Bir kumar masasında kağıtların yeniden dağıtılması umut demektir. En azından bir çok insana göre öyle. Kaybeden bir çok insana göre demek daha doğru olur aslında. Zaten kazandığı oyuna umut besleyemezdi ki bir insan. Kazananın tek hissettiği onu ince bir zevkle baştan çıkaran ve bu sebeple nahoş bir sarhoşluğa neden olan duygulardı ki bu nedenle zirvede olan bir insan yerin dibinde de girebilirdi.
Bizim şuan bulunduğumuz durumda bir kumar oyunu gibiydi. Kartlar yeniden dağıtılmıştı ama sorun şuydu ki bir önceki eli kimin kazanıp kimin kaybettiği belli değildi.
Yaklaşık iki saat sonra Ezekiel'in emri ile çağırdığı herkes Acantilado denen yerde toplanmıştı.
Burası o masallarda anlatılan rengarenk çiçeklerle dolu, attığın her adımın huzur ve neşe verdiği yerlere benziyordu. Bu kadar güzelliğin arasında karşımızda sonsuzluk olmasıysa beni ayrı bir etkilemişti. Ayaklarımı o uçurumdan aşağı sarkıtmak, en ucundan rüzgarı selamlamak isterdim. Kim bilir belki bir gün yapardım.
Ben büyük bir ilgiyle etrafımı incelerken Ezekiel diğerlerine ne yapmamız gerektiği ile ilgili bilgi veriyordu. Sözü bittiğinde ilk soruyu sorma girişiminde bulunan Karen oldu.
"Peki yeryüzünde nerede kalacağız. Haritadaki yere yakın olması gerek. Eğer yanlış bir yere gidersek 1 geceyi ormanda geçirmek zorunda kalmak istemiyorum. Hem yeryüzünü de pek bildiğimiz söylenemez."
Ezekiel daha söze giremeyen ben konuştum.
"Sen orayı dert etme. Yeryüzüne indiğimizde bir telefon bulalım yeter."
Herkesin gözleri şaşkınca bana dönerken omuz silkip
"Ne var?" dedim.
"Benim burada bulunma sebebim bu değil mi zaten? Yeryüzünü hepinizden iyi biliyorum ve sizde olmayan avantaj bende var. "
Neyseki bu şaşkınlık pek uzun sürmedi ve herkes işine odaklandı. Benim asıl merak ettiğim şey yeryüzüne nasıl ineceğimizdi. Alvaro saatine bakıp
"Zamanı geldi." dediğinde herkesin gözlerini yeniden bana döndü. İçimden 'bu sefer ne oldu' diye geçirirken Nancy'nin
"O nasıl inecek?" diye sorması ile bunun nedenini anladım ve meraklanmadan edemedim. Ezekiel kimseye çözüm için fırsat vermeden
"Benimle gelir." deyip sorunu ortadan kaldırdı. Bu cevap sonrası bir saniye geçti ya da geçmedi hepsi bir anda ortadan kayboldular. Ya da başka bir deyişle sanırım uçtular. E madem biz yeryüzüne uçarak inecektik ben Nancy ile gitseydim ya.
Ben nasıl ikimizin birlikte yeryüzüne ineceğini düşünürken Ezekiel tek kelime etmeden yanıma geldi ve elini belime sardı. Bu yakınlık beni rahatsız ederken bunun yanı sıra gözlerini gözlerime dikmesi ayrı bir rahatsızlık vermişti. Buna rağmen gözlerinin o gizemli tonundan hoşlanmaktan alıkoyamadım kendimi.
"Sıkı tutun. Düşüp ölürsün falan." benimle dalga geçen sözlerine karşı sinirlerim bozulurken
"Ha ha ha!, Çok komik" dedim. Gülümsemekle yetindi. Belimi daha sıkı kavradığında istemsizce gözlerimi kapattım ve yeryüzüne inmek için beklemeye başladım. Şuan neredeyse sarılıyor pozisyonda olduğumuz için gözlerimi kapattığımı göremezdi. Hoş görsede pek bir şey olacağını sanmıyordum.
