?10.BÖLÜM: GLADYATÖR VE MUCİT

2635 Words
Tanrım, mutluymuş gibi bile davranmıyor. Kalbimdeki her atım Damien'ın sessiz kaldığı her saniye biraz daha artarken, Damien karamsar bir merakla, "Sen benim bir dövüşümden ne kadar kazanabileceğini biliyor musun?" diye sordu. "Sana söylediler mi?" Bu sorunun altındaki imadan hiç hoşlanmayarak kaşlarımı sertçe çattım ve dirseklerimi masaya yaslayarak öne eğildim. Aramızda uzun bir yemek masası olmasına rağmen sanki Damien çok yakınımdaymış gibi hissetmekten kendimi alamıyordum. "İstersen yüz bin pell kazan. Umurumda değil." dedim aynı alaycı tavırla. "Şiddeti asla onaylamıyorum ve o arenaya hiçbir koşul altında gitmeni istemiyorum. Ellerine bulaşmış kanla elde ettiğin bir parayı kullanmam. Zaten ihtiyacım da yok. Kendi paramı kendim kazanabilirim. Hem senin için de çok tehlikeli. Yaralanabilirsin. Ölebilirsin-" Damien aceleyle parmaklarını kaldırınca susmak için dudaklarımı birbirine bastırdım. "Bekle, dur. Bir saniye." dedi hiçbir şey anlamıyormuş gibi. "Kendi paran mı? Tüm bu malikane senin mi?" "Evet," derken bocaladım. "Yani, kısmen. Gelir giderlerini ve çalışanların maaşlarını ben karşılıyorum." Damien, hafif de olsa ilk kez onda gördüğüm bir merakla "Ne iş yapıyorsun?" diye sordu. Ondan asla olumlu bir karşılık alamayacağımı düşünmeye başlamışken benimle ilgili bir şeyi merak ediyor olması beni sevindirmişti. O yüzden hiç bekletmeden cevap verdim. "Ben bir mucidim." Bunu her dediğimde gelen tepkiyi bekledim fakat Damien kadın olmamla alakalı en ufak bir yorum yapmadan, kaşlarını hafifçe kaldırarak, "Yani zekisin." dedi. Dudaklarımı hafif bir gülümseme kapladı. İnsanlar zeki olduğumu söylerlerdi ama böbürleniyormuş gibi görünmek istemediğim için cevaplar vermedim. Damien aklına her ne geldiyse bir şeyler mırıldanıp öfkeyle kaşlarını çattı ve çatalını önündeki kırmızı ete bastırdı. Sertçe "Başkanın beni sana hediye etmesinde mesleğinin bir ilgisi var mı?" diye sorarken dudaklarımdaki gülümseme solup gitti. Bundan bahsetmek zorunda mıydı sanki? Ama içinde bulunduğumuz şu durumda Damien'a bir açıklama borçluydum sanırım. Neden burada olduğunu bilmeyi hak ediyordu. "Evet." dedim tümüyle yenilmiş bir tavırla lafa girerek. "Eskiden ülkenin sınır şehirlerinde vahşi yaratık saldırıları olurdu ve ordu onları durdurmaya yetecek güce sahip olmadığı için insanlar zarar görürler, hatta öldükleri bile olurdu. Ben de bu vahşi yaratıkları şehirden uzak tutan bir makine yaptım. Bu, prensipte bizim duyamayacağımız frekansta sinyaller yayan bir tür radyo ama işe yarıyor. Bu sayede hem halka yüklenen vergiler düştü hem de ordumuz daha da güçlendi. Başkan Eugine'de birkaç gün önce bana bir hediye vermek istediğini söyledi. Anlamışsındır, onun minnetini gösterme şekli biraz... Tuhaftır. Ama sonuçta buradayız. Neyse. Ne demek istediğimi anladığını sanıyorum." "Arena yok, anladım." "Yarın çalışmalarımda bana yardım etmek ister misin?" "Sen nasıl istersen." Bu yeterince iyi bir cevap değildi ama vay canına, bu bu kadar kolay mıydı? Her neyse, bu meseleyi de hallettiğimize göre... Keyifli bir şekilde kocaman gülümsedim ve başımı yana yatırırken yüzüme kibar, dost canlısı bir ifade yerleştirdim. Artık başka bir şeyden bahsetmek için