Yağmurda yürüyüp hastalığa davet çıkarmak pek akıl kârı olmadığı için şehre arabayla gitmeye karar verdim. Arabayı Juno'nun eşi ve aynı zamanda bahçıvanım olan Bill kullandı çünkü o gün Abraham çok meşguldü. Yolculuk ise... Şey... Garipti çünkü tüm yol boyunca Damien koltuğun diğer ucunda oturdu, ben de diğer ucuna oturdum. Aramızda en az üç kişilik mesafe vardı ve ikimiz de camdan dışarı bakıyor, konuşmak için hiçbir hamle yapmıyorduk. Dalgın dalgın şehre yağan yağmuru seyrederken 'Hiç değilse ilk zamanki gibi hırçın davranmıyor.' diye düşündüm. Dediğimi yapmak konusunda onu iyi tehdit etmişlerdi ama ne kadar 'Ne istersen.' derse desin içindeki o asi ruhu görebiliyordum, bunu saklamayı o kadar da iyi beceremiyordu. Bu yüzden tam olarak hangi noktada kontrolden çıkacağını merak ediyordum. Bunun olabildiğince geç bir vakitte olması için dua ediyordum çünkü bundan payımı alacağımı biliyordum.
Araba hırdavatçının önündeki tentenin altında durduğunda geldiğimizi fark ederek düşüncelerimden sıyrılmak için başımı iki yana salladım. Burası Westland'ın en büyük hırdavatçı - eşya dükkanıydı. İçerisi bir labirenti andırıyordu ve buraya sık sık gelmeyen biri rahatça kaybolabilirdi. Derin bir nefes alarak arabanın kapısını araladım. Sanki gidebileceğim başka bir yer varmış gibi "Buradan gideceğiz." diyerek üzerinde büyük, eski bir pankart olan kapıya yöneldim.
Alışveriş de araba yolculuğu gibi derin bir sessizlik ve soğukluk içinde geçti. İhtiyacım olan şeyleri alıp Damien'ın taşıdığı karton kutunun içine koyarken tiyatro gösterisi için birkaç malzeme de aldım. Umursamaz görünmek için çabalasam da arada sırada Damien'a bakmadan edemiyordum. O malzemeler oldukça ağır olmasına rağmen Damien onları taşımakta hiç zorlanmıyor gibiydi. Sessiz bir biçimde beni takip ediyor, eşyaları kutuya yerleştirirken de bir şey demiyordu. Bunu rahatsız edici buldum çünkü Abraham'la burada olsaydım gülüşür, şakalaşır, sohbet ederdik. Bu düşüncelerle biraz yalıtım kablosu almak için ayak parmaklarımın ucunda üst rafa uzandığımda dengesiz bir şekilde duran kutular sarsıldı. İçlerinde ne vardı bilmiyordum ama metal şıngırtıları duyabiliyordum. O ağır kutunun üzerime düşeceğini anlamam sadece bir saniye içinde oldu! Gözlerim fal taşı gibi açıldı. "Ah, olamaz." dedim. Panik göğsümü dağlarken Damien en ufak şekilde panik yapmadı ve kolunu başımın üzerine uzatarak pazılarının tersiyle kutuyu sertçe geri ittirdi. Uyguladığı güç karşısında büyük, ahşap raf hafifçe titredi. Her şey o kadar hızlı gerçekleşmişti ki başımı kaldırıp şaşkın şaşkın Damien'ın yüzüne baktım ve bir an için birinin kolunu kırmanın onun için hiç de zor olmadığını düşündüm. Neredeyse rafı devirecekti ve gücünün tamamını kullanmamıştı bile!
Ne düşündüğümden habersiz bir şekilde "Dikkatli ol." diye uyardı beni. "Tüm bu şeyler ağır görünüyor."
