Güneş ufukta alçalıp gökyüzünü toz pembeye boyarken malikaneme geri döndüm. Orada beni bir sürpriz bekliyordu; Başkan Eugine. Adamın çoktan gelmiş olduğunu görünce kaşlarımı yukarı kaldım ve ceketinin duruşunu düzelterek oturduğu yerden kibirli bir ifadeyle kalkışını izledim. Acelesi neydi bilmiyordum ama beni şaşırttığı bir gerçekti. Başkan Eugine'nin hiçbir şey için bu kadar sabırsız olduğunu gördüğümü hatırlamıyordum. Her ne kadar vereceği hediye ilgimi hiç çekmese de onun heyecanı benim de meraklanmama neden oluyordu. Derin bir nefes alarak daha önceki konuşmamızı düşündüm; 'Elli milyon pell, ha?' diye geçirdim içimden. Muhtemelen Abraham haklıydı. Aşırı pahalı, büyük bir arazi falandı. Ya da onun gibi bir şey. Meclis başkanın devlet hazinesini bu şekilde kullanması beni rahatsız etse de bunu ona söyleyecek falan değildim. Elit Meclisi'nin diğer üyeleri bu konu hakkında bir şey demiyorlarsa bana laf düşmezdi. Kaldı ki sabah olanlardan sonra bu adamla tartışacak enerjim kalmıştı.
Doğru ya...
Bir de o silahlı haydutlar vardı.
Adamların tehditleri kulaklarımda çınlarken ve tüylerimi diken diken ederken suratımı asmadan edemedim. Bu durum canımı hiç olmadığı kadar sıkıyordu. Daha önce kimse beni tehdit etmemişti. Silahın namlusunu çenemde hissettim o anı anımsarken korkuyla titredim. Bir an önce bu soruna bir çözüm bulmam gerekiyordu yoksa o adamlar geri geldiğinde başım ciddi bir şekilde belaya girecekti.
Fazla düşünmek başıma ağrıların saplanmasına neden olunca bu konuyu daha sonra düşünmek için aklımın bir köşesine not ettim.
Ben düşüncelerimin arasında kaybolmuşken Başkan Eugine selam vermek için elini uzattı. Adamın tombul eline baktım ve iç çekerek zarif bir şekilde elini sıkarken "Tekrardan hoş geldiniz, Başkan Eugine. Biraz daha geç bir vakitte gelmenizi bekliyordum. Erkencisiniz." dedim. Kibar olmak için kendimi zorluyordum ama şu an gitmek istediğim tek bir yer vardı, o da yatak odamdı. Dün gece doğru düzgün bir uyku çekmediğim için uykusuzluk yavaş yavaş üzerime çökmeye başlamıştı.
"Bugün kendimi biraz sabırsız hissediyorum."
Görebiliyorum, evet.
"Ne hoş, beni de sabırsızlandırıyorsunuz."
Başkan Eugine bana sırıttı. "Sabırsızlık iyidir, Vanessa. Canlı hissettiriyor, değil mi?"
Biraz bile değil.
Kararsız bir tavırla "Galiba," diye mırıldandım çünkü bahsettiği sabırsızlığın ne tür bir sabırsızlık olduğu hakkında en ufak bir fikrim yoktu.
Başkan Eugine yaka saatini çıkarıp saatin kaç olduğuna bakarken ben de sessiz gözlerle onu süzdüm. Bakışlarım altın ve pırlantadan oyulma broşunda takılı kaldı. Bu pahalı broş elmastan parıltıları olan bir güneşi andırıyordu. Elit Meclisinin simgesiydi bu. Başkanın "Arabam ilerideki caddede bekliyor. Yapacak bir işin yoksa çıkalım mı? Yol biraz uzun ve ne kadar erken çıkarsak o kadar iyi." dediğini işittiğimde daha da meraklandım.
"Uzun mu? Ne kadar uzun? Nereye gidiyoruz ki?"
Başkan Eugine'nin ince dudakları anlamlandıramadığım bir imayla kıvrılırken "Bu bir sürpriz." diyerek beni daha da derin bir merakın içine sürükledi.
Harika. Beni tamamen kendi hayal gücümle baş başa bırakıyordu.
Lütfen vahşi bir hayvan olmasın. Lütfen vahşi bir hayvan olmasın. Lütfen vahşi bir hayvan olmasın. Lütfen vahşi bir hayvan olmasın...
Hediyem ne olursa olsun bundan kaçmamım bir yolu yoktu, biliyordum. O yüzden her şeyi akışına bırakmaya karar verdim. Ellerimi bir kere çırptım ve heyecanlı bir genç kadın gibi görünmeye çalışarak "O halde neyi bekliyoruz?" deyiverdim. "Hadi, bir an önce yola koyulalım!"
"İşte kızım, beklediğim tavır bu." Başkan Eugine, taktir eden bir edayla avucunu yan tarafa uzattı ve biraz zorlama bulduğum bir kibarlıkla "Önden hanımefendiler." dedi.
Yürümeye başlarken ne Abraham'ın ne de diğer çalışanların ortalıkta görünmediği fark ettim. Bu da gözlerimi şüpheyle kısmama neden oldu. Bu pek sık olan bir şey değildi. O yüzden tüm çalışanlarımın Başkan Eugine'nin kaba tavırlarından kaçmak için bir yerlere saklandığını tahmin edebildim. Amma da şanslılardı. Başkan Eugine'nin onların varlığını fark etmesine imkân yoktu; benim aksime.
Malikaneden çıktığımızda ilk fark ettiğim şey burnuma toprak kokusunun dolmasıydı. Başımı gökyüzüne kaldırdım ve yağmurun yavaş yavaş çiselemeye başladığını gördüm. Daha demin güneş olduğu için ne ara yağmurun yağmaya başladığını merak etmeden edemedim ama sonbahar mevsiminin Westland'da dengesiz geçmesi normal bir şeydi. Yani, o kadar da şaşırmamalıydım. Kaldırıma adım attığımız anda Başkan Eugine'nin yaşlı şoförü koşarak yanımıza geldi ve ıslanmayalım diye bize bir kocaman, siyah bir şemsiye açtı. Adamın alışkın olmadığım bu hareketi beni oldukça şaşırtmıştı. Yağmurda ıslanmak hiçbir zaman öncelikli problemlerimin arasında olmadığı için daha önce kimse yürürken bana şemsiye tutmamıştı. Sersem bir halde "Ah, şey, teşekkürler." derken göz ucuyla Başkan Eugine'nin gözlerini devirdiğini gördüm.
"Kimseye işini yaptığı için teşekkür etmek zorunda değilsin, Vanessa."
Çok kaba.
"Ne ilginç. Şoförlerin işinin şemsiye tutmak olduğunu bilmiyordum." diye laf attığımda yaşlı şoför minnettar bir tavırla bana hafifçe gülümsedi.
"Onun işi yolculuklarım sırasında her türlü konforu sağlamak."
Hâlâ çok kaba.
"Başkan, biliyor musunuz, siz cidden çok zor bir adamsınız."
"Bunu bir iltifat olarak kabul edeceğim."
Sadece onun kadar küstah bir adam bunu bir iltifat olarak kabul ederdi zaten.
Daha fazla bu konu hakkında tartışmak istemediğim için dudaklarımı birbirine bastırdım. Başkan Eugine'nin arabası bir Dw Felipe'ydi. Kurucusunun adını taşıyan ve tamamen konfor için hazırlanmış bu klasik arabanın içi öyle genişti ki, içinde rahatça ayakta durabilirim. Arka koltuğa geçerken arabanın içinin deri ve parfüm koktuğunu fark ettim. Başkan Eugine karşımdaki koltuğa otururken koltukların pozisyonu yüzünden yüz yüze geldik. Bir mendille yakasındaki yağmur tanelerini silerken camdan dışarıdaki yağmura hoşnutsuz bir tavırla baktı. Sonra da işaret parmağının arkasıyla şoför ile bizim olduğumuz tarafı ayıran siyah, filmle kaplı cama iki kez tıkladı. Bu 'Yola çık!' tarzında bir emir olmalı ki, motor neredeyse hiç ses çıkarmadan çalışmaya başladı. Bir mucit olduğum için ilk düşündüğüm şey bu sessiz motoru sevdiğim ve incelemek istediğim oldu ama muhtemelen Başkan Eugine bana asla izin vermezdi. Belki de ona arabasının motorunu çok daha güçlü hale getirmek istediğimi söylemeliydim. O zaman izin verme olasılığı vardı.
Şehir merkezinden geçerken dalgın bir tavırla camdan dışarıyı seyrediyordum. İnsanlar birden bastıran yağmur ve kararmaya başlayan hava yüzünden telaşa kapılmışlardı. Satıcılar kullanılmaz hale gelmeden önce dükkanlarının önündeki eşyalarını topluyor, yetişkinler tentenelerin altında yağmurun dinmesini bekliyor, bazıları evlerine gitmek için acele ediyor, çocuklar da ıslanmayı hiç umursamadan koşturuyor ve oyun oynuyorlar.
Sadece çocuklar bir felaketi inanılmaz bir maceraya çevirebilirler.
Başkan Eugine, içmem için bana eskitilmiş şarapla dolu bir kadeh uzatırken gözlerimi oyun oynayan çocuklardan çektim. İçki içmek bana pek iyi gelmese de reddetmedim. Şarabımdan bir yudum alırken Başkan Eugine'nin ifadesinin benim durgun ifademe nazaran ne kadar hoşnutsuz olduğunu fark ettim. Giderek artan yağmura bakıyordu. Sesime yayılan hafif bir keyifle "Yağmuru sevmiyor musunuz?" diye sordum.
"Hiç sevmem." dedi hiç düşünmeden. "Islanmaktan nefret ederim. Böyle kasvetli havalar da beni çok mutsuz ediyor."
"Üzgünüm. Bu çok saçma bir düşünce tarzı."
Şaşkın şaşkın "Öyle mi?" dedi.
"Evet."
"Nedenini sorabilir miyim?"
Şaraptan bir yudum daha aldım, eskitilmiş olduğu için mi ne, tadı gerçekten güzeldi ama çok kolay sarhoş olurdum. Yolculuğu çayırkeyif bir halde geçirmek istemediğim için bu kadar alkolün yeterli olacağını düşünerek kadehi koltuğun yanındaki bardaklığın içine bıraktım. "Küçük bir hesaplama yapalım. Yılda dört mevsim var. Sonbaharda sık sık yağmur yağar ve diğer mevsimlerde de yağan yağmurları hesaba katarsak ortalama üç ay falan yağmur yağıyordur. Bu da yılın dörtte birini mutsuz olarak geçiriyorsunuz demektir. Hayat, böyle şeylerden mutsuz olacak kadar uzun değil. Yağmuru sevmeyi öğrenmelisiniz." Ve geriye kalan her şeyi...
Başkan Eugine bu basit konuşmamdan tuhaf bir şekilde etkilenmiş görünüyordu.
"İlginç bir düşünce tarzın var, Vanessa."
"Ah, ben sadece içimden geldiği gibi davranıyorum."
"O halde sen yağmuru seviyorsun."
"Yağmuru, güneşi, karı... Ben elimden geldiğince her şeyi sevmeye çalışırım. Hayat böyle şeylerden keyif aldıkça güzelleşiyor, inanın bana."
Hatta bir nebzeye kadar Başkan Eugine'ni bile seviyordum. Kaba ve görgüsüz herifin teki olabilirdi ama Elit Meclisindeki kimse bana inanmazken onun çalışmalarıma güvenip bana milyonlarca değerinde fon ayırmasını hâlâ unutmamıştım. Üstelik ne olursa olsun iyi bir başkandı. Her zaman komiteden Westland halkını memnun edecek ve seçimleri kazanmasına neden olacak kararlar çıkarırdı. Zaten insan olmak böyle bir şey değil miydi? Kötü taraflarımız olduğu kadar iyi taraflarımız da vardı. Asıl mesele hangi tarafı daha çok beslediğimizdi.
Başkan Eugine güldü, garip ama içten bir gülüştü bu. "Seninle konuşmak çok eğlenceli Vanessa. Kimse bu kadar iyi olamaz. Eminim seni de sinir edecek birkaç şey vardır."
"Mutlaka vardır ama onların derimin altına işlemesine izin verip vermemek benim elimde, değil mi?"
"Seni ne sinir eder mesela?"
Sen gibi mesela...
Bunu ona asla söylemedim tabii ki.
"Kabalık." dedim.
Başkan Eugine gözlerini kısarak "Çalışanlara kaba davrandığımı düşünüyorsun." diye yorum yaptı.
"Evet, hoş değil."
"Asıl senin tavrın hoş değil."
"Ha?" dedim gerçekten şaşırarak.
Araba, üzerinde kocaman harflerle 'WESTLAND'A GELDİNİZ İÇİN TEŞEKKÜRLER!' yazan, yirmi metrelik çıkış tabelasının yanından geçti.
Hangi cehenneme gidiyorduk biz böyle?
Başkan Eugine, "Hâlâ anlamıyor olabilirsin ama toplumumuzda herkesin kendi için ayrılmış bir yeri var." dedi müthiş bir kibirle. "Daha açık anlatmam gerekirse, senin fikirlerinle para almadan işlerini yapıp durduğun o fakir, okumamış insanların fikirleri denk değil. Onlar hayatları boyunca aynı sefil hayata mahkûm olacak insanlar. Sense işlenmesi gereken bir cevhersin. Emin ol, onlar bile böyle düşünüyordur. Hem beni az çok tanıyorsun; Seni bizden biri olarak görmesem sana bir dünya fon sağlamam ama beni hayal kırıklığına uğratıyorsun, Vanessa. Zengin, toplumda bir statüye sahip bir kadının hâlâ eski bir malikanede oturması, çalışanlarına arkadaşları gibi davranması, karşılığında hiçbir maddi meblağ almadan işler yapması ve sıradan insanların arasına karışması dikkatleri üzerine çekiyor. Sen bir asilsin. Bizden birisin. Bunu anlamanı ve o insanlarla arana mesafe koymanı istiyorum."
"Sizden biri mi? Siz kimsiniz? Seçilmiş ırk mı?"
"Evet. Bir nevi." dedi alayımı görmezden gelerek, kıs kıs güldü ve şehrin dış hattı boyunca uzayıp giden ormana baktı. "Herkese hak ettiği gibi davranacaksın; Köleler, fakirler, sıradanlar, zenginler ve asiller."
"Bu dünyada insanları bu şekilde ayırmanın çok ilkelce bir tutum olduğunu düşünen sadece ben miyim?"
"Bu toplumunu ayakta tutan bir tutum, yani evet, böyle düşünen sadece sensin. Fikirlerinin de ne kadar değerli olduğunu düşünürsek, sana onlara nasıl davranman gerektiğini öğretmeye gönüllü oldum."
"Gerçekten çok zor bir adamsınız. Ne sanıyorsunuz? Fakir insanlardan para almadan iş yaptığım için ülkede bir isyan çıkacağını falan mı?" diye yakınarak alnımı ovuşturdum ama bu adamın derimin altına işlemesine izin vermeyecektim. O yüzden konuyu değiştirdim. "Neden şehirden çıktık? Nereye götürüyorsunuz beni?"
"Bilerek mi yapıyorsun yoksa 'sürpriz' kelimesinin anlamını bilmiyor musun?"
"Merak ediyorum."
"Birazdan öğrenirsin. Yaklaştık sayılır."
Bir şey söylemeyeceği açık olduğu için daha fazla uzatmadım. Onun yerine merakla camdan dışarıya baktım. Daha önce hiç şehir dışına çıkmamıştım. Şehrin dış hattı boyunca uzanan uçsuz bucaksız dağların arasındaki kıvrımlı yolda ilerliyorduk. Çam ormanlarının yerini bir süre sonra yeni yeni ekilmeye başlamış buğday ve mısır tarlaları aldı. Birkaç dakika sonra da araba ana yoldan sapıp taşlı bir yola girdi. Sonra tek katlı, yıkık dökük evlerle ve bezden yapılmış çadırlarla dolu olan bir mahalleye vardık. Merakım daha da depreşti çünkü burası... Sefil bir haldeydi. Evlerin duvarlarının çoğu öyle özensizce yapılmıştı ki, en ufak bir depremde yerle bir olacağından emindim. İnsanlar ise daha da kötü bir haldeydi. Kadınların ve erkeklerin çoğu açlıktan zayıflamıştı ama yine de içinde ne olduğunu bilmediğim kocaman çuvalları, tuğlaları, keresteleri sırtlarında taşımaya devam ediyorlardı. Birçok kadın da küçük bir kabın içine doldurduğu gri, sabunlu suyla çamaşırlarını yıkıyor, iki tahta direğin arasına gerdiği ipe her türden çamaşırlarını asıyordu. Kendi hayatımdan hiç bu kadar rahatsız olduğumu hatırlamıyordum çünkü çamaşırlarımı asla kendim yıkamazdım. Tüm bu işlerle evdeki çalışanlarım ilgilenirdi ve her zaman kıyafetlerim düzgünce temizlenmiş, asılmış bir hâlde kıyafet odamda dururdu...
Galiba Başkan Eugine haklıydı, ben bu insanlardan çok uzakta bir noktadaydım.
Aşırı hüzünlü bir sesle "Bu insanlar neden bu haldeler?" diye sordum.
"Cidden anlamadın mı?" diye sordu Başkan Eugine. Çıplak ayaklı, kir pas içindeki küçük bir kız çocuğuna bakarken dudakları tiksintiyle gerildi. Benim dudaklarımsa üzüntüyle asıldı çünkü küçük kız bu sabah gördüğüm Jennie'ye çok benziyordu. Tabii ki daha kötü bir haldeydi. Sarı saçları çalı yuvasına dönmüştü. Yer yer yırtılmış keten elbisesi yamalarla doluydu. Küçük kız yalvaran gözlerle bir şey istiyor, çuval taşımaktan kambur duran babasının pantolonunu çekiştiriyordu. Her şeye rağmen çocuğun yüzünde mahalleyi aydınlatan bir gülüş vardı. Bunu görmek iç çekememe neden oldu. Gerçekten de çocuklar bir felaketi güzelleştirecek tek canlıydı.
"Ben... Anlamıyorum. Ne yapıyorlar?"
"Çalışıyorlar; Senin bir saatte aldığın parayı bir ayda almak için."
"Ne?" diye fısıldadım hayretle başkanın gözlerinin içine bakarak. Şaka yapıyordu herhalde. "Ama o para ancak yemek almaya yeter."
"Zaten onların tek derdi de karınlarını doyurmak. Düşünmek, makine icat etmek gibi bir dertleri yok. Sana onlarla aynı kefede olmadığını söylemiştim, Vanessa."
Attığı taşı görmezden gelerek "Burası neresi?" diye sordum.
"Bir tür giriş."
"Tam olarak nereye bir giriş?"
"Sürpriz."
Bir kere daha bu kelimeyi söyleyecek olursa çığlık atacaktım.
Sakinleşmek için derin derin nefesler alırken araba durdu, bir süre sonra da şoför kapıyı araladı. "Efendim, yol yağmur yüzünden geçilemez bir halde. Bundan sonrasını yürüyerek devam etmek zorundayız." dediğinde Başkan Eugine kafasını salladı. Biz iner inmez şoför şemsiyemizi tekrardan açtı. Utançla inledim çünkü buradaki insanların şemsiyeleri bile yoktu! Hepsi çamur toprak içinde kalmalarına rağmen çalışmaya devam etmekte bir mahsur görmüyorlardı. Lüks araba mı yoksa lüks kıyafetlerimiz yüzünden mi bilmem, insanlar bize bakıp fısıldaşmaya başladığında rahatsızlığım katlanarak arttı. Başkan Eugine'ni takip ederken çıplak ayakları olan ve hâlâ babasının pantolonunu çekiştiren kız çocuğunun hayranlıkla bana baktığını gördüm. Nedenini merak ederken düzgünce taranmış siyah, uzun saçlarımın ucuna dokundum. O ve diğer çocuklar bana masallardan fırlamış bir periymişim gibi bakıyorlardı. Aslında yetişkinlerde öyle bakıyordu...
"Bu kadar gergin görünmeyin, küçük hanım." Bana şemsiye tutan şofördü bunu diyen. Şaşkın bakışlarımın altında hafifçe gülümsedi. "Onlar kötü insanlar değiller. Sadece sizin gibi birini daha önce görmedikleri için merak ediyorlar, hepsi bu."
"Benim gibi mi?"
"Onlardan ne kadar farklı olduğunuzu görmek için sadece bir bakış atmak yeterli olur."
Başkan Eugine insanların meraklı bakışlarını hiç umursamadan yürümeye devam ederken başımı salladım ve burada kaybolmamak için aceleyle onu takip ettim. Yol boyunca insanların meraklı bakışları bir an olsun üzerimden eksilmedi. Bir süre sonra bu bakışlara alıştım ve görmezden gelmeyi öğrendim. Buradaki herkes agresif ve mutsuzdu. Bir sürü kereste ve inşaat malzemesi taşıyan bir at arabası, tam da gözlerimin önünde yana devrilince bir an 'Burada hiç iyi şeyler olmaz mı?' diye düşündüm. Arabayı kullanan genç adam sersem bir halde - Ya çok açtı ya da bitkindi - çamurun içine düşerken panikle gözlerim irileşti ama şükürler olsun, yaralanmamış görünüyordu. Sadece yarı baygın bir haldeydi. Bir anda at arabasının arkasından iri yarı bir adam indi. Tüm saflığımla onun adama yardım etmek için arabadan indiğini sandım. Çok öfkeli göründüğünü fark edince bu düşünceden vazgeçtim. "Tüm keresteyi mahvettin! Seni beş para etmez beceriksiz!" diyerek adamın karnına benim bile hafifçe çığlık atmama neden olan bir tekme savurdu. Zavallı adam, karnını tutarak iki büklüm oldu. Onun "Lütfen, çok açım!" diye haykırdığını duydum. Birden göz göze geldik. Tüm düşüncelerim sustu. Yemin ederim, gözleri öyle acı, öyle hüzün doluydu ki dayanamadım. Onlara doğru bir adım attım ve-
Başkan Eugine, birden "Vanessa!" diye bağırdı. Bana bakmıyordu bile. Yürümeye devam ediyordu. "Sakın aklından geçen şeyi yapmaya kalkma!" dedi ne yapacağımı tahmin ederek.
Ona yetişmek için adımlarımı hızlandırırken yaşlı şoför panikledi ve giderek hızlanan yağmurda ıslanmayayım diye adımlarıma ayak uydurdu. "Buna izin veremeyiz!" dedim başkana...
"Yoo. Gayet de izin veririz."
"Onu öldürecek!" derken hâlâ öfkesini alamamış bir halde açlıktan bayılmak üzere olan adama tekmeler savuran herife nefretle baktım.
"İsterse öldürsün, bizi ilgilendirmiyor."
"Ne? Sen bir başkansın! Her seçmenine aynı ölçüde değer vermen gerekir! Nasıl böyle bir şey..."
Başkan Eugine aniden durdu ve derin bir nefes aldıktan sonra burun kemerini sıktı, sonra da sabırsız gözlerle bana bakmak için etrafında döndü. "O adam ona ait bir mal. Anlıyor musun? O bir köle ve o da onun efendisi. Onunla istediğini yapar ve şimdi gidip o olaya müdahale edersen başkasına ait olan bir mala dokunduğun için suç işlemiş olursun ve yargılanırsın. Kıçını kurtarırım ama vakit kaybetmiş oluruz."
"Benim bu olaya müdahale etme hakkım yok ama o adamın kölesine böyle davranmaya hakkı var, öyle mi?"
"Aferin, çok güzel anlamışsın."
Dudaklarım şaşkınlıkla aralandı.
Bu çok insafsızcaydı ve buna boyun eğeceğimi sanıyorsa eğer çok fena yanılıyordu!
Başkan Eugine'ne "Kuralların canı cehenneme!" diyerek dönüp zavallı adama doğru bir adım attım. Sonrasında duyduğum sesle dondum kaldım. Başkan Eugine kahkaha attı. Cidden yaptı bunu. Sanki ortada benim anlamadığım çok komik bir şey varmış gibi gülüyordu. "Hadi durma, git." dedi bana. Ona garip garip baktığımda teşvik edercesine elini bana doğru salladı. "Ciddiyim, git ve kurtar o zavallıyı. Mahkemede seni savunacağım, kuralları bilmiyordu falan diyeceğim ama sonra ne olacak? Sen normal hayatına devam edeceksin. O adamsa köle olmaya devam edecek, üstelik şu an onu elinden aldığın ve mahkemeyle uğraşmasına neden olduğun için oldukça öfkeli olan bir efendiyle. Eminim o zaman bundan daha az acı çekmeyecektir. Muhtemelen o adam o öfkeyle onu gerçekten öldürür de. Bırak şimdi biraz dayak yesin."
Adama bir kere daha baktım ve onu kurtarmamın bu korkunç durumu daha da beter edip etmeyeceğini düşünürken yavaşça yutkundum. Kahretsin! Kahretsin! Kahretsin! Muhtemelen Başkan Eugine haklıydı. Kölenin efendisinin öfkesi öyle yoğundu ki, duruma müdahale etmem onu daha da öfkelendirirdi ve hıncını hem özgür bir kadın hem de bir asil olan benden çıkaramadığı için kölesine yönlendirirdi.
Korkunç bir vicdan azabı her yerimi kapladı ama hissettiğim vicdan azabına rağmen başımı öne eğdim. Tamamen pes etmiş bir sesle "Devam edelim." dedim. Böyle bir zalimliği görmezden gelmek bana kendimi bir canavarmışım gibi hissettirdi.
"Senin mantıklı bir kadın olduğunu biliyordum zaten. Hadi. Bu taraftan."
Kulaklarımı kölenin haykırışlarına tıkamak istiyordum ama öyle çok bağırıyordu ki... Tam bir korkak gibi adımlarımı hızlandırdım ve oradan bir an önce uzaklaşmak isterken buldum kendimi.
Artık merakım da kalmamıştı, midem bulanıyordu ve bu yolculuğun bir an önce bitmesi için can atıyordum.
Bir süre sonra pala bıyıklara sahip, yaşlı ve zayıf bir beyefendi bizi karşılamak için koştu. Sırılsıklam halini hiç umursamadan "Efendim! Biz de sizi bekliyorduk! Hoş geldiniz! Bu taraftan, lütfen!" derken elini küçük, dikdörtgen bir yapıya doğru sallıyordu. Ben bu yapının tam olarak ne olduğunu anlamaya çalışırken adam küçük, altın rengi bir kartı duvara okuttu ve kilit sistemi açıldı. Duvarın küçük bir kısmı aralandı ve bir sürü düğme açığa çıktı. Adam hızlıca bir şifre girdikten kırmızı düğmeye bastı ve bir çark sisteminin ağır ağır döndüğünü duydum. Yapının ön kısmındaki duvar katlanıp içe kayarken pas tutmuş demirlerle döşeli küçük, kare alana meraklı bir bakış attım.
Aşağıdan gelen bir asansör.
Başkan Eugine, böyle fakir bir semtte bir asansör sisteminin olması detayını hiç yadırgamadan asansöre binince ben de peşinden bindim. Pala bıyıklı yaşlı adam söylenerek düğmelere baktı. Katları incelerken iki rakam olduğunu ve hepsinin eksi işaretiyle süslü olduğunu gördüm. Adam eksi ikiye basarken çarklar ağır ağır döndü ve kapı gıcırdayarak kapandı. Asansörü indiren demirlerin ağır aksak hareketini izlemek başımı kaldırdım. Pas tutmuş çarka bakarken istemsiz bir şekilde 'Demirlerin yağlanması gerekiyor.' diye düşündüm. Sonra köşelerden taşan toprak kalıntılarını fark ettim. Yok artık. Bu asansör cidden toprağın altına mı giriyordu? Merak içimi kemirirken gözlerimi indirim ve bu defa bakışlarım ellerimi ağır ağır kavuşturan yaşlı adama kaydı. Sadece bir saniye içinde adamın bileğindeki mavi, gümüşi kelebek damgasını fark ettim.
Nereye gittiğimizi anlayınca başım döndü.
Yeraltı Şehrine...
"Yeraltı Şehrinde ne yapıyoruz?" diye sorarken Başkan Eugine'e ne kadar afalladığımı gösteren bir bakış fırlattım.
"Yeraltı Şehri eksi ikinci katta. Biz oraya gitmiyoruz."
"O halde nereye gidiyoruz?"
"Sürpriz."
LANET OLSUN!
Mırıldandım. "Konu sen olunca ne bekleyeceğimi bilmiyorum."
"Umarım bunu iyi bir anlamda söylüyorsundur."
Asansör sarsılarak durdu ama kapılar açılmadı. Yaşlı adam gözlerimin irileşmesine neden olan bir küfür savurarak yumruk yaptığı elini sertçe kapıya geçirdi. İrkildim. Başkan Eugine bile irkildi ve kaşlarını çatarak adama ters ters baktı. Yaşlı adam mahcup bir tebessümle "Affedersiniz. Bu lanet asansör bu kısımda hep böyle yapıyor." derken kapılar ağır ağır iki yana açıldı ve upuzun dar bir koridor önüme döküldü. Boyaları dökülmüş duvarlar bana buranın uzun süredir bakımsız olduğunu söylüyordu. Tavandan yer yer sular damlıyordu ve ne tek bir masa ne bir halı ne de duvarlarda tek bir tablo vardı. Bomboş bir koridordu sadece. Merakla bir adım attım. Koku, bana çarptı. İçerisi yağmur, toprak ve buram buram rutubet kokuyordu.
Başkan Eugine kokuyu fark edip yüzünü buruşturarak "Buranın kesinlikle havalandırılması gerekiyor." diye mırıldandı. Yaşlı adam "Bu taraftan, efendim." diyerek zaten tek bir yöne giden koridoru gösterdiğinde gözlerini devirip "Pek zeki değil, ha." diye mırıldandı bana doğru. Sonra da adamı takip etti. Ben de onları takip ettim. Yürürken içimde hafif bir tedirginlik oluşunca adımlarımı biraz daha hızlandırdım. Koridorda sadece adım seslerimiz yankılandı, bunun dışında sessizlik bir mezar gibi kaplıyordu ortalığı. Düşüncelerim yüzünden ürperdim ve kelimenin tam anlamıyla toprağın altında olduğumuz için 'mezar' kelimesini düşünmemeye çalıştım.
Biraz daha ilerledik.
Koridor oldukça uzun olmasına rağmen en ucunda, gülünç bir şekilde, sadece tek bir kapı vardı. Ağır, demir kapıya bakarken buranın tıpkı bir hapishaneyi andırdığını düşündüm. Bir sürü anahtarı olan bir anahtarlığı kullanılmaktan yıpranmaya başlamış paltosunun cebinden çıkaran yaşlı adam "Burası A tipi bir ceza odası." diye açıkladı.
Hiçbir halt anlamayarak "Ceza odası mı?" diye tekrar ettim. "Bu da ne..."
Kapının ardından gelen sesler dikkatimi çekip sesimin yavaş yavaş kısılmasına ve kaşlarımı çatmama neden oldu. Bir yumruk, devrilen bir beden ve şangırdayan bakır sesleri... Hemen ardından gelen boğuk bir öksürük ve nefes sesleri... Genç bir adama ait olduğunu tahmin ettiğim acı ile karışık hırçın bir homurtu kaşlarımı daha da çatmama neden olurken kulağımı kapıya yaklaştırdım. Ne oluyordu? Merakım depreşince iyice dikkat kesildim. Belli belirsiz birkaç konuşma mırıltısı duydum. Ben sesleri anlamlandırmaya çalışırken içeriden kaba saba bir erkek sesi geldi, çok yüksek ve çok net bir şekilde konuştuğu için ne dediğini anlayabildim. "Merak etme, ölmeyecek." diyordu. Ardından bir mırıltı daha duydum. Biri itiraz ediyordu sanki. Bu da kaba sesli adamın onu sertçe azarlamasına neden oldu. "Ölmeyecek dedim ya. Bu sürüngen bir aşık değil, bir gladyatör. O kadar da zayıf değil. Devam edin, çocuklar."
"Ama efendim, size daha önce de söyledim, o çoktan satıldı. Hem de başkana ve buna devam ederseniz..."
"Bir kere daha söylemeyeceğim. İşime karışma, David. Ben ne yaptığımı biliyorum."
Ne?
Ne oluyordu burada?
Bir cevap vermesini umarak Başkan Eugine'ne baktığımda adamın dudaklarında gördüğüm kurnaz gülümseme midemin gerginlikten kasılmasına neden oldu. Bana konuşma imkânı bile vermeden demir kapıyı ittirerek araladı. Ben de kaderime razı bir şekilde başkanın arkasından odaya bir adım attım.