben de bir zaman yolcusuyla yan yana olamam.”
Bir an duraksadı, gözlerime uzunca bir süre tek kelime etmeden baktı. Gözlerini açık tutmakta zorlandığını fark ettim o an. Sanırım yaptığı bin yıllık zaman yolculuğu her dakika etkisini daha çok gösteriyordu.
“Başım dönüyor.” diye mırıldandığında derin bir iç çektim. Bir zaman yolcusu evimde ölecekti!
“Koltuğa uzanmaya ne dersin Zaman Yolcusu?”
“Benim adım…” Cümlenin devamını getiremeden olduğu yerde sendeledi. Refleks olarak ona uzandım ve kolundan tutarak destek oldum. “Ben…”
“Adını çok da merak etmiyorum.” Onu koltuğa doğru çekiştirmeye başladım. “Sadece hayatta kalmaya çalış. Seni gömersem her yerim kirlenir ve yıkanmak için yeterince suyum yok.”
“Sen çok…” diye lafa girdi fakat tamamlayamadan bir kez daha sendeledi. “Başım çok dönüyor.”
“Biraz dayan.” dedim ve birkaç adım sonra koltuğa ulaşabildim. Dengesini iyice yitirdiğinde onu düzgün bir şekilde koltuğa yatıramayacağımı anlamışım. Koltuğa doğru atarcasına bıraktığımda bacaklarının yarısı dışarıda kalmıştı.
“Sakın düşme.” diye homurdanarak bacaklarından tuttum ve koltuğun üzerine atmaya çalıştım. Çok ağırdı. Aslında kilolu değildi fakat boyu çok uzundu. Benden en az elli kilo fazlası olduğuna yemin edebilirdim.
“Adım Karya.” diye fısıldadı. “Gerçekten geçmişten geliyorum.”
Koltuğun üzerinde zorla tuttuğu eli kontrolü dışında yere doğru sarktığında bayıldığını anladım. Öylece başında beklerken avucumu birkaç kez alnıma vurarak bildiğim bütün küfürleri sıraladım.
Adı Türkçeydi ve bu topraklar bin yıl önce Türkiye olarak adlandırılıyordu. Bütün Dünya devletleri bir araya gelince topraklardaki ülke adlandırmaları kaldırılmıştı. Sadece şehir adlarını kullanıyorduk ve ülkeler yerine sadece Dünya diyorduk. Şu an üstünde bulunduğumuz şehrin adı şimdi olduğu gibi İstanbul olarak adlandırılıyordu. Dünya’nın en verimli topraklarında yaşıyorduk. Bilinene göre, yaşam burada ve sadece birkaç Dünya şehrinde vardı.
Bu bir rüya değilse doğruyu söylüyor olabilirdi.
O gerçekten bir zaman yolcusu olabilirdi ve bu benim başımı fena halde derde sokardı. Onu zamanına geri dönmeye ikna etmek zorundaydım.