PROLOG
Benim adım Narin. Narin Demirbağ. Yani öyle sayılır… Aslında ben yokum. Kimse beni görmek istemedi; varlığım, bir toz zerresi gibi havada asılı kaldı. Nüfusta bir ismim, kimlikte bir yerim, yaşadığımı doğrulayan tek bir belge bile olmadı. Babam beni istemedi. Ne isminin ardında bir iz bırakmak, ne de kendi soyundan kabul etmek için çaba harcadı. "Ölür bu." dedi. "Güçsüzdür." Sanki doğduğum an bana bu damgayı vurdu. Zayıf, cılız, ad sahibi olmayı bile hak etmeyen biri. Ama ben yaşadım, bütün o yok saymalara rağmen. Zayıf bedenime rağmen. Soluğum hala içimde, inadına her gün biraz daha dolarak...
Biz Mardin’ de, kıraç topraklarla çevrili bir köyde yaşıyoruz. Dağların eteğinde, taş evlerin birbirine omuz verdiği, sokaklarında kuraklığın tozunun dolaştığı bir köy. Etrafımıza baktığınızda, yeşillik görmek nadir bir lüks gibi gelir. Ağaçlar bile burada zor nefes alır, dalları kurur; tıpkı içimizdeki umut gibi. İşte ben de böyle bir yerde büyüdüm, bir umut tohumunun filizlenip de güneş görmeden soldurulduğu gibi...
Annem, babamın ikinci eşi. İlk eşi genç yaşta, ardında iki oğul bırakarak bu dünyadan göçmüş. Oğullar, babamın hayatta bir erkek varisi olduğunu ona hatırlatan tek güvenceymiş. Babam, "Soyumu yaşatacak bir erkek var nasılsa." diyerek başını başka tarafa çevirmiş. Bir zaman sonra annemle evlenmiş. Annem ona bir kız çocuğu, Dicle Abla’ mı dünyaya getirmiş. Bu köyde kız çocuklarına yer vardır ama varlıkları da yük gibi görülür. “Kadının kaderi, erkeğin kahrını çekmektir.” derler buralarda. Babam, Dicle Abla’ nın doğumunu çok da umursamamış. Erkek evladı zaten varmış; bir kızın varlığı neyi değiştirirdi ki?
Annem bir süre sonra yine hamile kalmış. Babam bu defa erkek olmasını bekliyormuş. Zaten içindeki o aşırı istek olmasa belki annemi daha fazla çocuk doğurmak için zorlamazdı. Ama beklenen bebek dört aylıkken düşmüş. "Erkekti o." diyerek daha da içine kapanmış. Annemle arası da bu yüzden açılmış bir dönem. Oradaki detaylara girmeyelim. Hani karnından sıpayı sırtından derler ya. Öyle işte. Annem, üzülmüş elbet ama yapacak bir şeyi yokmuş. Allah’ tan gelen bir kader işte… Annem bir süre çocuk sahibi olamamış. Yine de bir gün hamile kalmış ama kaderine bak ki bu defa ben doğmuşum; narin, zayıf bir kız çocuğu. Babam, beni ilk kez eline aldığında yüzünde o soğuk hayal kırıklığını görmüş annem. Öylesine, sıradan bir anmış gibi başını çevirmiş. Babam bana bir ad bile koymamış. Gereksiz bir yükmüşüm sanki. Epey bir zaman sonra, artık yaşadığım kesinleşince, annem adımı sormuş ona, belki içten içe bana bir yer açmak istemiş bu dünyada. Babam, isteksiz bir şekilde, sanki nefesini zorlayarak "Narin." demiş. O kadar. Adım böyle konmuş, ama kimlikte yerim yok. Resmi olarak ben hiç doğmamışım gibi. Uğraşmamış babam.
Dicle Abla kimliği olduğu için ilköğretimi okuyabildi. Babam izin vermiş ama sadece o kadar. Sonrası ona göre vakit kaybıydı. Zaten, bir kadının okumasının ne anlamı vardı ki? Okul ona göre erkek çocukları içindi, o da bir yere kadar. Sonra tarlada, bahçede çalışacaktık işte, hayatımızın geri kalanında bir nevi kendimizi eritecektik. Dicle Abla' mın elinden gelen tek şey, gizlice bana okuma yazma öğretmeye çalışmaktı. Kendi bildiklerini bana da öğretmek istemişti. Bu küçük çabayla ben de harfleri, rakamları tanımaya başlayacaktım. Ne kadad sevinmiştim. Kitap bulmak bizim için zordu ama köyde öğretmenden alınmış eski bir defter bulabilmiştik. Üzerinde çizikler olan, kopmuş yapraklarını bile özlemle bakarak çevirdiğim bir defterdi. Her boş sayfası benim için bir hayaldi; o sayfaları doldurmak, hayatı orada öğrenmek istiyordum. Ama bir gün, babamın bütün bu çabalarımızı fark ettiği bir gün, öyle bir sinirlendi ki evde ne kadar defter, kalem varsa yaktı. İçinde, o defter de vardı. Hayatta belki de en çok o gün ağladım. Bebekken bile böyle hıçkıra hıçkıra ağlamadım. O gün ruhumda derin bir yara açıldı; ilk kez gerçekten, hayatta hiçbir yere sığamayacağımı hissettim.
"Annenin kaderi kıza." derler ya, bende de böyle olacaktı. Babamın gözünde kadın olmaktan öte bir geleceğim yoktu. İyi bir koca bulup ona hizmet etmek, belki birkaç çocuk doğurup onların hizmetinde yaşlanmak… Bu hayata adım atarken kaderimin bu olduğunu daha bilmeden kendimi oraya sürüklenmiş buldum. Bir gün daha da büyük bir acı yaşayacağımı, o günkü gözyaşlarımdan bile fazla ağlayacağımı henüz bilmiyordum.
Bazen, köyün dışında, vadinin uçurumundan aşağı bakarım. Özgürlük gibi gelir o derinlik, uçsuz bucaksız bir hayal kurdurur insana. Uzaklarda başka dünyaların var olduğunu, başka bir hayatın nefesini hissettirir. Rüzgar saçlarımı savurur, sanki bana “Koş, kurtul!” der gibi. Ama sonra dönüp köyümüze bakarım, bir yanı yıkık dökük evler, susuz kalan topraklar… İşte o zaman, bana ait olan hayatı, ait olduğum yeri anlarım. Annemin kaderi, ablamın kaderi, hepsinin kaderi işte… Kaderi ya da kederi. Ama içimde hala bir yerlerde bir umut kırıntısı var; belki bir gün bu köyden çıkabilirim. Belki bir gün ben de var olabilirim, kendimi bulabilirim.
Şimdi, burada bu taş evde, toprak damların altında, babamın gölgesinde sıkışıp kalmışken bile bir yanım hâlâ o uçsuz bucaksız dünyalara gitmek istiyor. Belki ben yokum, belki bir kimliğim bile yok… Ama içimdeki ses bana, bir gün bu kaderin değişebileceğini fısıldıyor.
....
Dicle' nin Fırat Abi' ye geç geleceğini haber vermek için beni göndermiş olmasına içten içe biraz sinirlendim. Sanki başka kimse kalmamış gibi beni göndermişti. Fırat Abi bana soru sorarsa ne diyecektim? “Ablamı istemeye geldiler, o yüzden gelemedi,” mi diyecektim? Yalan söylemeyi hiç sevmem ama bu durumda nasıl doğruyu söyleyecektim? O yüzden içimden dualar okuyarak bir şeyler sormamasını diledim.
Bir yandan da abim aklıma geldi. Her ne kadar Fırat Abi' yi kendine rakip gibi görüp sevmese de Dicle ve Fırat birbirlerini gerçekten seviyordu. Küçük abim kendini biraz dev aynasında görüyordu. Yoksa ağa oğlu ile rekabet ne haddimize. Tarihin derinliklerine kaybolan bir Dicle ve Fırat aşkı daha vermemek için kendimi riske atmıştım. Ama bu riski alırken, içimde garip bir korku vardı. Issız köy yolunda bir başıma ilerlemek, hele de hava karardıktan sonra, köyde hemen laf olurdu. Abim zaten bu yüzden bizim dışarı çıkmamıza çoğu zaman izin vermezdi; “Evlilik çağında kızlarsınız, millet laf eder, arkanızdan biri düşer.” derdi hep. Dicle ’nin görücülerine, ondan habersiz, hemen gelin demesi bile bunun bir parçasıydı.
Yolda ilerledikçe korkularım daha da büyüdü. Hem Fırat Abi' nin beni sorguya çekmesinden, hem de birinin beni görüp yanlış bir şey düşünmesinden endişeliydim. İçimde kötü bir şey olacakmış gibi bir his vardı; kalbim hızla atıyordu. Dicle buluşma yerine gidemediği için birden kendimi bu işin içinde bulmuştum. Ben bugüne kadar gizli saklı işlere kalkışmamıştım. Belki de bu yüzden duygularımı kontrol altına almakta zorlanıyordum.
Sonunda buluşma noktasına vardığımda Fırat Abi beni hemen görüp yanına çağırdı. Yüzü ciddi, meraklıydı.
“Dicle neden gelmedi? Bir şey mi oldu?” diye sordu.
“Geç geleceğini söylemek için beni gönderdi,” dedim, aceleyle.
“Peki, niye kendisi gelemedi?”
“İşi çıktı.” diyerek hızlıca kestirip attım. Ona daha fazla açıklama yapmaya hiç niyetim yoktu; ablamın kendisini istemeye geldiklerini öğrense, ne tepki verirdi kimbilir. İyice kuşkulandığını görünce hemen sözümü ekledim:
“Ben artık gideyim Fırat Abi.” Arkamı dönüp birkaç adım atmıştım ki, Fırat Abi seslendi:
“Dur!” dedi, sesi soğuktu.
İçimde bir huzursuzluk belirip duraksadım. Bir şeylerden şüphelendiğinden mi korkmuştum, yoksa bu işin daha da karmaşıklaşacağından mı? Yavaşça ona döndüğümde aramızdaki mesafeyi kapatarak konuştu.
“Hava karardı, tek başına gitme.” dedi, ciddi bir sesle.
“Ben giderim.” dedim, itiraz edecek oldum ama gözleriyle kararlılığını gösterdi.
“Olmaz dedim.”
Of, bu hiç iyi değildi. Birileri bizi yan yana görse köyde hemen laf olurdu. Ne kadar kardeşim dese de bu dedikoduları engellemeye yetmezdi. Başka çarem kalmamıştı. Boynumdaki şalı çıkarıp başıma doladım, yüzümü iyice gizlemeye çalıştım. Hava karardığı için zaten yüzüm seçilmiyordu, ama bu şekilde daha az dikkat çekeceğimi umuyordum. Fırat Abi, bu hareketimi anlamayan bir ifadeyle bana bakınca, yüzüm kızararak açıkladım:
“Buralarda bu saatte yan yana görünmemiz dedikoduya sebep olur, biliyorsun. Sen eve çok yaklaşmadan geri dön istersen.”
Kaşlarını kaldırarak şaşkın bir ifadeyle, “Kardeşim sayılırsın, ne dedikodusu?” diye sordu.
İçimden “Sen bunu bir de abime sor, bakalım ne diyecek?” diye geçirdim. Fırat Abi aramızda 9 yaş var diye, ablamı seviyor diye beni kardeşi olarak görüyor olabilirdi ama insanlar öyle anlamazdı. Erkeğin yaşı olmaz derlerdi. Aralarındaki takışma nedeniyle bunu sesli diyemedim. Şimdi abime ters bir laf ederdi kafa göz dalardım, ablamın aşkı, ağanın oğlu demezdim. Abim kıymetliydi benim için. Bize sahip çıkan, koruyan oydu. Babamın zulmüne o engel olurdu. Yüzümü tekrar yola dönüp yürümeye başladım. Fırat Abi de itiraz etmeden yanımda ilerlemeye başladı. Bir sessizlik vardı aramızda. Karanlıkta yol alırken ayak seslerimiz yankılanıyordu. Yavaş adımlarla kestirme olan yola girdik. Sık ağaçlarla kaplı bir yoldu bu.
Birden karşımızda abim belirdi. Belli ki bizi fark etmemişti ama ben o anda içimden “Eyvah, abim!” dedim ve tam o anda o da bizi gördü.