İlk gezdikleri müze çıkışı, ana cadde üzerindeki restoranlardan birisinde yemek için mola verdiler. Nilda hazır fırsatını bulmuşken, çekinerek ertesi günkü kermesten bahsetti.
"Yarın belediyenin düzenlediği yardım kermesinde çalışmam gerekiyor. Gezimize bir gün ara versek senin için sorun olur mu?"
Mehmet tabağındaki yemeğinden son bir çatal alıp ağzını peçeteye sildi. Sanki duyduklarını önemsemiyormuş gibi masadaki cep telefonunun ekranına bakarken, "Sorun olmaz. Ancak buradaki vaktim çok uzun değil. Birkaç gün sonra dönmem gerekiyor," dedi.
Onun itiraz etmesinden korkarken dönmekten bahsetmesi üzerine nedensiz yere içinde bir boşluk hissetti. Daha yeni tanışmalarına, hakkında hiçbir şey bilmemesine, hatta zaman zaman bakışlarından huzursuz olmasına rağmen, ona alışmaya başladığını da ilk kez o zaman fark etti. Tabii bozuntuya vermemek için tıpkı onun yaptığı gibi umursamaz görünmeye çalışarak, "Sanırım bu küçük şehirden çabuk sıkıldın," dedi.
"Hayır, sıkılmadım. Sadece işler beklemeye gelmez."
"Acaba beklemeyecek kadar mühim olan iş ne?" diye düşündü. Evli olabilir miydi? Hiç sanmıyordu. Öyle olsaydı parmağında yüzük olurdu. Nilda merakını gidermek için ne iş yaptığını ona sormak istese de son anda vazgeçti. Onun yerine gezi planlarının üzerinden geçti. "Pazar günü kiliseyi, pazartesi eski çarşıyı gezeriz. Zaten burası küçük bir yer olduğu için sana gösterebileceğim başka bir yer kalmadı."
Mehmet, onun ses tonundaki gerginliği hissedebiliyordu. Hatta göz göze gelmemek için sürekli olarak çevresiyle ilgileniyormuş gibi davrandığını da... Çünkü Nilda duygularını öyle kolay saklayabilen bir kız değildi. Onu etkilemeye başlamanın gururuyla, "O zaman ikinci müzeyi ziyaret etmek için kalkalım hadi," dedi.
Mehmet hesabı ödedikten sonra yakınlarda olan diğer müzeye gitmek için ana caddede yürümeye başladılar. Yol kenarındaki çiçekçinin önüne geldiklerinde Nilda saksıları süsleyen ortanca çiçeklerini fark etti. Aklına Behiye geldiğinde gülümsedi. Yıllardır onun bu çiçeğe olan tutkusunu bir türlü anlamasa da kokmamalarına rağmen kendisi de Behiye gibi ortancaları çok seviyordu. Mehmet, onun pembe ve mavinin tonundaki çiçeklere sevgiyle dokunduğunu gördü.
"Bitkileri seviyorsun," derken Nilda gözünü kısarak ters bir bakış attı. "O bitki değil, ortanca çiçeği."
Genç adam, onu dinlemiyormuş gibi arkasını dönüp, yürümeye devam ederken, "Ama bu onun bitki olduğu gerçeğini değiştirmez," diye cevap verdiğinde Nilda yaptıkları gereksiz muhabbete inanamadı. Konuyu değiştirmek için adımlarını hızlandırarak ona yaklaştı. Yakınlarındaki parkı göstererek, "Kestirme bir yol biliyorum," dedi.
Birlikte parktan geçerken Mehmet'in telefonu çaldı. Genç adam, görüşmenin gizliliği nedeniyle parmağıyla bir dakika işareti yaparak ondan uzaklaştı. Nilda, onun telefon konuşmasını sonlandırmasını beklerken birkaç metre ilerisinde seksek oynayan kız çocuklarını gördü. Aklına kendi çocukluğu geldi. Ailesiyle yaşadığı mutlu günleri hatırlayıp onların özlemlerini tüm kalbinde hissetse de kendini çabuk topladı. Çocukların yanına yaklaşıp, onları izlemeye başladığında Emre'nin doğum günü partisinden sonra ilk kez içtenlikle tebessüm etti.
Mehmet ise telefondaki ısrarcı babaannesine akşam eve geçtiğinde, onu arayacağını söyleyerek ikna etmeye çalışıyordu. Fakat karşısındaki yaşlı kadın, hiç de onu dinliyor gibi değildi. "İki gündür beni arayacağını söyleyip duruyorsun ama aramıyorsun! Ne o, yoksa o şeytan seni etkisi altına almayı başardı mı?"
Mehmet, Nilda'nın kendisinden uzak olduğundan emin olmak için dişlerini sıkarak, arkasını döndüğünde gördüğü şeye inanamadı. Küçük bir kız çocuğu gibi etrafındaki çocukların hayran bakışları altında seksek oynuyordu. Ve babaannesinin söylediği gibi bir şeytana da benzemiyordu. Tam aksi, o kadar masum ve sevimli görünüyordu ki, tıpkı bir melek gibiydi. Her hareketiyle savrulan bukle bukle saçlarını kulaklarının arkasına yerleştiren Nilda, Mehmet'in onu izlediğini fark ettiğinde, tebessüm ederek el salladı. Genç adam hemen sırtını dönüp, "Beni duyuyor musun Mehmet?" diyen babaannesine cevap verdi. "Lütfen babaanne, sana söz veriyorum, akşam seni arayacağım. Şu an kız yanımda, rahat konuşamıyorum."
