?9.BÖLÜM: AKŞAM YEMEĞİ

3272 Words
"Daha ne kadar bana öyle bakacaksın?" Günler, günler, günler sonra görüşüyorduk ve 'Evet, Usta?' dışında bana söylediği ilk şeyin bu olduğuna inanamıyordum. Biraz kaba saba bulduğum tepkisi yüzümün düşmesine neden olmuştu. Ona nasıl bakıyordum ki? Meraklı? Endişeli? Ürkek? Ah, hayır. Doğru soru bu değildi. Ona neden bakıyordum? Bu durum benim için de en az onun için olduğu kadar rahatsız ediciydi ama içimde ufacık bir umut kıvılcımı yeşermişti. En azından benimle konuşuyordu, değil mi? Acaba şirince gülümsesem karşılık verir miydi? Ya da tokalaşmak için elimi uzatsam? Neyse, şansımı zorlamayayım şimdi. "Özür dilerim. Ben... Hâlâ bu duruma alışamadım." Her şey o kadar garip ki. "Bu arada, ismim Vanessa. Vanessa Born. Ve sen de şey olmalısın..." Sesim bir fısıltı gibiydi. Devam etmeyip cevap vermesini bekledim ama vermedi. Bir cevap beklediğimi göstermek için umut dolu bir yüzle ona uzun uzun baktığımda Damien başını çok hafifçe yana eğdi, biraz kafası karışmış görünüyordu. "Bana adını söylemeyecek misin?" diye sordum sabırsızca. Damien "Neyin peşindesin?" diye sorduğunda sesindeki soğukluk ve güvensizlik karşısında dehşete düşmemiş gibi görünmeye çalıştım. Anlamayarak "Ne?" dedim. "İsmimi zaten biliyorsun, değil mi? Bana az önce ismimle seslendin. Seslenmeseydin bile eminim ki sana adımın ne olduğunu söylemişlerdir." "Ben... Yani, evet, söylediler ama tanışmak için öyle dedim." Bakışlarından benimle tanışmak, sohbet etmek istemediği anlaşılıyordu. Derin bir nefes aldığında kaslı göğsü gömleğinin altında şişti ve bir an aklından ne geçiyorsa -Muhtemelen asla duymak istemeyeceğim bir şeydi- bunu bana söylemeye cüret edeceğini sandım ama yapmadı. Onun yerine kendini bana karşı itaatkâr olmaya zorlayarak "Pekâlâ." dedi. "Sen nasıl istersen. İsmim Damien." İrkildim. Ben nasıl istersem mi? Oof ya. Bu tanışma daha berbat olabilir miydi? Kendimi korkunç ötesi hissediyordum. Damien'a ulaşmak çok zordu ve ben de belki de takılmam gereken en son noktaya takıldım... "Soyadın yok mu?" diye sordum. "Hayır. Sadece Damien." "Neden? Yani, herkesin bir soyadı yok mudur?" Sürekli soru sormamdan sıkılmış gibi bir hâli vardı ama Arthur ona her ne yaptıysa artık, kendini bana karşı saygılı olmak için zorluyordu. "Neden bana bunu soruyorsun? Bu işlerin nasıl yürüdüğünü biliyor olmalısın." "Şey... Ben... Bilmiyorum. Benim... Benim senden başka kölem olmadı. Sen ilksin." Kızardığımı hissedebiliyordum. Bu çok saçmaydı. Neden bu durumdan utanıyordum? Onu ben satın almamıştım ki! Hediye olarak kabul etmemin tek nedeni de onu o pis, rutubet kokan ceza odasından çıkarmak istememdi. Damien'ın yüzünden ilk kez öfke ya da nefretten çok uzak bir duygu vardı. Şüpheyle bana baktı. Anlamıyordum. Hiç kölem olmaması o kadar şaşırtıcı bir şey miydi? Sertçe "Sen," dedi ve her ne söyleyecekse, söylemekten vazgeçti. Muhtemelen bana inanmıyordu. "Birçoğu gayrimeşru dünyaya geldiği için yasalara göre kölelere