Nihayet kendime geldiğimde "Teşekkürler," diye mırıldanarak kabloyu kutunun içine koydum. Gözlerim içini eşyalarla doldurduğum kutuya kaydı. Sonra tereddütle ellerimi kutuya uzattım. "Ver, birazını ben taşıyayım."
Reddederek "Ben hallediyorum." diye homurdandı ve yüzüme bakmamak için başını yana çevirdi.
"Ama o şeyler ağır olmalı. Sana yardım etmeme izin ver."
Damien daha da şaşırdı ama bu hoş bir şaşkınlık değildi. Daha çok dehşete düşmüş gibiydi. Sertçe kaşlarını çatıp "Lanet olsun, senin neyin var?" diye soludu ve ben ses tonu yüzünden şaşırırken sakinleşmeye çalışarak sesini alçalttı. "Bak. Yardımına ihtiyacım yok, tamam mı? Ben hallediyorum. İşine bak sen."
Oysa sadece ona yardım etmek istemiştim!
Onun duyamayacağından emin olduğum bir biçimde "Uyuz pislik!" diye mırıldanarak Damien'a sırtımı döndüm. Bir daha da onunla konuşmaya, ona yardım etmeye çalışmadım. Hırdavatçıdan sonra demirciye gittik. Dışarıda yağan yağmura karşın dükkanın içi öylesine sıcaklıktı ki, hava sıcağın etkisiyle titreşiyor gibiydi. İçeride dökme fırından çıkan erimiş, parlak madeni çekiçle döven zayıf bir genç vardı. Gence tam olarak nasıl bir şey istediğimi anlatırken neden basınçlı bir kutu istediğimi anlamamış gibiydi. Gerçi işi bu olmadığı için pek sorgulamadı. Gencin gözleri bir an Damien'a kaydı ve onu tanıdığını gösterircesine gözleri kısıldı. "Sen Gladyatör Damien değil misin?" diye sordu o ince sesiyle...
Damien cevap vermedi ve ben de bundan kaçış olmadığı için "Evet, o." diye cevap verdim. Bir yandan da bir bıçağı inceliyordum. Bu kadar uzun, dik ve kaba değil de kısa, eğimli ve nazik bir dökümü olsaydı çok daha keskin ve işe yarar bir bıçak olacağını düşündüm.
"Burada olduğuna inanamıyorum! Daha önce arenaya bir kere gitmiştim. Hiç bu kadar eğlendiğimi hatırlamıyorum."
"Hmm..." dedim.
Ne garip bir konuşmaydı bu böyle. Rahatsız olmuştum. Bu yüzden olabildiğince hızlı bir şekilde veda ederek demirci dükkanından ayrıldım. İstediğim basınçlı kutu daha sonra evime gönderilecekti. Malikaneye giden yol devrilmiş bir ağaç tarafından kapatıldığı için ara caddelerden dolanmak zorunda kaldık. Bu da yolu ve Damien ile aramızdaki sessizliği uzattı. Bu arada da mimarisi bana ait olan su kaldıracı sisteminin yanından geçtik. Bu sistemi alçak bölgelerdeki suyu boşaltmak için kurmuştum ve yağan yağmura rağmen sorunsuz bir şekilde çalışıyordu. Böylece sel ve alçak kısma yapılmış o küçük dükkanları su basma ihtimali sıfıra inmişti.
Eve döndüğümüzde Damien eşyaları peşimden içeri getirdi. Montumu çıkarmak için düğmelerime uzanırken Damien'la alışverişe gitmenin o kadar da kötü olmadığını düşündüm. Böylece Abraham'ı yormuyordum, artık yaşlandığı için o kutuları taşımakta zorlanıyordu. Damien'a "Onları çalışma odama bırakabilirsin." dedim, bir yandan da gözlerim Abraham'ı arıyordu...
Damien hiç de şaşırtıcı olmayan bir şekilde başını salladı ve çalışma odama yöneldi. Abraham, oturma odasındaydı. Orta yaşlı bir hanımefendi ile çay içiyor, sohbet ediyordu. Kadının doktor olduğunu düşündüm, ki haklıydım; O sırada Abraham'a morarmış gözü için bir bitki merhemi öneriyordu. Saygılı olup aralarına girmeden önce konuşmalarının bitmesini bekledikten sonra Abraham'a Damien'ın çalışma odasında olduğunu ve ona buraya gelmesini söylemesini söyledim. Yalnız kalınca da doktorun adının Lothis olduğunu ve şehirdeki en başarılı doktorlardan biri olduğunu öğrendim ama her şeyden önce tatlı ve kibar bir kadındı. Onunla sohbet etmek eğlenceliydi. Bu yüzden ona karşı ilk izlenimim olumluydu. Kadın ne kadar başarılı bir mucit olduğumdan bahsedip beni överek utandırdığı sırada Damien'a ait olduğundan emin olduğum adım sesleri duydum.
Damien içeri girdiğinde bu işi uzatmak istemediğim için "Damien, Bayan Lothis ile tanış. Kendisi çok başarılı bir doktor." dedim ve ne tepki verdiğini görmek için Damien'a bir bakış attım. Bakışları çok açıktı; Bana bunu neden söylüyorsun? Galiba doktoru onun için getirdiğimi anlamamıştı. İç çektim ve "Onu yaralarına bakması için getirttim." diye açıkladım.
"Neden?"
"Yaraların ciddi görünüyordu. Bu yüzden. Yani, gömleğini çıkar." Hiç kıpırdamadı. Galiba gerçekten böyle bir şey beklemiyordu. Şakağımı işaret ve orta parmağımla ovarken yineledim. "Damien, gömleğini çıkar. Sadece yaralarına bir bakacak."
Damien şaşkınlığını üzerinden atmak için başını hafifçe iki yana salladı ve parmaklarını gömleğinin düğmelerine götürdü. Beyaz gömlek kaslı, çıplak omuzlarından kayıp yere düşerken teni ortaya çıktı. Dudaklarım hafifçe aralandı çünkü bu gerçekten... Kötüydü. Çok kötüydü. Onu son gördüğümde de yaralıydı ama şimdi o yaralar üç katına çıkmıştı ve omuzlarında, kollarında, göğsünde uzun, pembe izler vardı. Lothis bile böyle bir manzara karşısında şaşırmış görünüyordu. Kontrol etmek için omzundaki yaralardan birine nazikçe dokununca Damien'dan kısık, acı dolu bir inilti yükseldi. Yerimde doğulur gibi oldum ama sonra geri oturdum ve bir daha kıpırdamamak için dizimdeki elimi sımsıkı yumruk yaptım... Hayır, tedaviye müdahale etmemeliydim.
Lothis elini çekerken onaylamaz bir sesle "Tüm bu aşınma çok kötü görünüyor." dediğinde Damien'ı o ceza odasından çıkarmama imkân olmasa da pişmanlık içimi yakıp kavurdu. "Onu bayağı bir hırpalamışlar."
"Yaa," dedim üzgün üzgün.
"Bunun nasıl olduğunu sorabilir miyim?"
Söylemek istemediğim için "Bilmiyorum." diye yalan attım. Damien hâlâ bana bakıyordu ama bakışları öyle yoğundu ki, gözlerimi bir an olsun üzerinden çekemedim ve istemsizce yine benden nefret ettiğini düşündüm. Gidebileceğini belli eden bir baş hareketi yaptım. Yerdeki gömleğini hışımla aldı ve bana bir daha asla bakmadan odadan çıktı. Odadan çıkarken sırtındaki kasların nasıl gerildiğini gördüm. Umursamadan "Onu iyileştiremez misin?" diye sordum Lothis'e...
"Yaraları açık değil. Bir iki merhem verebilirim. Birkaç hafta içinde yaralarını iyileştirir ama düzenli kullanması gerekiyor."
"Hepsi bu mu?"
"Güçlü bir ağrı kesici de fena olmazdı. O yaralar ona korkunç bir ağrı veriyordur."
Yarım bir gülümsemeyle "Lütfen, ne gerekirse ver." dedim. "Ve gitmeden önce Abraham'ı bul, sana ödemeni yapacaktır."
Lothis gitmeden önce bana tahriş ve morluklar için iki merhem, dozları farklı olmak üzere iki de ağrı kesici verdi. İlaçları da yanıma alarak çalışma odama gittim. Tam da tahmin ettiğim gibi Damien oradaydı. O sırada gömleğini geri giymiş, düğmelerini ilikliyordu. Onun çıplak göğsüne bakmamaya özen göstererek yanından geçtim ve ilaçlarını masanın üzerine bıraktım. Camın ardındaki gökyüzü bir aslan gibi gürledi ve yağmur bir anda daha da şiddetlendi. Dolu taneleri camları tıkırdattı. Ne felaket bir gündü, tıpkı ruh halim gibi...
"Bunları kullanman gerekiyor." dediğimde Damien sert bir tavırla omzunun üzerinden bana baktı. Kendime hâkim olamadım ve ona doğru dönerken "Ben yanlış bir şey mi yaptım?" diye sordum çünkü öncekinden kat kat daha da öfkeli görünüyordu.
"Doktoru gerçekten benim için mi getirdin?"
"Evet, elbette. Başka kim için olacak?"
"Neden yapıyorsun bunu?"
Bana olma güvensizliği karşısında güldüm ve yumuşak, ikna edici bir biçimde "Hadi ama, Damien." dedim. "Neden bu kadar şüphecisin? O yaralar oldukça kötü görünüyordu ve ben de bir şeyler yapmamız gerektiğini düşündüm. Eğer bu ilaçları kullanırsan birkaç hafta içinde..."
"Hayır, dur. Kes şunu." Beni susturmak için ellerinden birini kaldırdı, ona anlamaz bakışlarla baktığımda da alnını ovdu. "Hiçbir asil kölesine bu şekilde davranmaz. Kendi başını da belaya sokacaksın."
"Bu kadar huysuz olmak zorunda mısın? Sana yardım etmeye çalışıyorum. Neyse. Önce kremi sürmelisin, doktor acıyı hafifleteceğini ve iyileştirme sürecini hızlandıracağını söyledi. Şey... E-eğer istersen yardım edebilirim..." diyerek parmaklarımı ona uzattığında Damien bileğimi hızla, sıkıca tuttu. O koyu, lacivert gözleriyle gözlerimin içine bakarken bu durum ilk tanışmamızı hatırlattı. O zaman da beni böyle durdurmuştu. Kendime not: Ona böyle dokunmayı denememe! Bileğimi hızla çekip parmaklarından kurtardım ve daha fazla bu duruma, bu muameleye katlanamadığım için içten bir biçimde konuştum onunla. "Seni anlamak istiyorum Damien, gerçekten istiyorum. Neden bana hiç imkân vermiyorsun? Ben... Arkadaş olabileceğimizi bile düşünmüştüm ama sen bunu yüzüme çarptın."
"Arkadaş mı?" Bu kelimenin anlamını bilmiyormuş gibi konuşuyordu, sesinde hafif bir tiksinti vardı.
"Tanrı aşkına, sen-" dedim ve elimi yüzümde gezdirerek derin bir nefes aldım. "Damien... Neden benden nefret ediyorsun? Ben sana ne yaptım?"
Damien başını yana çevirerek dudaklarını derinden gelen bir kıkırdamayla süsledi. Onu gülerken göreceğim ilk anın neden benden nefret ettiğini sorarken ki an olacağını hiç düşünmezdim.
Ama neden gülüyordu?
"Komik mi?" diye sordum alınarak.
"Değil." dedi bana geri bakarken. Birden ciddileşti. "Hiç değil. Belli ki durumun ne olduğun farkında değilsin. Sen bana sahipsin, Vanessa. Beni lanet bir hediye gibi kabul ettin, hepsi bu. Biz arkadaş değiliz. Hiçbir şey değiliz."