konuyu değiştirerek "Bu masa oldukça iştah açıcı görünmüyor mu?" dedim. Gerçekten de bir sürü yemek vardı; Kırmızı etle yapılmış bir ızgara, tavuk sote, patates püresi, pirinç pilavı, salatalar, tatlılar, meyveler, tatlı ve ekşi şerbetler... "Denemek istediğin bir yemek var mı? Bence hepsinin tadına bakmalısın. Juno'nun yemekleri harikadır." Damien lacivert gözlerini masanın üzerindeki yemeklerde dolaştırdı. Bakışlarında en ufak bir iştah yoktu. Soğuk bir sesle "Gidebilir miyim?" diye sorunca gülümsemem dudaklarımda soluverdi. Onu yanlış duyduğumdan emin olmak isterdim ama hayır, doğru duymuştum. Bir an ne diyeceğimi bilemedim. Sonra doğal olarak itiraz etmek istedim. "Ama daha konuşmaya yeni başlamıştık. Hem yemeğini bitirmedin bile." "Aç değilim," Gözlerini kapatıp dişlerini gıcırdattı ve biraz zorlama bir kibarlıkla devam etti. "Usta." Anında kıpkırmızı kesildim ve panikle ellerimi havada salladım. "Ah, lütfen. Bana öyle seslenmek sorunda değilsin. Sana söyledim, benim bir adım va-" Damien başını hızla kaldırıp gözlerimin tam içine baktı. Bana attığı o bakış mideme keskin bir krampın saplanmasına ve iki sohbet ettik diye benden hoşlanacağı düşüncesinin kafamın içinde paramparça olmasına neden oldu çünkü düşmanıymışım gibi bakıyordu bana. Şüphe, güvensizlik ve nefret doluydu bakışları. Yerimde huzursuzca kıpırdandım. Damien'ın sofradan kalkmak için benden izin alması beni huzursuz ederken saha da kızardım ve kekeleyerek gidebileceğini söyledim. "E-elbette." Damien tek kelime daha etmeden masadan kalkıp odadan çıkarken ben de dirseklerimi masaya yaslayıp başımı ellerimin arasına aldım. Kalbim hâlâ çılgınlar gibi atıyordu ve hissettiğim hayal kırıklığı boğazımı yakıyordu. Abraham'ın yaklaşan adımlarını duydum. Yanıma gelip de biraz ötemde durunca kısık bir sesle inledim. "Her şeyi elime yüzüme bulaştırdım, değil mi? Bu yemek daha berbat olamazdı." "O kadar da kötü olamaz." Ama olmuştu işte! Sinirlerim bozulmuştu. Belki de bu yüzden hiç gülecek halde olmamama rağmen küçük bir kahkaha attım. "Bana olan bakışını görmedin, Abraham." derken farkındalık aniden gülmeyi kesmeme ve yüzümü ruhsal bir acıyla buruşturmama neden oldu. "Kesinlikle nefret ediyor benden." "Bunun sana özel bir şey olduğunu sanmıyorum, Vanessa. Bence Damien genel olarak asillerden nefret ediyor. Ona biraz zaman ver, onun için de her şey çok yeni. Zamanla sana alışacaktır. Hem öyle hemen pes etmek sana yakışmıyor." "Ama ne yapabilirim ki?" "İçinden geldiği gibi davran. Senin hakkındaki fikrini değiştireceğinden eminim." Hiç umudum olmamasına rağmen umutla "Öyle mi diyorsun?" dedim. Damein'ın bakışını hatırlayınca aç olmama rağmen yemek tabağını ileri ittirdim, hayal kırıklığı insanda iştah miştah bırakmıyordu doğrusu. "Yemeğimi bitirmeyecek misin?" "Galiba doydum." diye mırıldandım. "Ama tüm gün bir şey yemedin." Endişesi sesinden ve çattığı kaşlarından belli olsa da "İdare edebilirim." diye geçiştirerek sandalyemden kalktım. Abraham, anlayışlı bir tavırla "Biraz sohbet etmek ister misin, kızım?" diye sordu. Babamı hatırlatmamak için bana pek sık 'kızım' diye seslenmezdi. "Sana iyi gelebilir." Konuşmak bana gerçekten de iyi gelebilirdi ama şu an biraz yalnız kalmaya ve düşünmeye ihtiyacım vardı. Başımı hayır anlamında iki yana salladım ve Abraham'ın yanından geçip gittim. Abraham'ın arkamdan baktığını, benim için üzüldüğünü hissedebiliyordum. Keşke ona tamamen iyi olduğumu söyleyebilseydim ama değildim. Yatak odamın olduğu kata çıkıp kendimi yumuşacık, ipek örtülerin üzerine sırt üstü atarken ellerimle yüzümü kapattım. Göğsüm titrek bir nefesle yükseldi ve indi; Çünkü ümitsizdim, kızgındım ve tıka basa hayal kırıklığıyla doluydum. Damien'a ulaşmak çok zordu ve ne yaparsam yapayım başaramayacak gibiydim. Sahiden? Yüzümü bile görmek istemeyen, benden açıkça nefret eden ama bana mecbur olan bir adamla aynı evde nasıl yaşayacaktım ben? Bunun düşüncesi bile korkunçtu! Evet, benimle konuşuyordu ama bunu sadece mecbur olduğu için yapıyordu. Bana itaat etmek zorunda olmasına rağmen usta deyişinde öylesine bastırılmış bir öfke vardı ki bu işin sonunun iyi bitmeyeceğinden korkuyordum. Her şey mahvolabilirdi. 🔸🔸🔸 Gece tahmin ettiğimden daha uzun sürünce ve çalışmak uyumaktan daha cazip gelince kendimi çalışma odamda buldum. Tam olarak hangi noktada bedenimin yorgunluğa yenik düştüğünü hatırlamıyorum ama Iron patisini yanağıma sürttüğünde masadan hızla doğrulmuş, irkilerek uyanmıştım. Parmaklarımı saçlarımın arasından geçirdim ve esnedim. Gökyüzünün korkunç bir gürültüyle aydınlandığını görünce tek yaptığım odama gidip yatmayı düşünmek oldu. Yağan yağmur pencerelerin camlarını sertçe dövüyor, manzaramı bulanıklaştırıyor ve normalde yağmuru çok sevmeme rağmen can sıkıcı bir kasvetin ruhuma sızmasına neden oluyordu. Doğru ya. Sonbahar mevsimindeydik. Birkaç gün güneşli olunca sonbaharda olduğumuzu neredeyse unutmuştum. Gökyüzü bir kez daha aydınlanınca Iron şimşek sesinden korkarak sıçradı. Ben onu tutamadan önce yere atladı ve masanın altına girdi. Yavru kedi korku içinde minik sesler çıkarmaya başlayınca endişelendiğimi hissettim. Masanın altına eğildim ve "Hadi, korkma. Ben buradayım." diyerek kediye parmaklarımı uzattım ama o kadar korkmuştu ki, benden kaçtı ve iyice top hâline gelip köşeye sindi. Siyah kaşlarım çatıldı. "Bebeğim benim, gel. Korkma." dedim sesimi yumuşatarak, ne dediğimi anlamasa da ses tonumdaki şefkat kediyi sakinleştirirdi. "Iron, yapma böyle. Ben-" Kapının açılma sesi beni içinde bulunduğum andan koparan şeydi. Birini beklemiyordum. Bu kadar panik yapmayı da beklemiyordum. Düşünmeden kalkmaya çalıştığım için kafamın arka tarafını masanın alt tarafına sertçe çarptım. "Ah!" diye bir nida çıktı dudaklarımdan. Canım gerçekten yanmıştı! Acıyla homurdandım ve başımı ovarak doğrulurken gelenin Abraham olduğunu gördüm. Dudaklarıma yayılan gülümseme Abraham'ın birkaç adım arkasında bekleyen adamı görünce bocaladı. Şey... Sanırım Damien'ı etrafta görmeye alışsam iyi olacaktı. "Günaydın, Vanessa. Bugün nasılsın?" diyerek içten bir biçimde gülümsedi Abraham, elimi hafifçe zonklayan başımdan çekerken homurdanarak iyi olduğumu söyledim. "Harika. Sana yardımcını getirdim." Damien'a bakmaya bile çekiniyordum. Yardımcı, diye düşündüm iç çekerek. Akşamki konuşmamız bir ara aklımdan çıkmış olmalıydı. Yine de neşeli ve memnun görünmeye çalıştım. "Ah, Damien! Ben de seni bekliyordum. Lütfen, içeri gir." Damien tüm heybetiyle içeri yürürken Abraham her saniye daha da gerginleşen yüz ifademden o kadar keyif alıyordu ki, "Sana bir tavsiye vereyim mi evlat?" diye alay etti. Damien, omzunun üzerinden Abraham'a baktı; Gözleri hâlâ soğuktu. İtiraf etmek hoş olmasa da bu tavrının bana özel olmadığını bilmek beni rahatlatmıştı. Abraham, "Senin yerinde olsam bu odadaki hiçbir düğmeye basmazdım." dediğinde dün olanları anımsayarak yüzümü sertçe buruşturdum ve ona 'Ciddi misin sen?' der gibi baktım. Abraham gitmek için dönmeden önce kıkır kıkır güldü. Bundan bahsetmek zorunda mıydı şimdi? Bu bir kazaydı. Neyse ki Damien bu imayı anlamayacak kadar yabancıydı bize. Abraham odadan çıkınca yine Damien ile baş başa kaldım. On adım kadar ötemde duruyordu. İyi tarafından bakarsak, artık dünkü kadar gergin hissetmiyordum kendimi. Omuzlarımı silktim ve kibarlıktan "Nasılsın, Damien? İyi uyudun mu?" diye sordum. Damien o güzel, lacivert gözlerini benim siyah sayılacak kadar koyu bir renge sahip olan gözlerime çevirince içim saf bir enerjiyle doldu, heyecandandı galiba. Onun mesafeli tavrına rağmen gülümsedim ve "Burası benim çalışma odam." diyerek etrafı elimle gösterdim. "Beni ararsan ilk buraya bakabilirsin. Genelde burada olurum ben." Damien hafif bir ilgiyle dolu olan gözlerini etrafta dolaştırdı. Kocaman odanın içi bir sürü ıvır zıvırla, rafla, eşyayla doluydu; Bir teleskop, radyo, Z makinesi, reaktör bile vardı. Damien bana geri bakmak için başını çevirince aşırı heyecanlı görünüyor olduğumu düşünerek biraz daha açıklama yapmak istedim. "Pardon. Buralarda birini görmeye pek alışkın değilim, pek insanları davet etmiyorum." derken masanın etrafından dolanmak için bir adım attım. Aynı anda karnım bir sandalyenin sırtına çarpınca dudaklarım gerildi ve bir saniye içinde kızardım. Bugün sakarlığım üzerimdeydi! Sonra küçük bir kahkaha kaçtı ağzımdan. "Kahrolası sandalye. Abraham'a kaç kez onu atmasını söyledim. Dağınıklığı affet lütfen. Henüz her şeyi yerleştirmedim." diye homurdandım... Boğazıma bir piton yılanı dolanmış olsa daha rahat hissederdim. Damien'ın sessizliği beni rahatsız etmiyordu ama hissettikleri kesinlikle rahatsız ediyordu. Daha sonra Damien hiç beklemediğim bir şekilde odadaki en ilgi çekmeyen şeye dokundu. Uzun, biçimli parmakları duvarda asılı olan rüya kapanının üzerinde nazikçe gezindi. Onun orada olduğunu unutmuştum bile. Peter'ın on yedinci doğum günümde aldığı hediyeydi bu. Damien, "Bunun yatağında olması gerekmez miydi?" diye sorduğunda bu sorunun tanıdıklığı karşısında hafifçe güldüm çünkü ben de bir zamanlar aynı şeyi sormuştum. "Onu bana bir arkadaşım verdi. Bu bir espri çünkü ben yatağımdan çok burada uyurum. O yüzden burada olması mantıklı sanırım." Ben konuşurken Iron korkusunu yendi ve ortaya çıkmaya karar verdi. Önce sandalyeye, sonra da masamın üzerine sıçradı. Metal bacağına bir bakmıştım ve artık hiç aksamıyordu. Damien rüya kapanını bıraktı ve olduğum tarafa doğru yürüdü. İster istemez yine gerildim ama ilgisini çekenin ben olduğumu sanmıyordum çünkü kedinin metal ayağına bakıyordu. "Ah, Iron'la tanışmadın değil mi?" diyerek göstermek için kediyi kucağıma aldım. Iron, üzerimdeki pahalı kumaşlara sürtündü. Damien ise beyaz tüylerle kaplı yavru kedinin diğer üç ayağından farklı olan ayağına bakarken hafifçe kaşlarını çattı. "Bunu sen mi yaptın?" diye sorunca içime gerçek bir umut doğdu. Benimle ilgili bir şeyi daha merak ediyordu. Belki de Abraham haklıydı Belki de zamanla birbirimize alışacaktık "Evet. Biraz uğraştırdı ama değdi." Hafif, kırmızı bir ışık saçan sensöre dokundum, Iron miyavlayarak kafasını elimin arkasına sürttü. Amma da sırnaşıktı. "Burada bir algı ve hareket sistemi var. Diğer bacağına uyum sağlıyor. Bu yüzden Iron herhangi bir kedi kadar rahatça hareket edebilir." "Başkanın neden sana hediye almak için bir servet adadığını şimdi anlıyorum. Ona daha fazlasını kazandırdın, değil mi?" "Ah, o kadar da değil... Ama alçakgönüllülük bir yana, işimde başarılıyımdır." Gök bir kere daha şimşekle aydınlanınca ve odam bir an doğal, mavi bir ışıkla aydınlanınca zavallı Iron yine korktu. İyice kollarımın arasına sindi. Benim gözlerimse Damien'ın üzerindeydi. Camın ardındaki gri gökyüzüne baktı ve ben ne düşündüğünü anlayamadan balkona doğru yürüdü. Ne yapacağını anlamadığım ve merak ettiğim için ilgiyle onu izlemeye başladım. Damien balkonun kapısını açınca rüzgar içeri doldu ve yağmur damlaları parkelere sıçradı. Şaşkın şaşkın "Ne yapıyorsun?" diye sordum. Damien elini dışarı uzatınca ve yağmurun parmaklarına dokunmasına izin verince ifadesinin nasıl ilgiyle durgunlaştığını gördüm. Fark ettiğim şeyle dudaklarım şaşkınlıkla aralandı. Aman Tanrım! Yoksa o hiç... "Ne zamandır gökyüzünü görmedin?" "Rengini unutacak kadar." Bu mantıklıydı, sonuçta toprağın altında bir yerdi orası ama... "Ama oradan hiç çıkmadın mı?" "Hayır." "Neden? Yani... Yasak falan mı?" Damien'ın gözleri hâlâ yağan yağmurdaydı. Uzun bir süre cevap vermedi, bu yüzden de asla öğrenemeyeceğimi düşündüm ama sonra dudaklarını araladı ve duygusuz bir sesle açıkladı. "Yeraltı Şehri'nde doğan birinin oradan çıkması için özel bir izin gerekiyor. Şu an buradayım çünkü başkan beni satın aldı ve sana vermelerini söyledi. Ne sanıyorsun? İstediğim zaman istediğim yere gidebildiğimi mi?" Gözlerim yağmurun altına uzattığı eline, bileğindeki Aidiyet Damgasına kaydı. Yeraltı Şehri'nde doğan insanların simgesi olan güzel kelebeğin mavi kanatlarında gümüşimsi bir parlaklık vardı. Bu kadar eşsiz bir simgenin insanların tutsaklığını belgelemesi ne kadar da ironikti... Hayatlarımızın ne kadar farklı olduğu gerçeği hiç o anki kadar net olmamıştı. Sohbete devam etmek için, hem de merak ettiğim için, "Ne zamandan beri arenada dövüşüyorsun?" diye sordum. "On dört yaşımdan beri." Tüm hayatının arenada geçtiğini düşünürken yanılmıyordum demek. Ama on dört yaş ölümüne dövüşlerin olduğu bir piste çıkarılmak için çok küçük bir yaş değil miydi? Şu an çok güçlü görünüyordu ama o zaman neredeyse çocuk sayılırdı. Bu kulağa çok berbat geliyordu ve düşüncesi bile kendimi çok üzgün hissetmeme neden oluyordu. "Seni piste kim gönderdi? Ustan mı?" Belki de çenemi kapamalıydım. Neden geçmişini kurcalıyordum ki? Yine de Damien kendini bana cevap vermeye zorlayarak "Evet," dedi. İçerisi iyiden iyiye soğumaya başladığı için balkon penceresini kapattı. Saçları ve omuzları hafif nemliydi şimdi. Hâlâ büyük bir beklentiyle ona baktığımı görünce elinin tersiyle yanağındaki yağmur tanelerini silerek isteksizce