soyad verilmiyor. Zaten bir anlamı olmazdı." diye açıkladı isteksizce. "Bunu bilmiyordum." diye mırıldandım. Ama haklıydı, bireysel haklardan yararlanamayınca soyadının ne anlamı vardı? Anne babasını tanıyor muydu acaba? Açıkçası bir ailesi olduğunu sanmıyordum. Bunu düşünmeyi bıraktım ve Damien'ı ilk gördüğüm an gözlerimin önüne gelirken yavaşça yutkundum. O zaman Arthur ve adamları onu çok kötü hırpalamışlardı. Yaraları nasıldı acaba? Sorsa mıydım ki? Onun için gerçekten endişeleniyordum. "Damien?" dedim izin istercesine. Durakladı. Sonra, ismini söylediğim ilk seferde de olduğu gibi, kendini bana cevap vermeye zorladı. "Evet, Usta?" "Tamam. Başlangıç olarak, bana usta, efendim ya da benzer şeylerle hitap etmene gerek yok. Benim bir ismim var. İsmimi kullanabilirsin." "Usta yeterince iyi. Sana isminle hitap edersem olacakları tahmin edebiliyorum." Acımasız bir alaydı bu. Beklemiyordum. Tam ona bunun kocaman bir saçmalık olduğunu söyleyecektim ki, Abraham asık bir suratla oturma odasına girerek dikkatimin dağılmasına neden oldu. Onun da morali benimki kadar bozuktu. Hatta benden bile daha bozuk. Şakağını ovarak "Kahretsin! Sinirden başım ağrıyor resmen!" diye homurdandı. Muhtemelen Arthur gitmeden önce canını sıkacak bir şey söylemişti ya da bana kızgındı, bilemiyorum. İkisi birden bile olabilirdi. Sorun değil, önemli değildi. Hem ilgisini yeniden bana çekmek hem de öfkesini yatıştırmak için "Abraham," diye ona seslendim. Abraham ellerini şakaklarından çekti ve uzun bir iç çekişin ardından gözlerini gözlerime kilitledi. "Evet, hanımefendi?" "Müsait misin?" "Evet." dedi hemen. "O halde Damien'a odasını gösterir misin?" "Elbette." Damien, "Bekle." dedi. Tekrardan onun koyu, yoğun gözlerine bakarken biraz şaşkındım. O da öyle. Sesine yerleşen alaycı bir tınıyla "Odam mı?" dedi. "Evet. Aceleye geldiği için çok iyi değil ama elimden geleni yaptım. Umarım beğenirsin." diyerek utangaç bir biçimde ensemi kaşıdım. Odasında sadece temel eşyalar vardı; Bir dolap, bir masa, bir de yatak ve gördüğüm kadarıyla Damien yanında kişisel bir eşya getirmemişti. Abraham sessizliğimizi bozan kişi oldu ve babacan bir tavırla "Beni takip et, evlat. Bu taraftan." diyerek oturma odasının çıkışına yöneldi. Damien, Abraham'ı takip etmek için dönmeden önce kendi kendine, hoşnutsuz bir şekilde bir şeyler homurdandı ve ben de odadan çıkana kadar onun ardından baktım. Eh, iyi bir hoş geldin konuşması değildi, Damien açıkça nefret ediyordu benden ama daha da kötü olabilirdi. Alışacağımı, zamanla omuzlarındaki bu gerginlik hissinin geçeceğini umuyordum. Damien'ın da zamanla alışacağını umuyordum. İkimiz için de her şey çok yeniydi. Damien'ın yaralarını düşünürken ve Başkan Eugine'nden, Arthur'dan ve David'den ciddi ciddi nefret ettiğimi hissederken gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Yapacak daha iyi bir işim olmadığı ve biraz da stres atmam gerektiği için çalışma odama çekildim. Öğleden sonra Abraham çalışma