Yaşlı kadın, "Eğer aramazsan ben oraya gelirim!" diye tehdit savurarak, telefonu torununun yüzüne kapattığında Mehmet zamanın iyice daraldığını anladı. Verdiği sözü bir an önce yerine getirmezse babaannesi tamamen kontrolden çıkacaktı.
Günün geri kalan kısmında ikinci müzeyi gezip sonrasında sahilde kurulan takı fuarına gittiler. Nilda, tezgâhlardan birisinde bulunan gümüş kolyelere ilgiyle bakarken Mehmet de onu izliyordu. Tam bu sırada on sekiz yaşlarında, genç bir çocuk Nilda'ya kazara çarptığında ortam birden gerildi. Mehmet, çocuğun kolundan tutup öldürücü bakışlarıyla bağırdı. "Biraz dikkat etsene!"
Onun bu tutumu çevrelerindeki insanların bakışlarını üzerlerine toplarken hem Nilda hem de ona istemeden çarpan çocuk şaşkındı. Genç kız yere düşen çantasını alıp hemen araya girdi. "Tamam sinirlenme! Kazayla oldu."
Mehmet, çocuğu iterek, kendilerinden uzaklaştırırken Nilda onun ruh hâlinden ürktü. Siyaha yakın gözleri her zamankinden daha karanlık bakıyordu. Tanıştıkları günden beri, genç adamın bir kez bile güldüğünü görmemişti. Her zaman kaya gibi çok katıydı. Ancak o anki bakışları, korkutucu boyuttaydı. Kaçar gibi yanlarından giden çocuğun arkasından bakarken titrek ses tonuyla, "Benim gitmem gerekiyor," dedi.
Mehmet onu korkuttuğunu anlamıştı. "Üzgünüm. Sana kasıtlı çarptığını düşünerek sinirlerime hâkim olamadım," diyerek güven vermeye çalıştı ve yakınlarındaki tezgâhta gözüne çarpan kolyeye uzandı. Eline aldığı, ucunda siyah gül olan kolyeyi zincirinden tutarak, "Bu sana çok yakışacak," dedi.
Nilda, genç adamın anlık değişen tavırları ve seçtiği kolyeyle daha da şaşırdı. Çünkü siyah gül, üzüntünün ve ölümle gelen vedanın rengiydi. Onun ne yapmaya çalıştığını anlamaya çalışırken, Mehmet arkasına geçip kolyeyi boynuna taktı. "Çoğu insan aksini düşünse de ben de İrlandalılar gibi siyah gülün cesaret ve direnci simgelediğini düşünüyorum."
Duyduklarından tatmin olmasa da boynundaki siyah güle parmak uçlarıyla dokunurken, "Bunu bilmiyordum," dedi.
Mehmet bir kez daha amacına ulaşmıştı. Birkaç dakika önce korkuyla gerilen kızın ruh hâlini değiştirmenin bu kadar kolay olacağını daha önce tahmin etmemişti. Ama işini garantiye almalı, onunla biraz daha vakit geçirmeliydi. "Sahilde biraz yürüyelim mi?"
Günün son ışıkları süslediği gökyüzünden ağır ağır çekilirken birlikte kumsalda yürüyorlardı. Ayaklarına çarpan dalgaların bıraktığı hisle gözlerini sımsıkı kapatan Nilda, tekrar açtığında birkaç adım önünde yürüyen adama baktı. Dizlerinin az altına kadar katladığı pantolonu, dirseklerine kadar kıvırdığı gömleği ve sol elinde tuttuğu ayakkabılarıyla başka biri gibi görünüyordu. O karanlık, tutarsız hâlinden öylesine uzaktı ki... Biraz çekici, fazlasıyla şirindi. Onun bu yarı serseri görünüşü hoşuna giderken, Mehmet yerden aldığı çakıl taşını denize fırlatıp suyun yüzeyinde birkaç kere sektirdi. Sonra Nilda'ya döndü ve olduğu yerde bekleyerek onun elindeki sandaletleriyle kendisine yürümesini izledi. Genç kız, tam karşısında durduğunda hiç beklenmedik bir hareket yaptı. Rüzgârın yüzüne savurduğu uzun saç tellerini eliyle geriye itti. "Artık yavaş yavaş dönelim mi?" Nilda, onun bu tavrına inanamazken Mehmet yönünü geldikleri yola döndü.
Akşam yatağına giren Nilda, bir süre sahaftan aldığı kitabı okusa da bir türlü dikkatini veremedi. Gün içinde Mehmet'le yaşadıklarını düşünmeden duramıyordu. Tıpkı bir kahraman gibi ortaya çıkıp haraç isteyen adamla kavga etmesi, yaralanmasına rağmen bunu önemsememesi, fuardaki çocuğa sırf yanlışlıkla çarptı diye gösterdiği tepki ve sonrasında hiçbir şey olmamış gibi ucunda siyah gül olan gümüş kolyeyi elleriyle boynuna takması, kumsalda yüzüne dökülen saçlarına dokunması... Gün içinde onunla yaşadığı her şey aklını meşgul ediyordu. Başucundaki komodinin üzerinde duran kolyeyi avuçlarının arasına alarak pencere kenarına gitti. Perdeyi aralayıp, ışığı yanan karşı eve bakarken pencerede gördüğü karaltıyla hemen geri çekildi. Kimdi bu adam? Ve neden ondan bu kadar etkileniyordu?