devam etti. "Aslında beni oraya cezalandırmak için göndermişti. Öleceğimi düşünüyordu. Bu yüzden köle tacirlerine o zamanların en güçlü gladyatörünü karşıma çıkarmalarını söyledi. Sonuç olarak kazandım. Sonra ustam bunun üzerinden çok para kazanabileceğini fark etti ve... Sonrasını biliyorsun işte." "On dört yaşındayken arenanın en güçlü gladyatörünü mü yendin? Ama o zaman bir çocuktun!" Damien'ın alaycı bir tavırla "O yüzden bu kadar pahalıyım zaten." diye homurdandığını duyunca verdiğim tepki yüzünden kafamı duvara duvara vurmak istedim. Damien ise sıkkın bir tavırla gözlerime bakmak için döndü. "Tüm gün konuşacak mıyız yoksa bana yapmam için bir şeyler verecek misin?" diye sorduğunda konuşmamızın burada bittiğini anladım ve Iron'u masanın üzerine bırakarak Bay Alessandro'nun teleskobunu inceledim. Tamamlanmış sayılırdı ama son rötuşlar için birkaç malzemeye daha ihtiyacım vardı, burada olmadığını bildiğim ve satın almam gereken malzemelere... "Birkaç eşya almak için şehre inmem gerekiyor." dedim ve Damien'ın hiç Yeraltı Şehri'nden çıkmadığını anımsayınca "Sen de benimle gelsene." diyerek onu da davet ettim. "Bana yardım edebilirsin. Yapabilirsin, değil mi?" "Evet. Ne istersen." Umarım bunu zorunda olduğu için değil, istediği için söylüyordur. Kuru bir sesle "Tamam." diye cevap verdim ve bir an duraksadıktan sonra devam ettim. "Beni oturma odasında bekleyebilirsin. Hemen geleceğim." Yatak odama çıktım ve aceleyle kahverengi, kalın bir manto ile topukları olan diz üstü, siyah çizmelerimi giydim. Tesadüf bu ki, çizmelerimin fermuarını çekmeden önce Abraham'la holde karşılaştık. Ellerinde, içinde elma ve armut dolu olan bir kasa taşıyordu. Dün akşamki ihaneti yüzünden ona hâlâ kızgın olsam da gözündeki morluğu görmek yumuşamama neden oldu. Ona gülümsedim, o da bana gülümsedi. Sonra aklıma gelen şeyle katıksız bir endişe hissetmeye başladım. Bu konuda bir şeyler yapmam gerektiği için yanımdan geçip gitmeden önce Abraham'ı omzundan tutup durdurdum. Bana neler olduğunu anlamıyormuş gibi bakıyordu. "Şimdi zamanı değil, biliyorum ama bir doktora ihtiyacımız var." "Sana zaten söyledim, ben..." "Senin için değil," dedim bir iç çekişle. Çizmelerimin açık olan fermuarını çekmek için eğilirken Damien'ın bedenindeki tüm o yaraları düşündüm. Ne halde olduklarını bilmesem de bir tedaviye ihtiyacı olduğundan emindim. O zorba adamlarım ona bir tedavi imkânı vermediğinden emin olduğum için de ona bunu ben vermek istiyordum. "Damien için... Yaraları var ama hazır gelmişken sana da baksa hiç fena olmazdı. Ciddiyim. O morluk dünden daha kötü görünüyor." "Damien'ın neden doktora ihtiyacı var? O da mı düğmeye bastı?" Normalde buna gülerdim ama o an yapamadım. Ruh halim hiç olmadığı kadar kasvetli ve düşünceliydi. "Hayır, daha da kötüsü." diye fısıldadım. Damien'ın ceza odasında gördüğü muameleyi Abraham'a anlatmak doğru gelmediği için devam etmedim. "Neyse. Bana en kısa sürede onu kontrol etmesi için bir doktor bulabilir misin?" "Elbette, hem de en iyisini getireceğim. Bu konuyu bana bırak." O böyle deyince omuzlarımdan büyük bir yükün kalktığını hissettim. Ne de olsa Abraham'a her konuda güvenebileceğimi biliyordum.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD