Bizim bilmediğimiz bir yerde, bizim bilmediğimiz bir zamanda...
Anneler, babalar ve sürekli gevezelik edip duran sevimli çocuklar arasında kendime de bir yer edinmeye çalışırken en az on beş kez ezilme tehlikesi geçirmiş olmalıyım.
"Sevgili Westland sakinleri, bu güzel gününüzün tadını çıkarırken birkaç dakikanızı bana ayırır mısınız? Arkanıza yaslanın ve kukla gösterisinin keyfini çıkarın. Her zamanki gibi harika bir hikâye bekliyor sizi. Ben Serge, sizin sadık, çekici ve biricik oyunbazınız..."
Serge, belki de dünyanın yaşayan en eksantrik kuklacısıydı. Aynı şehri, aynı havayı paylaşıyorsanız onu tanımamanız imkânsızdı. Her daim gökkuşağı gibi giyinir, kırmızı saçları ve biri kahverengi biri de yeşil olan gözleriyle dikkatleri hemen üzerine çekerdi. Bildim bileli yüzünden silinmeyen bir gülümsemesi, bir de 'ilginç' bir mizah anlayışı vardı. Çocuklar ona bayılırdı. Yetişkinler de. Bilhassa da bendeniz. Nedenini hâlâ anlamıyor olsam da Serge'de bana çocukluğumun güzel günlerini hatırlatan, nostaljik bir şeyler vardı; Babamı hatırlatan... Belki de bu yüzden neredeyse yirmi yaşına basacak olmama rağmen onun gösterilerini izlemenin keyfini hiçbir şey vermiyordu; Çalışmalarım bile - ki çalışmalarım benim için her şeyden daha önemlidir, ve her şey derken gerçekten her şeyi kast ediyorum.
Birkaç özür ve ittirmenin sonunda - Nihayet! - kendime uygun bir boşluk bulabildim. Seyircilerin oturması için yere serilmiş olan rengarenk yastıklardan kırmızı olanını çekerek oturup bağdaş kurdum. Devamlı müşterilerinden olduğum için Serge beni hemen tanıdı ve gösterisine dönmeden önce abartılı bir şekilde reverans yaparak kahverengi gözüyle bana göz kırptı.
"Cesur şövalyelerle seyahat edin, vahşi ejderhalarla süzülün ve Westland'ın çok ötesine uzanan meşhur Lav Şehri'ni ziyaret etmeye kendinizi hazırlayın..."
Bir yandan bunları diyor, diğer yandan da prenses, şövalye ve ejderha kuklalarının iplerini parmaklarının ucunda ustaca oynatıyordu.
Westland, diye düşündüm kendi kendime. Bu, hayatımda gördüğüm tek ülkenin adıydı. Küçük, pek bilinmeyen ve pek de önemi olmayan yerleşim yerlerini saymazsak 'Westland' üç temel ana ülkeden biriydi; Wonderland, Dreamland ve parlamento kararıyla bu iki ülkeye henüz katılmış olan Westland...
Her ulusun kendine özgü alanları vardır, ancak bu üç ülke kendi sektörlerinde en iyilerinin, en iyilerinin, en iyileriydi.
Wonderland; silah üretimi ve yönetim açısından dünya lideri olan bir metropol olduğu için insanlık tarihinde kaydedilen ilk ana şehirdi. Sadece uzantıları olan kasabalar bile kilometrelerce alanı kaplıyordu. Her ne kadar lüks ve bereket içinde yaşanacak bir yer olsa da oraya sadece alanında en iyisi olan kişilerin girmesine izin vardı ve yaşama izni almak da hiç kolay değildi. Bir sürü insan Wonderland'a gitmek istiyordu ama bu yaşıma kadar kimsenin davet aldığını duymamıştım, ben dahi.
İkinci ülke olan Dreamland ise harita üzerinde neredeyse Wonderland kadar büyük bir alana sahipti. Maden ve doğal enerji kaynakları açısından bol olması, onu özellikle seçkin bir bölge haline getiriyordu. Toprağının altında milyarlar değerinde madenler yattığını hesaba katmazsak şelalelerle kaplı, yemyeşil bir cenneti. Bunun haricinde Dreamland, barındığı değerli madenler yüzünden sınırı komşusu olan Wonderland ile sürekli silah-maden ticareti halinde olurdu.
Ve Westland...
Westland doğduğum, yaşadığım yerdi ve bilenen ana ülkelerin en küçüğüydü. Bununla birlikte diğer küçük ülkelere nazaran daha gelişmiş bir yerdi. Ticaret ve sanayi alanında önde geliyordu. Limanlar haftanın yedi günü, yirmi dört saat açık olurdu ve muazzam büyüklükteki ticaret gemileri hiç durmadan yanaşıp giderdi; Güzel Azraqi kumaşları, egzotik hayvanlar - özellikle kuşlar, yöresel yemekler, her renkten meyveler ve en sevdiğim, her cinsten alet edevat! Benim gibi bir kadın için burası resmen elmas madeni sayılırdı. Aslında diğerleri için de. Bazen soylu senato üyeleri bile kıçlarını altın işlemeli koltuklarından kaldırır, Wonderland'dan buraya aradıkları o şey her neyse onu bulmak için gelirdi.
Sonuç olarak, Westland, aradığınız her türlü garip şeyi bulabileceğiniz bir merkezdi. Kırmızı saçlı, tatlı, nadir kuklacılar da dahil.
İç çektim ve avucumu yanağıma bastırarak bir sürü sevimli minyatür eşyayla süslenmiş küçük, ahşap sahneye meraklı bakışlarımı diktim.
Kaçırılan prensesini korkunç ejderhanın pençelerinden kurtaran cesur, aşık şövalye hikayesi tam bir klişe olsa da izlemesi eğlenceli bir masaldı. Biraz saçma kısımlar vardı tabii. Mesela neden hemen şatodan kaçmaya çalışmak yerine öpüşüyorlardı? Ama zaten aşk hakkında ne bilirdim ki ben? Kimseyle öpüşmedim. Kimseyle randevuya çıkmadım. Aşkı hiç tatmadım, bir kere bile. Erkekler genellikle benim tuhaf olduğumu düşünür ama aşk dedikleri bu şey her neyse, kulağa güzel bir şeymiş gibi geliyordu. Hiç tanımadığınız, bilmediğiniz birinin hayatınızın merkezine yerleşmesi ve birden en önemli şeyin o olması... Artık monotonlaşmaya başlayan hayatımda heyecan verici bir değişik olabilirdi. Ne yazık ki asla aşktan gözümün kör olmayacağını biliyordum. Her şeyden önce, aşk tam teslimiyet ister ve birine tamamen teslim olmak hiç bana göre bir şey değil. Hem aşık olamayacak kadar meşgul bir kızım ben.
Aslında neden burada oturduğumu, çocuklar için hazırlanmış bir gösteriyi izlediğimi bile bilmiyordum. Şehre kukla gösterisi izlemek için inmemiştim. Karga burunlu bir pense ile birkaç mertik vida satın almak için gelmiştim. Nasıl olduysa, buradaydım işte. Bir minderde oturuyor, küçükken sık sık dinlediğim bir çocuk masalını dinliyordum; Ejderhadan ve Lav Şehri'nden kurtulan güzel prenses, cesur şövalyesinin dudaklarına bir öpücük kondururken ve ona onu hayatı boyunca seveceğini söylerken perde kapandı. Çocukların birkaçından kıkırdamalar yükseldi. Eh, eğlenceliydi. Yine de bu masal gerçekten bana göre değildi. Ben olsaydım, şövalyem beni kurtarmaya gelene kadar şatodaki malzemelerden kinetik enerjiyle çalışan küçük bir hava gemisi yapıp kaçmış olurdum.
Serge, selam vermek için boynundaki yeşil fuları çıkarıp sallarken bakışlarım bilinçsizce boynundaki belirgin yara izine odaklandı. Bu izinin nasıl olduğunu merak etmeye başladığımda sanırım on dört yaşında falandım, merakıma yenik düşmüş ve bir gün Serge'ye bu izin nasıl olduğunu sormaya cesaret etmiştim. Bir süre Yeraltı Şehri'nde zaman geçirmişti ve bu iz de o zamandaki bir kavgadan kalmaydı. Serge'nin Yeraltı Şehrinden nasıl çıktığını kimse bilmezdi ama bir şekilde kaçmış olmalıydı çünkü oraya ait olduğunu gösteren o işaret hâlâ sağ bileğinin iç kısmında, tam da o atardamarın üzerinde duruyordu; 'Aidiyet Damgası' deniyor buna. Yeraltı Şehri'nde doğan insanların sağ bileğinin iç kısmına işlenen bu damga, mekanik kanatlarında mavi parlaklıklar olan güzel, zarif bir kelebeği andırıyordu. Bunu her zaman bir ironik bulmuşumdur. Kelebek özgürlüğün simgesidir ama benim yaşadığım yerde bu izi taşıyan hiç kimse gerçek anlamda özgür değildir. Yeraltı Şehrinde doğup büyüyen kimseye, değil ana ülkeler de, küçük şehirler de bile iyi gözle bakılmaz; Onlar ya asi, ya suçlu, ya da bir süreliğine sürgüne gönderilmiş kölelerdir...
Ya da sadece evsiz, fakir insanlar.
Oraya hiç gitmemiş olmama rağmen Yeraltı Şehri'nin Westland'ın batı sınırında kalan, neredeyse unutulmuş, haritadan silinmiş bir yer olduğunu biliyordum. Dünyanın karanlık yüzüydü orası. Bir o kadar meşhur bir yer olması da cabasıydı. Yeraltı Şehri'ni bu kadar meşhur yapan ise iç kısmında, tam ortasında antik bir dövüş arenasının olmasıydı. Ah, evet... Arena! Gerçek, yüzyıllar önce kocaman taşlarla örülmüş bir arena, ve evet, sahipleri için para kazansın diye vahşi bir hayvan gibi eğitilip dövüştürülen köle-gladyatörlerimiz var. Aşırı zengin insanlar hayattan bezdiklerinde biraz kan ve vahşet görmek için yüklü miktar para ödeyerek arenaya özel bir koridordan giriş yaparlar. Bu dövüşler Wonderland'da bile oldukça meşhurdur. Meclis başkanı beni birkaç kez davet etse de hiç gitme fırsatım olmadı. Her şeyden önce, beni kan tutar. O yüzden bu 'gösterilerin' boyutunu tam olarak bilmiyorum ama kan görmenin insanları bu denli tatmin ediyor olmasını biraz rahatsız edici bulmuyor değilim.
Öyle sanıyorum ki, kendimizi ne kadar geliştirirsek geliştirelim, insanlığın içindeki o 'vahşi taraf' her zaman var olmaya devam edecek.
Serge selam vermeyi bitirince ve herkes yavaş yavaş dağılmaya başlayınca ben de başımı iki yana sallayarak kendimi düşüncelerimden sıyırdım. İhtiyacım olan pense ve vidaları almak için hırdavatçıya yürümeye başladım, bir yandan da kahverengi paltoma iyice sarınarak ısınmaya çalışıyordum. Sonbahar geleli sadece birkaç gün olmasına rağmen her yer çoktan sararmış, turuncu yapraklara doluydu ve güneş ara sıra gri bulutların arasından sıyrılıp parıldıyor olsa da hava hiç de sıcak değildi. Yüzüme çarpan rüzgar kemiklerimi sızlatacak kadar soğuktu. Bir an önce malikaneme gitme ihtiyacıyla elimden geldiğince acele ediyordum ki, hırdavatçının yanındaki oyuncak dükkanının önünde saçları iki kulağında at kuyruğu olan, sarışın bir kız çocuğu gördüm. Çocuk küçük ellerinin arasında mavi bir tulum giyen, onun gibi sarı saçları olan, eski sürüm bir oyuncak bebek tutuyordu. Gözlerinin ağlamaktan kıpkırmızı kesildiğini görene kadar onunla konuşmayı düşünmemiştim aslında.
"Hey," dedim ve boylarımızı birbirine eşitlemek için dizlerimden birinin üzerine çöktüm. İnsanların durmadan gelip geçtiği bir caddedeydik ama bir çocuğu bu halde bırakamazdım. "Ufaklık, neden ağlıyorsun?"
Elinin tersiyle nemli yanaklarını silerken çocuk ne kadar sevimli olduğunun farkında değildi. "Bebeğim bozuldu." diyerek oyuncağını yüzüme doğru kaldırdı. "Babamın bu yılki doğum günü hediyesiydi, bunu Hegwaln ziyaretinden getirmişti."
Hegwaln, Dreamland'ın baş kentiydi.
"Bakabilir miyim?" diye sordum.
Yoldan geçen bir yabancıya pek güvenmiyor gibiydi ama yine de bebeğini uzattı. Oyuncağı elime aldım ve avucunun iç kısmında olduğunu bildiğim düğmeye bastım. Küçükken bende de bundan bir tane vardı. Yani, nasıl çalıştığını pratikte biliyordum. İçindeki çarklar hareket ederken bebeğin kocaman, yuvarlak gözleri olması gerekenden çok daha hızlı bir şekilde açıldı. "Merhaba! Yeni en yakın arkadaşım olur musun? Oyna benimle!" demeye çalışan bebek, muhtemelen iç mekanizması su aldığı ya da yağ sızdırdığı için cızırtılı bir ses eşliğinde birkaç anlaşılmaz kelime söyledi. Ağzı sessizce açılıp kapandı. Titredi. Sonra tamamen kapandı. Aşırı koyu, neredeyse siyah gibi bir tona sahip olan gözlerim hafifçe aralanırken küçük, toplu dudağım da ona eşlik etti. Evet... Şey... Bu, cidden kötü görünüyordu...
"Oyuncakçı bana bunun tamir edilmeyecek kadar bozulduğunu söyledi."
"Eski sürüm bir oyuncak bu. Artık parçaları satılmıyor. Gerçekten de tamir edemez." dedim ondan daha çok kendime. Sonra hafifçe gülümseyerek koyu gözlerimi çocuğun her an ağlamak üzereymiş gibi görünen mavi gözlerine çıkardım. Ah, kahretsin. Ağlayan çocuklara zaafım vardı. İç çekerek "Biliyor musun, ben bir oyuncak tamircisiyim." dedim. "İstersen onu senin için tamir edebilirim."
"Gerçekten yapar mısın? Onu tamir edebilir misin?"
"Ben her şeyi tamir edebilirim." Küçük, tatlı çocukların kalpleri de dahil... "Elimden geleni yapacağım. Söz veriyorum."
Çocuk bir anda suratını asınca moralini bozacak ne söylediğimi merak ettim. Oysa tek istediğim o sevimli yüzüne bir tebessüm kondurmaktı. "Ama sana ödeyecek yeterli param yok." diye yakındı ve elini elbisesinin cebine sokarak birkaç bozukluğu açığa çıkardı.
Dudaklarımı büzdüm. Üç pell... Bu para ile ancak biraz şeker alınırdı. Annesi de muhtemelen bunun için bu parayı vermişti. "Hepsi bu kadar mı?"
Utanarak, "Evet." diye mırıldandı.
"Bence anlaşabiliriz. Sonuçta böyle nadir bir oyuncağı tamir etmek büyük bir meblağ ister." Çocuk 'büyük meblağ' lafını duyunca üzgün üzgün iç geçirdi. Bende oyuncu bir tavırla burnunun ucuna hafif bir fiske vurdum. "Onu senin için tamir edeceksem eğer bana kocaman, içten bir gülümseme vermen gerekir. Ne dersin?"
"Tek istediğin bu mu?"
"Evet." Dudaklarım hareket ederken sağ yanağımdaki minik gamze kendini ortaya çıkardı. "Bu oyuncak senin için özel, değil mi? Bence kocaman bir gülümseme eder."
"Evet, eder." Bana tam da istediğim gibi içten, kocaman bir gülümseme verdi. Keyfi yerine gelmiş gibiydi. Şükürler olsun. Ağlamak hiçbir çocuğa yakışmıyordu zaten. "Teşekkür ederim, Bayan..."
"Vanessa." derken ismimi uzun süredir duymamış gibi hissediyordum. Oysa daha bu sabah, - her zamanki gibi - çalışma odamda uyuyakaldığım için Abraham beni uyandırırken duymuştum. "Adım bu, Vanessa."
"Teşekkürler, Bayan Vanessa. Benim adım da Jennie."
"Rica ederim, Jennie. Oyuncağını sana yarın, tam burada, bu saatte, tamamen onarılmış bir şekilde geri vereceğim. Anlaştık mı?"
"Anlaştık!"
Jennie yanımdan koşarak ayrılırken ve biraz ileride koşturup oyun oynayan çocuklara katılırken gözlerimi oyuncak bebeğin üzerinde gezdirdim. Daha iyi bakmak için öne eğilirken uzun süredir kestirmeye üşendiğim için kalçamın üzerine kadar uzanan, okyanus gibi dalgalı, gece rengindeki saçlarım yanaklarımdan sarktı. İçine su aldığını, oyuncağın bu yüzden doğru düzgün çalışmadığını düşünüyordum ama tam olarak ne olduğunu anlamak için içini açmalıydım. Bunun için de malikaneme, aletlerimin olduğu çalışma odama dönmem gerekecekti. Bu düşünceler yüzünden hafifçe gülümsedim. Bir oyuncak tamircisi olduğum yalan değildi ama tam olarak doğru da değildi. Benim 'oyuncaklarım' vardı. Sadece daha büyük, daha tehlikeli ve bir çocuktan ziyade bir yetişkinin işine yararlardı. Yine de bu yeni en tatlı müşterimi hayal kırıklığına uğratmak istemiyordum...
Bir süreliğine ülkenin en iyi makinisti unvanını bir kenara bırakıp sadece bir oyuncak tamircisi olabilirdim.