odamın kapısını tıkladı. Biraz dinlenmek istediğim için o sırada balkondaydım, saçlarımı okşayan rüzgarın ve masmavi okyanusun tadını çıkarıyordum. Iron kucağımda kıvrılmış uyuyordu ve bugün biraz fazla yemek yediği için karnı hafifçe şişmişti. Parmaklarımı yavru kedinin temiz, yumuşacık tüylerinin arasına kaydırırken Iron başını bacağıma sürttü ve esneyerek o güzel, mavi gözlerini araladı. Üzerine eğilerek "Günaydın Ufaklık." dedim sevgiyle. Iron miyavladı ve patisini avucumun içine gezdirerek tenimde birkaç daire çizdi. Sonra da sırt üstü döndü ve ben şişkin karnını okşarken keyifle mırıldandı. Keşke bu kadar meşgul olmasaydım da onunla daha fazla ilgilenebilseydim. Iron'u o kadar küçükken bulmuştum ki, beni annesi sandığından şüphem yoktu - Ki bunu beklemezdim. Ona daha rahat hareket etmesi için mekanik bir ayak yaptığımda bile ben de dahil bu evdeki herkesten köşe bucak kaçardı. Bunun tek sebebinin ona zarar verenin insanlar olmasına bağlıyordum ama zamanla, ufak tefek adımlarla, bana alışmış ve beni ailesinin bir parçası olarak görmeye başlamıştı. "Kedinin bacağı aksıyor," dedi Abraham yanımdaki koltuğa oturarak. Ensesinde at kuyruğu yaptığı uzun, gri saçları okyanus meltemiyle sallandı. "Eskisi kadar rahat hareket edemiyor." Endişeyle "Ah," diye bir nida çıktı dudaklarımdan. Kedinin sensörlü bir sistemle çalışan ve diğer bacağının hareketlerine göre şekillenen ayağına dokundum. Vidalar hâlâ sağlamdı ama gerçekten de bacak biraz katı hareket ediyordu. Iron, eğilip parmaklarımın eklem yerlerini yalamaya çalışırken "Fark etmemiştim. Tamam. Bir bakarım şimdi." dedim. Abraham, gözlerini limana çevirdi ve yaklaşan dev, tüccar gemilerine baktı. Konuşmaya karar verdiğinde sesinde yumuşak bir tını vardı. "Damien hakkında neden öyle düşündüğünü şimdi daha iyi anlıyorum. Oturma odasında sana nasıl baktığını gördüm." "Beni asla kabullenmeyecek." Alışabilirdi belki ama asla kabullenmeyecekti, emindim bundan. Abraham, "Bu kadar karamsar olma, kızım." diyerek omzuma dokundu. Iron, onun benim kucağından kucağına sıçradı ve göğsüne tırmanarak parlak, siyah düğmelerini kemirmeye başladı. "Bu hiç senlik değil." "Karamsar değilim, sadece gerçekçiyim. Damien benden nefret ediyor." "O kadar da değil şimdi." Ona 'Sahiden mi?' bakışımı attığımda göğüs geçirdi. "Tamam, belki biraz fazla hoşlanmıyordur ama nefret demeyelim biz." Güldüm. Beni bu durumda bile güldürmeyi nasıl başarıyordu acaba? Bunun için ona minnettardım. Bu arada Iron omzuna tırmanmış, Abraham'ın sırtından sarkan at kuyruğuyla oynuyordu. Tamir edilmesi gereken o aksak bacağına rağmen yerinde durmuyordu bir türlü. Yine de... "Bu çok kötü bir fikirdi. Damien'ı asla kabul etmemeliydim. Görmüyor musun, onu bana itaat etmeye zorlamışlar." diye yakındım üzgün üzgün. Başımı ellerimin arasına alıp homurdanmamak için parmaklarımı kucağımda sıkı birer yumruk yaptım. "Tanrım! Benden nefret etmesi kadar normal bir şey yok." "Seni tanımıyor, Vanessa." "Tanısa bile