İsmimi ilk defa onun ağzından duyuyorum ama buna bile odaklanamayacak kadar şaşkına dönmüştüm.
"Neyin var senin?"
"Neyim mi var? Senden nefret ediyorum. Bu var."
Benden nefret ettiğini zaten biliyor olmama rağmen şok olduğumu hissettim ve sanki bana tokat atmış gibi irkildim. İncinmişlikle gözlerimi kırpıştırdım. Daha önce kimse yüzüme karşı böyle korkunç bir şey söylememişti. Tehdit edilmesine rağmen bana bunu söylemeye cesaret ediyorsa benden gerçekten nefret ediyor olmalıydı. Damien o kadar... İnatçıydı ki. Sanki etrafında kimsenin aşmasına izin vermeyeceği bir duvar vardı. Bazı insanlar böyledir, sevmek nedir bilmezler... Ama böyle soğuk bir kalbe sahip olduğu için bu adama kızamıyorum. Acıyorum, sadece acıyorum çünkü dünyada sevgisizlik kadar kötü bir şey daha yok.
"O bakış da ne öyle? Seni kabulleneceğimi gerçekten düşünmüş olamazsın."
Evet, düşünmüştüm aslında...
Mavi ışık odamı aydınlattı ve gök bir kere daha gürledi. Hayal kırıklığım giderek artarken Damien'a doğru bir adım attım ve beni acayip öfkelendirdiği için yumruklarımı iki yanımda sıktım. "Neden adilik ediyorsun? Pislik gibi davranmayı bırak artık! Burada seninle konuşmaya, sana ulaşmaya çalışıyorum. Ve bir daha sakın beni tanıyormuşsun gibi konuşma!"
O da sinirlendi. Meydan okudu. Bana doğru bir adım atarak "Ama tanıyorum." diye itiraz etti. Sesi nefretten boğuklaşmıştı şimdi. İşaret parmağını göğsüme bastırdı, beni bir adım geriletirken yüzünü yüzüme yaklaştırdı. Tek görebildiğim bana nefretle bakan o lacivert gözleriydi. "Senin gibiler... Asiller, soylular, artık kendinize her ne diyorsanız artık... Sadece kendini düşünen, bencil, çıkarcı pisliklersiniz."
"Ama bu doğru değil! Ben öyle değilim!"
"Senden nefret ettiğimi söylememe rağmen bu tatlı maskeyi takmaya devam mı edeceksin?" Elini yüzünde gezdirirken şaşkınlıkla karışık bir bıkkınlıkla inledi. "Peki, bu konuda ne yapacaksın?" Elini omzuma koydu, bana dokunması beni şaşırtırken bedenimi sertçe ittirince panik bana bir dalga gibi çarptı. Sendeleyerek geriledim. Damien üzerime yürüdü. Avına atlamaya hazırlanan bir avcı gibi görünüyordu. Korku, şaşkınlığımın yerini alırken gerilemeye, ondan uzaklaşmaya çalıştım. O da başını yana yatırdı ve tehditkâr bir tavırla üzerime gelirken alay etmeye devam etti. "Birbirimize karşı açık olalım mı, usta? Bence beni cezalandırmadan ya da o arenaya göndermeden duramazsın." Beni tekrar ittirdi. Kalçam çalışma masama çarpınca kutulardan biri yere düştü, birkaç cam ve eşya yere saçılıp kırıldı. Normalde bu beni delirtirdi çünkü bu odadaki eşyalara çok önem verirdim ama şu an başka bir şey için endişeleniyordum; Kendim için...
Şaşkınlığıma rağmen beceriksizce kendimi savunmaya çalıştım. Kaçmayı denediysem de Damien kaçmamam için ellerini iki yanımdan masaya yaslayınca irkilerek durmak zorunda kaldım. Bana hiçbir şekilde dokunmuyor olsa da göğsü ve iki yanımdan uzanan kolları benim için bir hapishane gibiydi. Yakınlığı korkumu daha da arttırdı.
İyiden iyiye panikleyerek "Benden ne istiyorsun?" diye bağırdım.
"Gerçek yüzünü görmek istiyorum. Göster bana. Kimse bu kadar iyi olamaz."
"Nasıl biri olduğumu düşündüğünü bilmiyorum ama seni terbiye etmek için hiçbir şey yapmayacağım! Arenaya da göndermeyeceğim! Ben öyle biri değilim! O yüzden kes şunu!"
"Beni şaşırtıyorsun demek isterdim ama yapmıyorsun."
"Ne?" Parmaklarımla arkamdaki masanın kenarlarını kavradım ve gözlerini aval aval kırpıştırarak "Anlamadım?" diye devam ettim.
"Anlamadın mı?" Damien dudaklarında beliren cansız bir tebessümle işaret parmağını yanağımdan çenemin altına kadar gezdirdi. Kalçamı masaya daha da yasladım. Yumuşak dokunuşunun aksine sesi ve gözleri güvensizlikle, öfkeyle doluydu. "Eve doktor getirmek, güzel yemekler vermek, ne düşündüğümü önemsiyormuş gibi davranmak... Kendine eğlence arıyorsun, değil mi? Hoş ve ilgili davranmayı sürdür. Ya sonra ne olacak? Sıkıldığında beni Yeraltı Şehri'ne geri mi göndereceksin? Sana daha önce de söyledim; Bana. Sakın. Dokunma."
Kalbime tonlarca ağırlık çökerken kelimenin tam anlamıyla donup kaldım. Beynim çalışmayı bırakmıştı sanki. Bu yumuşak, güzel sesin böylesine kötü şeyler söyleyebileceğini duymak beni afallatmıştı. Ona dokunmak mı? Ne ima ettiğini anlayınca yüzüm domates gibi kıpkırmızı kesildi ve güç bela konuşarak öfkeyle "Sen!" diye fısıldadım.
"Ben, ne? Söyle."
Yakışıklısın ama kalpsizsin, diye düşündüm ama şoktan bir şey diyemeyince Damien gözlerini devirdi. Ellerini iki yanımdan çekip benden uzaklaştı ve yere düşen camları toplamak için önümde dizlerinin üzerine çöktü. Kıpkırmızı kesildiğimi, ayakkabımı çıkarıp kafasına geçirmek istediğimi hissedebiliyordum. Damien'ın ağzından çıkan her söz canımı yakmak için söyleniyor gibiydi. Karşılaştığın bu haksız tavır canımı yakıyordu. Öfkeyle yumruklarımı sıkarken başımı eğdim, camları toplayan Damien'a hayal kırıklığıyla baktım. Hayal kırıklığım beni korkunç bir öfkeye sürükledi. Birkaç derin nefes aldıktan sonra hışımla eğildim. Tek dizimin üzerine çöktüm ve Damien'ın çenesini kavrayıp yüzüme bakması için yüzünü kaldırdım. Kendimi tekmelemek istiyordum ya da onu...
Şimdi bile, gözleri meydan okur gibiydi.
"Hadi, o ceza odasına gönder beni. Yine de senin hakkındaki düşüncelerim değişmeyecek."
Sen çok acımasız birisin! Nasıl benimle böyle konuşursun? Seni kabul ettim çünkü birinin hak etmediği bir şeyi yaşamasına izin verecek kadar kötü değilim ama sen öylesin! Bana böyle kötü davranmanı hak etmiyorum!
Böyle düşünüyordum. Öfkeden köpürüyordum. Bu yüzden asla bana yakışmayacak bir şekilde konuştum onunla. "Ustana böyle davranmak... Sen çok küstah bir kölesin, bunu biliyorsun, değil mi? İlk karşılaştığımızda da bu yüzden mi cezalandırıyorlardı seni?" dedim sırf canını benim canımı sıktığı kadar sıkmak için. Damien öfkeyle başını çekmeye çalıştı ama kolumu kırma ya da bana yumruk atma ihtimaline rağmen çenesindeki parmaklarımı sıkılaştırdım ve yüzünü yüzüme geri çevirdim. Yine bana bakmak zorunda kaldı. Ben de en az onun kadar öfkeliydim. "Kulaklarını dört aç, Damien. Benden istediğin kadar nefret edebilirsin ama bana saygı duymak zorundasın. Beni tanımadığın için sana bu konuda açıklama yapıyorum, seninle seks yapmak istediğim için sana iyi davranmıyorum. Sana iyi davranıyorum çünkü senin bana yaptığın aksine ben sana saygı duyuyorum. Ve sırf bil diye söylüyorum, ne yaparsan yap seni o çukura göndermeyeceğim. O köle tacirinin sana nasıl davrandığını gördüm. İlk olmadığına da eminim. Bedenindeki bu izlerin bazıları eski, o katıldığın dövüşlerde olmuş olmalı... O yüzden beni ne kadar kızdırsan da, ne o arenaya ne de o ceza odasına gitmeyeceksin. Seni başka birine satmayacağım da. Yani, benimle yaşamaya bir an önce alışsan iyi edersin!"
Damien'a dokunuyor olduğumu fark edince ateşe dokunmuş gibi hissederek elimi çektim. Hâlâ bana dediği lafları sindiremiyordum. Damien ise okuyamadığım bir ifadeyle yerdeki kırılmış eşyalara bakıyordu ama ne hissettiği artık umurumda değildi. Gururla çenemi dikleştirdim.
"Ve ne var biliyor musun, az önceki laflarından sonra aramızı düzeltmeye çalışmamı bile hak etmiyorsun. Madem benden bu kadar çok nefret ediyorsun, istediğin gibi olsun. Benimle çalışmak zorunda değilsin. Gözümün gördüğü yerlerde dolaşma yeter." Sonra da masadaki ilaçları aldığım gibi kucağına fırlattım. "Ve bu ilaçları kullanacaksın!"
O öfkeli halimle ilaçlarını ona vermeyi akıl etmem bir mucizeydi. Dönüp odadan çıkarken kapıyı öyle sert, öyle öfkeli bir şekilde çarptım ki, bir an kapı titredi. Birkaç adım attım. Öfkeden boğulacak gibi olunca tırabzanlara yaslanarak durdum ve ellerimi alnıma götürdüm. Gözlerimi kapatıp derin nefesler alarak "Sakin ol, sakin ol." dedim kendi kendime ama sakin olmaktan hiç olmadığım kadar uzaktım. Hayatım boyunca kimse beni bu kadar öfkelendirmemişti, Başkan Eugine bile...
"Vanessa?"
Abraham'dı bu.
Titrek bir sesle "Abraham?" dedim. Ona bakmak için başımı eğdim. Merdivenlerin altındaki sahanlıkta duruyor, o endişeli bakışlarla bana bakıyordu. Basamaklara doğru bir adım attı.
"Sorun ne? Kötü görünüyorsun."
"Hiçbir şey. Yorgunum sadece." diye bir yalan attım ve ifademe yapışmış olan öfkeyi görmesin diye ona sırtımı döndüm. "Ben odama çıkıyorum, biraz dinleneceğim. Rahatsız etme, olur mu?"
"Akşam yemeğine ineceksin, değil mi?"
"Evet, ineceğim." diye söz verdim ve odama çıkan basamaklara yönelmeden önce duraksadım. Parmaklarım tırabzanların ahşabını sertçe sıktı. Sonra omzumun üzerinden Abraham'a baktım ve kararlı bir biçimde söyledim. "Damien'ın yemeğini odasına gönder, bundan sonra orada yiyecek."