Harekete geçtiğinde önce aşağıdan yukarıya doğru keskin bir rüzgar hissettim. Rüzgar sertti... ama güzeldi. Bir kaç saniye sonra ise ayaklarımın altında hissettiğim sert tabaka ile hızla gözlerimi açıp Ezekiel'den uzaklaştım. Diğerlerine baktığımda ise bizi bekliyor olduklarını gördüm. Nerede olduğumuzu anlamak için etrafıma baktığımda aklıma her şeyi değiştiren o gece geldi. Bulunduğumuz yer karanlık sularına kendimi attığım o sahilden başka bir yer değildi.
Burası hayatımın tamamen değiştiği yerdi. Burası delice bir dileğin kabul edildiği o okyanustu. Neden buraya geldiğimizi anlamasam da sormadım. Bu hiç girmek istemediğim bir muhabbetti. Herkes birbirine bakarken Nancy'nin heyecanlı bir şekilde
"Evet sırada ne var?" demesi bütün gözlerin ona dönmesine neden oldu. Bu kızı anlamak gerçekten mümkün değildi. Leroy'un gözleri bana dönerken
"Eğer Patricia dediği gibi bize bir barınak sağlayabilirse bir telefon bulmak." diye belirtti.
"Ben tutamayacağım sözler vermem. Ana yola çıkalım birinden isterim."
Ağzımdan dökülen sözler, sessiz ortama bıçak keskinliği etkisinde düşerken bir şey söylemeden onaylamakla yetindiler. Aldığım onaylar üzerine yürümeye başlarken hepsi bir ördek yavrusu gibi beni takip etti. Sessiz geçen 15 dakikalık bir yürüyüşün ardındansa anayola vardık. Yeryüzünde hava yeni yeni aydınlanıyordu ve bu bir telefon bulmak için kötü bir vakitti. Bu saatte buradan çok kişinin geçeceğini sanmıyordum ama şansımız yaver giderse çok beklemezdik. Bir süre sonra arkamdakilerin hepsi bana bakarken soru sorma cesaretini gösteren kişi Keith oldu.
"Şimdi ne yapıyoruz?"
"Bekliyoruz." demekle yetindim. Bunun üstüne bir soru da Darwin'den geldi.
"Neden?"
İçime derin bir nefes çekerken olabildiğince sakin bir şekilde durumu açıklamaya çalıştım. Fazla soru soruyorlardı.
"Çünkü hava daha yeni aydınlanırken buradan çok az kişi geçer. Ayrıca burası şehre uzak ve yürümeye kalkarsak yaklaşık bir buçuk saatten fazla bir zaman kaybımız olur. Şansımız yaver giderse çok beklememize gerek kalmadan biri buradan geçer de bizde telefon bulmuş oluruz. "
"Uçsak ne olur ki?" Leroy'un sorusunu Ezekiel cevapladı.
"İstersen bütün insanlara varlığımızı açıklayalım Leroy, ne dersin ?"
Sanırım bu net bir hayır cevabıydı. Neyseki çok beklemek zorunda kalmadan yolun başında farları sislerin arasında güçlükle yanan bir araba göründü. Baş parmağımı kaldırıp diğer parmaklarını yumruk yaparken elimi salladım ve durmasını işaret ettim. Diğerleriyse bu yaptığıma karşılık uzaylı gibi bana bakıyordu. Gerçi onlar için bir nevi uzaylıydım da zaten.
Araba bize yaklaştıkça yavaşlayıp dururken içinden 30 yaşlarına yakın bir adam çıktı. Saniyeler içinde aklımda kabaca bir bahane uydurup adama doğru ilerlerken
"Merhaba" dedim.
Adam beni baştan aşağı süzüp rahatsız etmeyi başarırken
"Merhaba, yolda mı kaldınız?" diye sordu. Bakışlarını olabildiğince umursamamaya çalışırken kendimden emin bir şekilde cevap verdim.
"Evet arabamız sahile yakın bir yede bozuldu. Telefonunuzu kullanabilir miyim?"
Adam söylediklerime inanmış olmalı ki
"Tabi ki, isterseniz sizi şehre yakın bir yere bırakabilirim." derken arabasını işaret etmeyi de ihmal etmedi.
"Teşekkürler ama telefonunuzu kullansam yeterli olur. Hem hepimiz arabaya sığmayız."
Daha fazla ısrar etmeden rehberi açıp telefonu elime verdiğinde kendimi göz devirmemek için zor tuttum. Adamın beni duyamayacağı bir mesafeye kadar yanından uzaklaşırken adamlarımdan birisinin telefon numarasını tuşladım ve çalmaya başlayan telefonu kulağıma yasladım. Telefon anında açılırken
"Kimsiniz?" diye sordu.
"Benim Patricia. Hemen Pirata sahiline giden ana yola 9 kişilik bir araba yollamanı istiyorum. Ormandaki evin anahtarı, telefonumu ve bir miktar da para gönder. Orman evindekilere söyle evi hazırlasınlar."
"Tamam efendim. Araba 20-25 dakikaya orada olur."
"Tamam"
Telefon konuşmam bittiğinde adamın yanına geri dönerken sahte bir gülümsemeyle
"Teşekkür ederim." dedim ve adam başını sallayıp rica ederken bizimkilerin yanına döndüp kısa bir açıklamayla durumu onlara bildirdim.
"Araba yarım saate burada olur. Evi de biz gitmeden hazır hâle getirirler. Yapmamız gereken tek şey beklemek."
Hepsi bunu bu kadar çabuk halletmeme şaşırmış gibiydi ve bu bende gülme isteği uyandırıyordu. Gerçi onların yaptığı bir çok şey bende gülme isteği uyandırıyordu.
"Bunu nasıl bu kadar çabuk halledebildin? Resmen bir sözünle ayağına istediğin şeyi getiriyorlar."
"Bizimde bir kaç imkanımız var diyelim." diye geçiştirdim Karen'in sorusunu. Zengin olduğum gerçeğinden bahsetmeyi sevmiyordum. Bu paranın kaynağını hiç bulamamıştım doğrusu. 10 yaşıma kadar yetimhanede büyümüştüm. On yaşımdan sonra ise adının Boris olduğunu bildiğim bir adam beni yetimhaneden almıştı ve ailemden büyük bir servet kaldığını söyleyip beni lüks bir eve yerleştirmişti.
16 yaşıma kadar o adamı her ay sadece bir kere gördüm. 16. yaşımda ise ailemden kaldığını söylediği bütün malları üstüme yapmış sonrada çekip gitmişti. Emir yağdırdığım adamlarım hep oradaydı. Başta inanamasam da bir süre sonra alışmıştım.
Bu servet annemden mi yoksa babamdan mı kalmıştı onu bile bilmiyordum. Onları hep ölü olarak kabul etmiş, yaşama ihtimallerini reddetmiştim sma eğer ben bir koruyucuysam ailemden biririnin de öyle olması gerekti. Peki ya ben neden olmam gereken yerde değilde yeryüzünde büyümüştüm.
Geçmişimden hatırladığım tek yer yetimhaneydi. Şimdi dönüpte geriye bir baktığımda aslında diğer çocuklardan hep ayrı tutulduğumun farkına varıyordum.
Yetimhanenin düşük imkanlarına rağmen her güne ayrı bir kıyafetim olurdu. Tek başıma kaldığım bir odam vardı ve yediğim yemekler diğer çocuklara göre hep daha iyi olurdu. Belki bunu da Boris sağlamıştı. Adını bile sadece bir kaç kez duymuştum. Ziyarete geldiğinde sadece beni görür iyi olup olmadığıma bakar ve giderdi. Geçmişim bile bu kadar bilinmezlik ile doluyken geleceğimin nasıl olacağını tahmin edememek ve ona yön verememek biraz sinir bozucuydu.
Geçmişimdeki anıların pençesinden çakıl taşları ile dolu yolda duyduğum araba sesinin sayesinde kurtulurken ne ara yarım saat olduğunu anlayamamıştım.
Büyükçe bir araba bize yaklaşırken şoför koltuğunda gördüğüm yüz tanıdık bir yüzdü ama ismi aklıma gelmemişti. Her biri rastgele ağaçların dibine çömelmiş 8 kişiye gözlerimi çevirirken
"Araba bu." dedim ve bir kaç metre ilerimizde duran aracın ön koltuğuna yerleştim.
Diğerleri de arkaya geçerken şoför koltuğunda oturan ve ismini hatırlayamadığım adam elindeki çantayı bana uzatarak konuşmaya başladı.
"Anahtar çantanın içinde efendim. Telefonda büyük gözde."
Başımı sallamakla yetinirken çantayı açıp paraların arasındaki telefonumu elime aldım. O sırada arabada hareket etmeye başlamıştı.
"Ormandaki eve gidiyoruz biliyorsun değil mi?"
"Evet, efendim."
Adamın nereye gittiğini bildiğine emin olduktan sonra arkamı dönerek melül melül ortalığı izleyen sekizliye baktım. Bu halleri fazlasıyla gülünesiydi.
Dakikalar birbirine kovalarken hepimiz sessizce eve varmayı bekliyorduk. Yeniden yeryüzünde olmak garip bir histi ve ben tekrardan ait olmadığım bir yerde gibi hissetmeye başlamıştım. Bu his Obra Maestra da iken yoktu ve ben bunu kendime itiraf ettiğimde içimde bir şeylerin kopmaya başladığına yemin edebilirdim.
Sen haklıydın Patricia. Sen hep haklıydın. Bu dünyaya ait değilsin ama ölüme de ait değilsin. En azından, daha değil. Yeryüzü senin esaretindi, gökyüzü özgürlüğün olsun. Yeryüzü senin cehennemindi, gökyüzü cennetin olsun.
Ve ben o an kafamda yankılanan düşünceler beni bir çıkmaza sokrarken yıllardır istediğim şeyden, ölümden biraz daha soğudum.
Yarım saat sonra geldiğimiz orman evini gören sekizlinin şaşkın gözlerini görmek oldukça eğlenceliydi. Evlerimin arasında en çok beğendiğim ve en çok kendim gibi hissettiğim ev, bu evdi. Şimdi düşünüyordum da sanırım bunun bir nedeni de koruyuculara daha yakın olmam olabilirdi. Kendimi artık bir koruyucu olarak görmeye başlamış mıydım bilmiyordum ama bu fikre ısınmaya başladığım kesindi.
Kucağımdaki çantayla birlikte arabadan inerken gözlerim şoför koltuğunda oturan yirmili yaşlarındaki adama kaydığında
"Arabayı burada bırak. Bizim çocuklardan birine söyle seni almaya gelsinler." diyerek kendi işlerine geri dönebileceğini belirttim.
Beni anında başıyla onaylarken herkesin arabadan indiğini görünce bir çok kısmı camdan oluşan ve dış cephesi aynı içi gibi siyah renklerde olan evime ilerledim. Diğerleride arkamdan ördek sürüsü gibi beni izliyordu. Eve girdiğimde diğerlerine dönüp
"Bu katta 4, üst katta ise 6 oda var. Benim odam üst katta. Benimki hariç istediğiniz odayı seçebilirsiniz. Eğer bir istediğiniz olursa adamlar kapıda bekliyor olacak onlardan isteyebilirsiniz. Birazdan yemek hazırlamalarını söylerim. Bu arada her odada banyo ve tuvalet var istediğiniz gibi kullanabilirsiniz." diye açıkladım. Evi kısaca onlara anlatırken üstlerindeki şaşkınlığı hala atabilmiş değillerdi.
"Burada senin istediğin her şey anında olur mu?" Darwin'in bu sorusu beni güldürürken olabildiğince düzgün bir şekilde sorusunu cevaplamaya çalıştım.
"Öyle de denebilir. Bir şikayetiniz olursa dediğim gibi adamlara iletirsiniz. Ben şimdi odama çıkıyorum."
"Bu kadar imkanı nereden bulabiliyorsun ?" Bu sefer konuşan Leroy olurken omuz silkip odama çıktım. Odam hâlâ bıraktığım gibiydi ve bu hoşuma gitmişti.
Gardırobumun yanına gidip kendime kıyafet seçerken kapımın tıklatılmasıyla 'gel' komutunu verdim. İçeriye Ezekiel'in girdiğini görünce bıkmış bir halde konuşmaya başladım.
"Ne oldu? Kendimi öldürüp öldürmediğime mi bakmaya geldin?" Gülmekle yetinirken
"Hayır." dedi.
"E, o zaman niye geldin?" Seçtiğim kıyafetleri yatağımın üstüne koyup ona dönerken konuşmaya başladı.
"Odana bakmaya geldim. Malum, sen beni ikna edene kadar beraber kalıyoruz."
Gözlerimi devirerek tepki verirken bu halime güldü. Odaya şöyle bir göz atıp arkasını döndüğündeyse kapıdan çıkmadan hemen önce
"Bu arada, tasarımı güzelmiş." dediğini işitebildim. Arkasından bakarken yüzümde oluşan küçük gülümsemeyi çok geç fark edebilmiştim. Başımı iki yana sallayıp 'bu da ne şimdi' deyip eski halime döndüm. Üstümü değiştirdikten sonra da aşağı kattaki salona indim. Sadece Alvaro, Keith ve Lenora buradaydı. Sanırım onların işi erken bitmişti. Onlara şöyle bir göz attıktan sonra kapıda bekleyen adamımın yanına gidip kahvaltıyı hazırlatmasını söyledim.
Kahvaltı bir 15-20 dakikaya hazır olurdu, bende o sırada bir duş alsam hiç fena olmazdı aslında. Tekrardan odama doğru giderken gözüme çarpan salondakiler ile onlara dönüp
"Siz seçtiniz mi odalarınızı?" diye sordum. Alvaro sehpanın üzerine serdiği haritayı gösterirken
"İsyan yerlerini belirlemeye çalışıyoruz. Ona göre bir yol izleyeceğiz." demekle yetindi. Alvaro bana aralarında en soğuk kanlı olanı gibi geliyordu. Diğerlerine göre oldukça sessizdi ve gerekmedikçe de konuşmuyordu.
"Siz işlerinizi halledin, kahvaltıdan sonra çalışma odasında daha rahat çalışırsınız."
Fikrim akıllarına yatmış olmalı ki bir kaç saniye bakıştıktan sonra ayaklandılar. Keith ve Lenora üst kata doğru ilerlerken Alvaro
"Bana çalışma odasını gösterir misin?" diye sordu.
Onu başımla onayladığımda sehpanın üzerindeki haritalarını ve eşyalarını kucaklayıp peşimden gelmeye başladı. Zemin kattan aşağı inmeye başladığımda alt katın olmasına şaşırmış gibiydi. Alt katı tamamen çalışma odasına çevirmiştim. Bir nevi toplantı odasına benziyordu.
Çalışma odasına geldiğimizde ışıkları yakıp karanlığı yok ettim. Alvaro gördüğü çalışma odasıyla memnuniyet ile gülümserken büyük masaya ilerledi ve elindekileri düzgün bir şekilde masanın üstüne bıraktı. Etrafı daha iyi incelerken 'çok iyi' diye mırıldandığını duydum. O etrafa bakınırken
"Sen buradasın sanırım. Ben yukarı çıkıyorum." deyip odadan ayrılıyordum ki sorusu bunu engelledi.
"Bu kadar imkanı kendine sen mi sağladın?"
Yavaşça ondan tarafa dönerken
"Hayır." dedim.
"Açıkçası sonu bulunmayan bu para kaynağının nereden geldiğini ben bile bilmiyorum."
"Garip." dediğini duydum. Bir bilmeceymişim gibi bana bakarken konuşmaya başladı.
"Ailen hakkında hiçbir şey bilmemen ve yeryüzünde yaşayan bir koruyucu olman çok garip."
Bölüm Sonu