fikri değişmeyecek ki. Öyle birinin ilgisini çekebileceğimi zannetmiyorum." "Öyle biri?" "Damien biraz şey..." Öfkeli ve hırçın, diyecektim ama Abraham benden önce davrandı. "Ateşli mi?" diye alay etti daha önceki konuşmamızı hatırlayıp yüksek sesle gülerek. Kıpkırmızı kesildim. O da düşünüyormuş gibi yaptı. "Evet, sanırım bir kadın için oldukça çekici bir erkek olurdu." "Onu kast etmediğimi biliyorsun! Oof! Çok kötüsün!" "Tamam, tamam... Ama gerçekten çok karamsarsın. Sanki onu kabul etmesen çok daha iyi bir hayatı olacakmış gibi düşünüyorsun ama yanılıyorsun. Damien bir köle olsa da ünlü bir gladyatör. Sen olmasaydın bile illaki o burnu havada asillerden biri onu satın alırdı. Bence sana hediye edildiği için Damien oldukça şanslı." "Şey..." derken Damien'ın sesi zihnimde dalgalandı; Ben. Lanet. Olası. Bir. Hediye. Değilim. "Ben onun öyle düşünmediğinden eminim." diye fısıldadım. "Çünkü seni tanımıyor. Neden bir yerden başlamıyoruz? Juno'ya bu akşamki yemeği her zamankinden fazla yapmasını söyledim. Birlikte yemek yiyebiliriz. Sen de böyle isterdin, değil mi?" Abraham'ın ne demek istediğini anlayınca yüzümde düşünceli bir ifade belirdi. Doğru ya, akşam yemeği! Ya tek başıma ya da Abraham'la yemek yerdim, bu yüzden o masada üç kişi olmak garip olacaktı. Bu düşünce bana Peter'ın da bu evde yaşadığı zamanları anımsattı. Peter hem arkadaşım hem de yardımcımdı, çalışmalarımda bana yardım ederdi ama bundan öte, biz bir aileydik. O masada hep üç kişi otururduk; Abraham, Peter ve ben. Birbirimize günümüzden bahseder, her şey hakkında konuşur, gülüşürdük ama bu gecenin hayal ettiğim geceler gibi olmayacağından emindim. Abraham yüz ifademdeki durgunluğu fark edince anlayışlı bir tavırla omzuma dokundu. "Varlığı seni huzursuz ediyorsa yemeği Damien'ın odasına gönderebiliriz. Onunla vakit geçirmek zorunda değilsin." "Hayır, hayır! O masada yeterince yer var. Ben sadece şaşırdım bir an. Bunu düşünmemiştim... Bu arada, tavsiye için teşekkürler. Her zaman ne demen gerektiğini nasıl biliyorsun?" "Bu bir sır." Şakacı bir tavırla "Çok işime yarayan bir sır." diye ekledim ve sonra da iç çektim. "Sen olmasan ne yapardım ben? Bunu yapmak için hiçbir sorumluluğun olmasa bile buradasın, bana öğüt veriyorsun. Babam..." Sesim duygu yoğunluğundan çatladı ama devam etmek için kendimi zorladım. "Babam gittiğinden beri bana babalık yapıyorsun. Sana olan borcumu asla ödeyemem." "Ortada ödenecek bir borç yok, Vanessa. Seni Peter'dan farklı görmüyorum, biliyorsun. İkiniz de benim elimde büyüdünüz." Aynı şey değildi ki! Peter onun gerçek oğluydu, aralarında kan bağı vardı. Bense babamla arasındaki arkadaşlık dışında üzerimde hiçbir sorumluluğu olmayan bir yetimdim ama bunu ona söylersem çok kızacağı için ağzımı açmadım. Bir süre sonra Abraham rahatça çalışayım diye Iron'u da yanına alıp odamdan ayrıldı. Ne kadar çabalasam da kendimi işe veremedim ve bu akşamki yemeği düşündüm. Sonra Başkan Eugine ile Damien'ı görmeye giderken gördüğüm o zayıf, zavallı köleyi anımsadım. Sahibi ona çok kötü davranıyordu ve belli ki bilerek aç bırakıyordu. Bu düşünceyle ürperdim ve eski ustalarının Damien'a nasıl davrandığını merak etmeden edemedim. Bir gladyatör olduğu ve arenaya çıktığı için yapmaları pek akıllıca değildi ama onu aç bırakıyorlar mıydı? Cezalandırıyorlar mıydı? Kötü davranıyorlar mıydı? Keşke ondan bu kadar çekinmeseydim de bunları ona sorabilseydim ama şimdilik bu soruları kendime saklayacaktım. Belki bir gün sorma imkânı bulurdum, kim bilir. Düşünüp durmanın bir işe yaramadığını fark ettiğimde her şeyi akışına bırakmaya karar verdim ve çalışma odama geri döndüm. Birkaç gün sonra teslim olmaya geleceği için tamamen Bay Alessandro'nun teleskobuna odaklandım. Hesaplamalarımı yaptığım defterime göre yeni, ince kenarlı merceklerin ışığı toplama durumu milimi milimine hesaplamış, kaydetmiştim. Bu mercekler -Ve kabul ediyorum, onları yerleştirmeden önce üzerlerinde biraz oynamıştım- görüş alanını en net ve en geniş düzeye getirecekti ama çok büyük oldukları için teleskobun dış yüzeyi de dahil birçok kısmını değiştirmem gerekmişti. Böyleyken teleskop eski halinden üç kat daha büyük, ağır ve gösterişliydi. Ek olarak bir görüş sabitleme düğmesi, uzaklık ve açı göstergesi, ışık tarayıcısı, yansıtma imkânı için hareketli aynalar ve küçültme sistemi -Eklem yerlerinde bulunan ve içe doğru bükülen hareketli halkalar sayesinde teleskop istenildiği zaman çok az yer kaplıyordu- eklemiştim. Bay Alessandro'nun bundan çok hoşlanacağından emindim. Bir bilim adamı olduğu için onun onayını almak benim için çok önemliydi. Bu yüzden bu işe ekstra özen göstermiştim. Tripodun merkez sütununu ayarlarken biraz soluklanmak için başımı kaldırdım. Çalışma odamın manzarası bu 'soluklanma anının' tahmin ettiğimden daha uzun sürmesine neden oldu. Rengi turuncuya çalan güneş okyanusun gerisinde batmaya başlamış, son ışıklarını yeryüzüne göndermek için çabalıyordu. Uzaktan gelen gemilerin ve martıların seslerini duyabiliyordum. İçlice iç çektim. Tüm hayatım bu odadan ibaretti. Çalışmak önemliydi, ne de olsa bu malikaneyi idare etmek ve çalışanların maaşlarını ödemek benim sorumluluğumdaydı ama bazen kendimi yapmam gereken şeye öyle kaptırıyordum ki dünyanın tadını çıkarmayı unutuyordum. Abraham, muhtemelen akşam yemeği için, kapımı tıklatarak omuzlarımın üzerindeki baskıyı arttırdı. Klasik bir başlangıçla "Gir." dedim ve darmadağınık olan çalışma masamdan yarım adım uzaklaştım. İçeri girerken Abraham'ın dudaklarını muzip bir gülümseme süslüyordu. Hiçbir şey söylemediği için bu muzipliğin ancak biraz sonraki akşam yemeği için olduğunu tahmin edebildim. Hiçbir tepki göstermeden Abraham'a "Evet?" dedim. Sonra düşüncelerimi toparlamak için sakinleşmeye çalıştım, bunu yaparken de parmaklarımı kolumda gezdirip yüksek sesle yutkundum... "Akşam yemeğinin hazır olduğunu haber vermek için geldim." "Tamam." dedim ve sormadan önce tereddüt ettim. "Damien'a birlikte akşam yemeği yiyeceğimizi söyledin mi?" "Elbette." Gerildim. Yine tereddüt ettim. "Ne dedi peki?" "Hiçbir şey." "Hiçbir şey mi?" diye yineledim. "Evet. Hiçbir şey." Ah, yani gelip gelmeyeceği tam bir muammaydı. Hangisini istediğime bile karar veremezken bunun iyi olup olmadığı konusunda tamamen kararsız kalmıştım. Yine de umarım gelirdi çünkü gelmezse onu kendim çağırmaya cesaret edebileceğimi sanmıyordum. Yemek yemek için oturma odasına gitmeden önce hazırlanmak için yatak odama çıktım. Aceleyle makine yağı kokmayan, temiz kıyafetler giyip aşağı kata indim. Damien henüz gelmemişti. Bunu fark etmek ve kendimi bu duruma alıştırmak için biraz daha zamanımın olduğunu bilmek beni rahatlattı. Masanın üzerine dizilmiş rengarenk yemek çeşitlerinde gözlerimi gezdirirken ağzımın sulandığını hissettim ve birden sabahtan beri hiçbir şey yemediğimi anımsadım. Anımsamak açlığımı daha da kötü bir boyuta ulaştırdı ve karnım bu yemeklere dalma arzusuyla kasıldı. Abraham, oturmam için baş köşedeki sandalyeyi çekerken "Nasıl görünüyor?" diye sordu. "Her şey çok lezzetli görünüyor." dedim halimden memnun bir şekilde. Her zamankinden daha fazla çeşit vardı, hatta Juno hem kırmızı et hem de beyaz et pişirmişti. "İyi iş çıkarmışsın, Abraham. Sana her zaman güvenebileceğimi biliyordum." "Beğenmene sevindim. Bu arada, artık çok daha rahat görünüyorsun." "Gerçekten de daha rahatım." "Gördün mü? Zamanla alışacaksın. O da sana alışacak." "Umarım öyle olur. Ben sadece..." Cılız bir gülümsemeyle turuncu seramik boncuklardan oluşan bileziğimin zincirini çekiştirdim. "Benden nefret etmesini istemiyorum." Abraham bir şey demek için dudaklarımı aralamıştı ki, merdivenlerden inen adım seslerini duydum. Biri buraya geliyordu ve görmesem de kim olduğuna dair çok iyi bir tahminim vardı. Damien. Demek bizimle yemek yemeyi kabul etmişti. Aslında 'kabul etti' demek pek doğru değildi, muhtemelen sadece mecbur olduğu için buradaydı. Bu düşünce beni rahatsız ederken kendi kendime 'Bunu yapabilirsin, Vanessa. Sadece bir akşam yemeği. Ne kadar zor olabilir ki zaten?' dedim. Abraham'la sürekli yaptığım bir şeydi bu. Yine aynı olacaktı ve ben de her zamanki gibi- Birden farkına vardığım şeyle düşüncelerim bir rüzgarın kesilmesi kadar hızlı bir şekilde kesildi ve hissediyor olduğum panik göğsümü yaktı. Konuşabildiğimde "Neden iki sandalye var?" diye sordum. Bu tarafta ve masanın diğer ucunda olmak üzere sadece iki tane sandalye vardı. Oysa biz üç kişiydik. Ben, Damien ve Abraham. Abraham, umursamaz bir edayla "Ben bugün mutfakta yiyeceğim." dediğinde başımdan aşağı kaynar sular dökülmüş gibi oldum. "Ne? Hayır!" "Hadi ama. Bu kadar ödlek olma. Sizin biraz kaynaşmanız lazım ve bu da sadece bir yemek." Ümitsizce "Abraham," diyerek kolunu tutmak için uzandım ama hızla geri çekildi ve bir kurt gibi gülümsedi. Sonra da gitmek için döndü. Eyvah! Şakası yoktu! Gerçekten de gidiyordu! Arkasından "Abraham!" diye çıkıştım. Damien duyar korkusuyla tam olarak bağıramıyordum. "Bana bunu nasıl yaparsın? Dur, gitme! Beni onunla yalnız bırakma!" Abraham beni hiç umursamadan yürümeye devam ederken "Afiyet olsun, hanımefendi." dedi. Sesinde müthiş bir keyif vardı. Şans bu ki, oturma odasından çıkarken aynı anda içeri giren Damien ile karşılaştı. İkisi de bu karşılaşmayı beklemediği için bir an ikisi de durdu. Sonra Abraham başını eğip Damien'a saygılı bir şekilde selam verdi. "Sana da afiyet olsun, evlat." diyerek uzun boylu gladyatörün etrafından dolanıp oturma odasından çıktı. Öyle panik yapmıştım ki, Damien'la göz göze gelmemek için başımı hızla önüme çevirdim. Ellerimi masanın üzerinde yumruk yaptım ve pek sık yaptığım bir şey olmasa da bir küfür yığını homurdandım. Abraham'ın Damien ile baş başa yemek yemem için bana kumpas kurduğuna inanamıyordum. Bu hiç adil değildi! Damien'ın görmezden gelinmeyecek kadar yoğun olan aurasını tam orada hissedebiliyordum. O kadar gergindim ki... Ah, keşke o an dünyadan yok olabilseydim... Ama bir şeyler söylemeliydim. Gözlerimi meyve tabağındaki ananaslardan, muzlardan ve elmalardan ayırmadan elimin iç tarafıyla karşımdaki boş koltuğu gösterdim. Cılız bir sesle, "Otursana, ayakta kalma." dedim çünkü hâlâ orada bekliyordu. Ben bunu deyince Damien batan güneşin turuncu ışıklarıyla aydınlanan odanın içine doğru yürüdü ve masanın karşısındaki ahşap oymalı, kırmızı minderli sandalyeyi çekip oturdu. Başımı kaldırıp kendimi ona bakmaya zorladım. Onu tam karşımda otururken görmek garipti. "Odanı beğendin mi? Her şeyi Abraham ayarladı. Bir şeyleri değiştirmek istersen ona söylemen yeterli." Kibarlıktan konuşmaya başlamasını bekledim ama sessizliğini korudu. Sonunda çatalımı önümdeki soslu kırmızı ete bastırırken "Pek konuşkan değilsin, ha?" dedim. Sevimli ve dost canlısı görünmek istesem de muhtemelen Damien için geveze, çirkin bir cadıydım ben. "Tüm bu yemek de neyin nesi?" "Seninle akşam yemeği yemek istedim." İçmek için içi soğuk suyla dolu olan kadehe uzanırken bir şey demedi ama ifadesinden ne düşündüğü belli oluyordu; Bu çok saçma. Aceleyle açıklamaya devam ettim, bir yandan da beni bırakıp gittiği için içimden Abraham'a kızmaya devam ediyordum. "Öyle ya da böyle, artık aynı evde yaşayacağız. Bu yüzden seni daha yakından tanımak istiyorum." "Evet." Kollarını göğsünde kavuşturdu ve sandalyesinde arkaya yaslandı. "Ben bunu yapmıyorum." Hemen "Neden?" dedim. Yumuşak bir ses tonuyla, "Yoksa burayı sevmedin mi, Damien?" diye sordum en sonunda. Aslında ona hak vermiyor değildim. Anlayışlı olmaya çalışıyordum. Kendini birden bambaşka bir yerde bulmak garip bir durum olsa gerekti. "Ne düşündüğümün ne önemi var?" "Benim için önemli. Burada mutsuz olmanı istemiyorum." "Komik olma," dedi neredeyse aynı anda. Yumruğunu yanağına yaslayarak masada öne eğildi. Gözleri yine ateş gibiydi. Farkında olmadan onu kışkırtmıştım galiba. "Mutlu olmam için bir neden mi var?" derken sesinin öfkeli bir tınısı vardı. "O salak başkan beni sana hediye etti. Sen de beni kabul ettim. Bu yüzden buradayım. Hepsi bu. Beni satın almamış olman haricinde benim için değişen hiçbir şey yok. Gerçi sen biraz tuhafsın." İşte bu bakış... Ona bakmak bile korkutucu. Yine de bu gözler çok güzel. Ne gözlerimi ne de düşüncelerimi ondan alamıyordum. Damien bir an için siyah kirpiklerini indirip iç geçirdi. "Neyse. Sen ya da bir başkası benim için fark etmiyor. Her durumda, buradayım ve sana itaat etmek zorundayım." "Yanlış hatırlamıyorsam, ilk tanışmamızda bana itaat etmekle ilgili bir sorunun vardı. Ne değişti? Seni neyle tehdit ettiler?" "Bunu sana söyleyeceğimi düşünüyor musun cidden? İstersen beni cezalandır." Ne kadar da inatçıydı! İçimde bir öfke dalgası kabardı. "Neyse ne. Eski ustanın kolunu kırdığın doğru mu?" diye sordum onun küstahlığından ben de cesaret bularak. "Evet." "Neden yaptın?" "Çünkü hak ediyordu." Dediği şeyi sindirmeye çalışırken uzun ve derin bir nefes aldım. "Demek şiddete meyillisin." "Muhtemelen. Ama sen neden şaşırıyorsun? Beni kabul ederken bir gladyatör olduğumu bilmiyor muydun?" Attığı bu taş karşısında gergin bir şekilde yemekten bir lokma aldım. Bir yandan da karşımda oturan adamı süzdüm. Batan güneşin cılız, turuncu ışığı Damien'ın saçlarına vuruyor, yüz hatlarında koyu gölgeler oluşturup onu daha da çekici gösteriyordu. Kızgın değilse de, kahretsin ki, ona ulaşmak imkânsızdı. En iyisi uzatmadan asıl konuya gitmekti. "Bir gladyatör olduğunu biliyorum." diyerek onayladım onu. "Hatta hakkında birkaç ilginç şey de duydum." "Kim bilir neler duydun?" diye homurdandı. "Katıldığın hiçbir dövüşü kaybetmiyormuşsun... Ama önemi yok. Böyle şeyler benim ilgimi çekmez. Bu yüzden ne kadar iyi dövüşürsen dövüş bundan sonra o arenaya gitmeni, diğer gladyatörlerle dövüşmeni istemiyorum." Ben bunu deyince Damien belirgin bir şekilde duraksadı. Yanlış duyduğunu düşünüyormuş gibi bir hâli vardı. Elini çenesinden çekerek yerinde doğruldu. Şimdi sanki hayatında gördüğü en tuhaf insanmışım gibi bakıyordu bana. "Şaka mı yapıyorsun?" diye fısıldadı sertçe. "Hayır, çok ciddiyim. Ateşli bir tabiatın var, anlıyorum ama ben şiddetten hiç hoşlanmam. Bunun yerine çalışmalarımda bana yardım etmeni tercih ederim. Bunu bir nevi benim yanımda çalışmak olarak düşünebilirsin, Damien." Aslında bu kararı vermek benim için zor olmuştu çünkü yalnız çalışırdım ve çalışma odama girilmesinden hiç hoşlanmazdım ama Abraham haklıydı, Damien'la iyi anlaşmak istiyorsam ondan köşe bucak kaçmak yerine bunun için çabalamalıydım. Birlikte çalışmak iyi bir başlangıç olurdu fakat her şeyden öte, bu kararı vermiştim çünkü o kasları birine zarar vermekten başka bir şey için kullanmayı öğrenmesini istiyordum. Bu yaptığım bir aslanı evcilleştirmeye çalışmaktan farksızdı, biliyorum. Özellikle de Damien'nın tüm hayatının o korkunç arenada geçtiği ve sürekli diğer gladyatörlerle dövüştüğü düşünülürse... Yine de içimde denemek isteyen bir parça vardı.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD