Ⅳ☾ Baş Belası

4829 Words
DÖRT Baş Belası ♫ ♪ ♫ Dedublüman & Can Kazaz – Bunca Yıl Her an Merih’in üstüne atlayıp onu parçalayacak gibi görünen Nur’u kolundan yakaladım ve yanıma çektim. Sınırları unutup Merih’e saldıracak olursa yaşanabilecek senaryoyu düşünmek bile istemiyordum. Alışkındık zaten bu gibi durumlara. Daima Nur’un ablası gibi davranır, onun başını belaya sokmasına izin vermezdim. Çatlağın tekiydi, başına büyük bir bela alsın istemezdim. “Sakin olun artık, burası yeri değil!” Sıkılı dişlerimin arasından usulca fısıldadığımda Nur bakışlarını farklı bir yöne çevirip oflarken Merih korkudan çıtını bile çıkarmadı. “Tanışma faslınız bittiğine göre bir dakika içinde kararlaştırılan yerinizi alın, operasyon başlayacak. Tabi yüksek müsaadenizle…” Binbaşı Ahmet Kürşat’ın sözleri herkesi kendine getirtti. “Kusura bakmayın, komutanım.” Diye cevap verdi mırıl mırıl bir sesle Nur. “Derhal yerlerinize!” Daha önceden planlanan konumlarımıza geçmek üzere hareketlendik. Bahadır Sorgun’dan sorumlu olduğum için elbette ördek yavrusu gibi beni takip etmek zorundaydı. Uzun zamandır emir almaya alışık olmadığından olsa gerek homurdanarak peşimden gelişine ses etmedim. Nur da bizimleydi, hep birlikte timin yanına gittik. Nur’un kısaca birkaç bilgi paylaşmasının ardından büyük depoda gizlendik ve siper aldık. Polis Özel Harekatçılar da bize destek veriyordu. Organize Suçlarla Mücadele birimine operasyondan sonra suçluları teslim edeceklerdi. Çevreyi sarıp, güvenli bir bölge haline getirdikten sonra mutlak bir sessizliğin esareti altına girdik. Sindiğim noktada görebildiğim askerlerime dikkatle bakıyordum. Her biri aslan gibiydi, kamufle olmuş, siper almış ve bekliyorlardı. Herhangi bir sorunun çıkmayacağına olan inancım büyüktü. Yanılmamayı diliyordum. Tam yanımda duran Nur’un sıkıntılı nefesini işittiğimde bakışlarım ona döndü. Ona baktığımı anladığında sıkkın bir ifadeyle bana döndü. “Geç kaldılar…” Dertli bir şekilde fısıldadı. Duyduğum sözleriyle kaşlarım çatıldı. Geç kalmışlardı. Bu tarz görüşmelere aşinaydık, tam vaktinde gelinir ve pazarlığa oturulurdu ve nihayetinde anlaşmaya varırlardı. İşte tam o an üstlerine çökerdik kara bir gece gibi. O simsar uyuşturucu kaçakçısı hangi cehennemdeydi? Kulaklığımdan önce cızırtılı bir ses duydum sonra Binbaşı Ahmet Kürşat’ın sesi geldi. “Kuzgun’dan Kara’ya.” “Kara dinlemede.” “Sıkıntı var. Gelen giden yok, beş dakika geciktiler bile!” “Saat değişmiş olabilir, komutanım. Nur, bilgileri aldıktan hemen sonra güvenlik için oradan ayrıldı.” “Anladılar mı dersin?” Yutkunma ihtiyacıyla kavrulduğumu hissettim. Nur’un ortadan kaybolmasından bir şey anladıklarını zannetmiyordum ama başka bir sebepten… Benim yüzümden anlamış olabilirdi. O simsar benim kim olduğumu bulmuş olabilir miydi? “Bir istihbarat yok, komutanım.” “Bir süre daha bekliyoruz!” “Anlaşıldı, komutanım!” Zaman eziyet edercesine akmaya devam ederken Nur’un ifşa olduğuna ve benim kimliğimin bulunduğuna ikna olmaya başladım. Operasyonu batırdığıma inanamıyordum. Kara kara düşündüğüm sırada toprak yoldan gelen tekerlek sesiyle herkes dikkat kesildi. Merakla neyin bizi beklediğini anlamaya çalıştık “Herkes tetikte olsun, geliyorlar!” “Anlaşıldı!” Silahımın dürbününden yolu takip ettiğim sırada peş peşe dört tane siyah cipin yaklaştığını gördüm. Dudaklarım sinsi bir gülümseme ile kıvrılırken başarının ayaklarıyla bana geldiğini düşünüyordum. Boş alanda duran arabalardan inen on küsur adamı dikkatle inceliyordum. Siyah takım elbiseli bir adam en son arabadan indi. Elinde siyah deri bir çanta vardı. İçinde pazarlamayı düşündüğü zehir olduğuna emindim. Adamın yüzünü görebilmek için dikkatle baksam da karanlıktan seçemedim. Elindeki çanta ile araba farlarının aydınlattığı alana doğru yürürken onu izliyordum. Karşısındaki adam ondan önce görüş açıma girdi. Elinde diğerinkine benzer bir çanta tutuyordu. Onda da para olduğuna emindim. İkisi de tam ortada durduğunda nefesimi tuttum. Nihayet ışığa çıkan adamın suratına çevirdim dürbünü. Gördüğüm manzara ise şaşkınlıktan dilimi yutturacaktı. “O değil!” diye mırıldandım Nur’a hitaben. “Ne?” Eline dürbünü aldığı gibi kaldırıp dikkatle adama baktı. “Siktir, siktir, siktir!” Nur’un da benim çıkarımımı doğrulamasıyla hemen kulaklığın mikrofonuna konuşmaya başladım. “Kara’dan Kuzgun’a, teslimatı yapan adam bizim adam değil!” “Kim o zaman?” “Malumatımız yok ama patron bu değil, komutanım!” “Şimdi!” diye bağıran bir adamı işittiğimde her şey için çok geç olduğunu anlamak zor değildi. Bir anda çatışmanın ortasında buluverdik kendimizi. Patlayan silahların sesi, gafil avlandığımızı anlamamıza yeterdi. Güvenlik çemberimizin hemen dibinde pusu kurmuş onlarca adamın saldırısına uğradığımızda şaşkına dönmemek işten bile değildi. O kadar istihbarat, özel görev, sorunsuz gideceğini düşündüğüm bir operasyon… Ne varsa elimde patlayışını seyrettim. Çatışmanın ilk anları bizim şaşkınlığımızdan dolayı korkunçtu. Sonrasında elbette toparlanıp hemen karşılık verdik. Açıkta duranlar en şanssız olanlarıydı. Çevreden saldıranlar ise bizim şansımızı yok ediyorlardı. Birine bir şey olabilme ihtimalini düşünmek dahi göğsümün sıkışmasına neden oluyordu. “Merihler iki ateş arasında kaldı!” Nur’un haykırışını duyduğumda dehşetle bakışlarımı onların olduğu yöne çevirdim. İki yönden gelenler arasında sıkışan timi gördüğümde nefesim kesildi. Hata, hata, hata… Kör inadım uğruna üst üste hatalar zincirine dolandığıma inanamıyordum. “Gökbörü, Sungur’a yardıma gidiyoruz!” Emrim netti. Hiçbiri de tekrarlamama gerek bırakmadı. Köşesine sindiğimiz depodan güvenli bir şekilde çıkmak zorundaydık. Önce çevresel ateşten geçmemiz gerekecekti. Birinin dikkat dağıtması gerekecekti, iki kişinin arkada kalıp arkamızdan açılacak ateşi durdurması gerekirdi. Yolumuzun ortasında bir çukur vardı. Orada saklanabilirdim. “Cenk ve Halit, yerinizde kalın ve bizi koruyun. Ceyhun, yanına birini daha al ve orta hatta dur, Cenkler ile koordineli hareket edin. Bahadır, kalanlarla arkamdan gel.” Kimseden çıt çıkmadı. Kimse ne yapacağımı anlamadı, anlamaları için bu kaosun içinde zamana ihtiyaçları vardı ve ben onlara o zamanı vermedim. Hızlıca deponun kapısına ulaşıp sırtımı dayadım. Tam yanımda Bahadır’ın durduğunu gördüm. Çıtını bile çıkarmadan emrimi bekliyordu. “Koru beni,” diye mırıldandığım an ne yapacağımı fark eden ilk kişi oldu. Gözleri şaşkınlıkla büyürken dudakları aralık kaldı. Başka şansımız yoktu, biri dikkati dağıtmazsa açık hedef olurduk. En zoru göremediğin düşmanla savaşmaktı her zaman. Ben önden giderken ateş açanları tespit edip bir bir indirebileceklerdi. Bende çok dikkatli olacaktım, umarım… Bedenimi yasladığım kapıdan çekip hızla öne atıldığım sırada Bahadır Sorgun beni durdurabilmek için uzansa da ben daha hızlıydım, yakalayamadı. Toprak yolda Merihlere doğru koşmaya başladım. “Beyza!” Arkamdan haykırışını duysam da tepki veremezdim. Hışımla önümdeki çukuruna doğru koştum. O esnada hedef haline geldiğimin elbette haberdardım. Üstüme ateş açıldığı sırada bedenimi yere doğru bıraktım ve kayarak çukura ulaşmaya çalıştım. Bir anda yere düştüğümden nerede olduğumu tam olarak kestiremediler ama bizimkiler çoktan yarısını indirmişti bile. Çukurun kenarına siper alıp silahımı toprağa dayadım. Gözümü dürbüne dayayıp ateş etmeye başladığım sırada Merih’in sesini duydum. “Zır deli, ruh hastası, kendini hedef etmek ne geri zekâlı!” O halde bile beni güldürebildiğine inanamadım. Kıkırtımı bastırırken odaklanmaya çalıştım. “İşine bak, ateş et! Birkaçını düşürebilirsin en azından değil mi? ” “Kara, çabuk çık oradan!” Binbaşı Ahmet Kürşat’ın cızırtılı sesi kulaklığımda çınlarken derin bir nefes aldım. Hiç düşünmeden kulaklığımı kulağımdan çekip çıkardım. Emre itaatsizlikten çok güzel açığa alınacaktım şimdi… “Timin başına geçecek komutan kalmayacak!” Bahadır Sorgun’un nefes nefese yanıma çökmesiyle şaşkınlıkla ona döndüm. “Bana değil karşına bak, Beyza. Bu gece dua et bitsin, seni çok fena yapacağım!” “Komutanınla düzgün konuş.” Sırıtarak söylüyordum bu sözleri, koşarak yanıma geldiğini görmek güven veriyordu. “Aynı rütbede olsak bile üst devrenim, asıl sen benimle düzgün konuş!” dedi birkaç kez ateş ederken. Neyse ki kulaklarımız zarar görmesin diye kulak tıkaçları vardı… “Emir komuta zincirinde, senin üstünüm!” “Üstte olmayı seviyorsun yani?” Sorusuyla çarpıldığımı hissettim. Bu adam beş dakikadan daha uzun süre ciddi kalamaz mıydı? Konuşmanın sonu her halükârda bel altına bağlanıyordu. İnanılmazdı! “Merihlere yardım etmek zorundayız, çok fena sıkıştılar!” “Fingirdeşmeniz bittiyse ölüyoruz ulan, yardıma gelecek misiniz?” Merih’in sözleriyle durumun ciddiyetini yeniden kavradık. “Gökbörü, önünüz temiz. Sungur’a desteğe geçiyoruz!” Tek hamlede uzandığım yerden kalkıp Merihlerin alanına koşmaya başladım. Bahadır Sorgun da elbette peşimden geliyordu. “O kısa bacaklarına rağmen hızlı koşuyorsun.” Benimle uğraşmasa rahat edemezdi, artık emindim bundan. Beni sinir etmekten garip bir zevk alıyordu psikopat herif! “Önemli olan işlevi, demişler Bahadır Yüzbaşım!” Sözlerime bir kahkaha koparttığında bir an şaşkınlıkla dönüp ona bakmaya kalkıştım. Yaptığımın ne kadar ahmakça bir hareket olduğunu ayaklarıma dolandığım sırada fark ettim. O esnada tökezledim ve dengemi koruyabilmek için insan üstü bir çaba sarf etmem gerekti fakat bunu yaparken aynı zamanda çok fazla sabit durdum. Bu da elbette… Kolumda hissettiğim acıyla dudaklarımdan bir nida dökülürken nefesim kesildi. İç tişörtümün kanımla ıslandığını hemen hissettim. Salak gibi hâlâ dimdik bir şekilde durduğumu anlayamıyordum bile. Acıdan tüm beyin fonksiyonlarım çökmeye başladı. Odaklanabildiğim tek şey kolumda yanan acıydı. Zihnimin çeperlerine yalnızca o hissin yankıları çarpıyordu. “Beyza!” Beni tutan adamı görmedim bile. Tek hamlede kendiyle beraber beni de yere çektiğinde tam üstüne düştüm. Bir eliyle kafamı korumaya alan adamın diğer eli sıkıca belimden tutuyordu. Ağrı dalga dalga bedenime yayılıyordu. Hâlâ şokundan çıkabilmiş değildim. “Beyza…” diye soludu korkuyla Bahadır Sorgun. “Nerenden vuruldun?” Bilinç barındırmayan boş bakışlarım ile adama döndüğüm sırada elleri kafamı ve belimi serbest bıraktı. O esnada yanımızdan geçen postalları anlam barındırmayan gözlerle seyrediyordum. Bahadır Sorgun’un elleri aceleyle vücudumda dolanıyordu, yaramı arıyor olmalıydı. Zaten koluma bastırdığı an acı dolu inlemem ile nerede olduğunu da anlamış oldu. “Merih, koru bizi!” “Kendi götümü mü kollayayım sizin fingirdeşmeniz sonucu yaşanan şu salaklığa mı yanayım yoksa sizin götünüzü mü koruyayım şimdi ben?” “Siktirme bana gevşek ağzını, vuruldu kız!” Öfkeli sesi yankılanırken acıdan sürekli odak arayan bakışlarım çehresini buldu. Ona baktığımı anladığında uzandı ve yüzümü yakaladı böylece bakışlarım nihayet bir odak buldu. “İyisin, iyisin baş belası!” “Bahadır…” Dilim bile dönmüyordu ama kusursuz bir doğrulukla adını zikretmeyi başardım. “Ölmeyeceksin, sakin ol!” dedi biraz şakacı bir sesle. “Askerler ölmez…” dedim bilinçsizce. “Ölmez, baş belası. Sen de ölmeyeceksin!” “Paşam rahatsın galiba, götünü kaldırıp kızı çıkar şu ateş hattından!” Bahadır Sorgun, beni sıkıca tuttuktan sonra önce doğruldu. O sırada bizi hedef alanlar karşı müthiş bir taarruz başladı. Kimseye göz açtırmayan Merih ve aslanları sayesinde beni tuttuğu gibi ayaklandı Bahadır Sorgun. “Beyza!” Nur’un acı dolu haykırışı boşlukta yankılanır gibi ulaştı kulaklarıma. “İyi!” diyerek onu sakinleştirmeye çalıştı Merih. O esnada kucağında benimle ateş hattından uzaklaşmayı başardı Bahadır Sorgun. Zihnimi talan eden acıdan başka bir şey düşünmek imkansızdı. Sesim çıkmıyordu. Haykırmak istiyordum, acıdan aklımı yitirmeden hemen önce avazım çıktığı kadar bağırmak istiyordum. Kolumun tamamen parçalanmamış olmasını dilemekten başka çarem yoktu. “Gökbörü, Sungur derhal geri çekilin!” Merih’in keskin sesi su altındaymışım gibi kulaklarıma ulaştı. O esnada kulağımdan çıkarttığım kulaklığı yakalayan Bahadır Sorgun, tek hamlede onu kırdığında ne yaptığını anlayamadım bile. “Daha sonra bana teşekkür edersin, baş belası” Stres, adrenalin ve korku üst üste binerken kaybettiğim hatırı sayılır kanın da etkisiyle artık bilincimin beni terk etmeye hazır olduğunu anladım. Gözbebeklerim kafamın arkasına doğru kayarken son kez korkuyla Bahadır Sorgun’a baktım. O esnada bir patlama sesi işitir gibi olsam da anlayabilmek için açık bir bilince sahip değildim… *** Başımdaki mekanik seslerin rahatsız edici melodisine daha fazla direnemediğimden uyanmak zorunda kaldım. Üstünde ağırlık varmışçasına açılmamak için direnen gözkapaklarımı zorlayarak açtığımda bembeyaz bir odayla karşılaştım. Burnuma gelen nefret ettiğim kokuyla yüzümü buruşturdum. Hastanedeydim. Hafızamı yokladım en son neler olduğunu hatırlamak için. Vurulduğumu o an anımsadım. Sağ kolumu hareket ettirmek istediğim an bir bıçak gibi saplanan acıyla dişlerimi sıkıp acı dolu bir şekilde inledim. “Beyza…” Nur’un endişeli sesi odayı doldurduktan kısa bir süre sonra görüş açıma girdi. Hışımla fırlayıp yanıma geldi. Ardından terlemiş alnıma yapışan saçlarımı şefkatle kafamın arkasına doğru attı. Korku dolu bakışlarında titreşen acıyı o an gördüm. Mosmor olan gözaltlarından ne kadar yorgun olduğunu anlamadım. “Nur, herkes iyi mi?” Soruyu sorarken bir yandan da yatakta doğrulmaya çalışıyordum. Bilincim kapanmadan hemen önce işittiğim patlama aklıma geldiğinde nefesim sıklaştı. Korku bedenimi ele geçirirken tepemdeki cihaz tuhaf sesler çıkarmaya başladı. “Sakin ol,” diyen Nur’un soruma cevap vermemesi gözümden kaçmadı. Beni yatağa sabitledi ve kalkmama müsaade etmedi. “Doktoru çağırıp geliyorum hemen.” Sorum boşlukta yuvarlanıp giderken odadan çıkışını izledim. Yüreğime çöreklenen kötü bir hisle boğazım kupkuru kesildi. Sağ koluma yük bindirmemeye özen göstererek doğrulmaya çalıştım. Neler olduğunu öğrenmem gerekiyordu. Ben tek kolumla doğrulabilmek için çırpınırken odadan içeri doktor ve bir hemşire ile Nur girdi. “Doğrulmayın lütfen,” diyerek derhal yanıma gelen hemşire beni Nur gibi yerime sabitledi. Ardından yatağa bağlı olan bir kumandayla yatağı dikleştirmeye başladı. “Kolunuz iyi durumda, Beyza Hanım. Birkaç kontrol ve test yapılmalı…” “Nur, herkes iyi mi?” Bu sefer daha sert bir şekilde sordum doktorun sözlerini duymazdan gelerek. Gözlerini kaçıran Nur ile başımdan vurulmuşa döndüm. Benim hezeyanımı görmezden gelen doktor ve hemşire gerekli birkaç kontrol yaparken dolu dolu gözlerle Nur’a baktım yalnızca. Kan alma işleminin ardından odada baş başa kaldığımız Nur hâlâ sessizdi. Bu sessizlikti benim ölümümün fermanıydı sanki. Konuşmaması yüreğimi alazlandırıyordu aynı orman yangınını büyüten rüzgâr gibi. “Bahadır Sorgun seni ateş hattından uzaklaştırırken bir el bombası atıldı…” Odadaki oksijen artık yetmiyordu sanki. Daha derin nefes almaya çalışıyordum ama nafile. “Ceyhun, onu uzaklaştırmak isterken…” Dudaklarımdan acı dolu bir hıçkırık dökülürken gözyaşlarım çoktan pes etmişlerdi. Bir kardeşini kaybeden insan neyse benim durumumda tam olarak buydu. Alışmayacaktım, alıştırılmasına izin vermeyecektim. Bir haberde gördüğümüz sayıdan ibaret değildi şehitler. Onların bir annesi, babası, ailesi olurdu. Arkasından ağlayacak, ağıt yakacak insanlar aklıma geldiğinde nefesim kesildi. Çok ölüm görmüştüm, çok fazla ama insandım, ne olursam olayım kardeşim gibi gördüğüm birinin ölümü beni hep kahredecekti. Başkaları gibi gizlemezdim gözyaşlarımı, gizleyemezdim. Arkada bırakılmaya alışık olan insanlar her seferinde böyle hissederdi… “Benim yüzümden…” “Onlarcası ölmesin diye kendini feda etti, Beyza. Şanıyla, şerefiyle şehit oldu. Ne olursun bunu yapma kendine!” Elimde değildi ki, boynuma yapışan vicdanın elleri nefes aldırmıyordu. Benim yüzümdendi işte… “Ne zaman defnedilecek?” diye sordum titreyen bir sesle. “Bugün, öğle namazından sonra…” Üstümdeki beyaz çarşafı hiç düşünmeden atarken bir kenara Nur’un durdurmaya çalışmasına bile müsaade etmedim. Hışımla koluma bağlı olan serumu askısından çıkarıp elime aldım zor da olsa yürümeye başladım. Bu güç bir anda nasıl tüm bedenimi doldurdu bir fikrim yoktu ama o cenaze törenine katılacaktım. Ceyhun’u son yolculuğuna uğurlarken al bayrak sarılı tabutunu görecektim. Görecektim ki unutmayayım, unutmayayım ki sorumlularından hesabını sorup mezarına başım dik gidebileyim! “Beyza, delirdin mi ne yapıyorsun?” “Derhal çıkışım için gerekli evrakları hazırlayın, kendi isteğimle hastaneden çıkıyorum, nereye imza atacağım?” Şaşkınlıkla bana bakakalan insanların dakikalar süren ısrarlarına rağmen ne söylediklerini umursamadım. Nihayetinde beni ikna edemeyeceklerini anladıklarında kendi isteğimle hastaneden ayrıldığıma dair belgeyi imzaladım. Doktorun en azından omuz askısı takmam konusundaki ısrarına boyun eğdim ve son kez yarama pansuman yapıp sardıktan sonra omuz askısını taktı. Nur’un kolunda hastaneden çıktık. Hızlı bir şekilde askeriyeye doğru yola koyulduk. “Aklım almıyor, delirdin mi sen? Kendi canını hiç düşünmüyor musun?” “Bir kardeşim şehit olmuşken düşüneceğim son şey kendi canımdır, Nur!” Cevabımla daha fazla konuşmanın anlamsız olduğuna karar vermiş olacak ki sustu Nur. Yol boyunca mutlak bir sessizlik hüküm sürdü. Askeriyeden içeri girip arabayı park ettiğimiz gibi derhal lojmana yöneldim. Nur, peşi sıra arkamdan geliyordu. Evime girdikten sonra üstüme üniformamı giydim. Nur’un yardımıyla son olarak beremi taktıktan sonra yeniden yola çıktık. Ceyhun’un cenaze namazının kılınacağı camiye gidiyorduk. Sessizliğimizi bu sefer de bozmadık. Söylenecek bir şey yoktu zaten. Mezarlığın içindeki büyük camiye ulaştığımızda arabadan ilk inen ben oldum. Bedenimde dolanan gücün kaynağını tahmin edebiliyordum bu sefer yadırgamadım. Nur, bana yetiştiğinde koluma girdi. Siyah bir şal ve güneş gözlüğü takmıştı. Çoktan saf tutan adamları gördüğümde namazın kılındığını anladım. Askerlerin olduğu tarafa yöneldik. Nur bizi tam Merih’in yanında durdurdu. Merih, kayıtsız bir şekilde yanına dönüp umursamaz bir bakış attıktan sonra önüne döndü. Ardından bu sefer şaşkınlıktan hışımla başını bize çevirdi. “Ameliyattan çıkalı beş saat olmadı, zır deli!” Öfkeli fısıltısını duysam da ses etmedim. “Sorgun seni çiğ çiğ yiyecek, gözüne gözükme!” Beni uyarmıştı. En başında yaptığım şeyin yanlış olduğunu bana söylemişti. Buna rağmen inadımdan, hırsımdan kafamın dikine gitmeyi ben seçmiştim. Şimdi ceremesini ben değil Ceyhun ve onun arkasında bıraktığı ailesi çekiyordu. Acı dolu feryatları işittikçe göğsüme bir darbe iniyordu. Suçluluk duygusu dört bir yanımı sarıyordu. Babası ağlamamak için kendini öyle bir sıkıyordu ki duruşu çarpık görünüyordu. Ayakta zor duran annesi, ağlamaktan helak olmuş kardeşi… Gözümü bir an ayırmadan baktım hepsine. Unutmamak için… Alışmamak için… Yaşatmak zorunda olduğumuz her kimseyi hatırlamak için… Ceyhun’un naaşına selam dururken gözümden akan yaşa mâni olamadım. Gerçi öyle bir niyetim de yoktu zaten. Fakat ağlamamam gerektiğini biliyordum, burada olmazdı. Bunu bilen Nur kimseye çaktırmamaya çalışarak gözümün yaşını silerken onun da dolu dolu gözlerle durduğunu gördüm. Acı hep aynıydı, acı hep ortaktı… Ceyhun’un naaşı toprağın altına gömülürken eline küreği alan adamı görerek nefesimi tuttum. Bahadır Sorgun, silah arkadaşının mezarına toprak atıyordu. Benimkinin üstünü de toprakla örteceği kesindi tabi öncesinde çıplak ellerle beni öldüreceğinden emindim. Bu an yaşanıyor ise sorumlusu bendim… “Kendini suçlama,” Merih’in fısıltısını işittiğimde şaşkınlıkla ona döndüm. “Ceyhun, herkesi kurtarmak için kendini feda etmeyi seçti. Şerefiyle şehit oldu, ağlama! Kardeşimizin kanı yerde kalmayacak!” Yutkunurken minnet dolu bakışlarımı bir süre daha çekmedim Merih’in çehresinden. Teşekkür eder gibi başımı salladıktan sonra yeniden Bahadır Sorgun’a döndüm. Elindeki küreği bir başkasına verdikten sonra önceki yerine geçti. Nizami bir şekilde dizilmiş erlerin her biri kardeşinin mezarına toprak attı. Ardından dualar okundu. Ceyhun’u son yolculuğuna uğurlama faslı burada bitti. Herkes dönüp evine, sıcak yatağına girecekti ama Ceyhun’u bir avuç soğuk, kara toprağın altına koymuştuk. Gencecik yaşında kalan ömrünü vatanı için feda edişine içim yandı. Şehit olmak her askerin hayaliydi ama arkada bıraktıklarımızın da en büyük korkusuydu. Ailelerimiz bununla gurur duyarlardı ama çekecekleri acı… İşte bunun dile getirilemeyecek bir acı olduğu aşikârdı. “Senin burada ne işin var, Beyza?” Tepemde dikilen komutanımı gördüğümde yutkunma ihtiyacı hissettim. Binbaşı Ahmet Kürşat, öfkeyle tepeden bakıyordu. Emrine itaat etmemiş olmam onu elbette sinirlendirecekti. “Ona veda edemesem bir ömür kendimi affedemezdim, komutanım.” “Senin suçun değildi…” derken uzanıp sağlam omzumu sıktı. “O en güzel mertebelerden birine layıkmış.” Dudaklarım titremesin diye çenemi sıktım. Sağ kolum sargılı olduğundan sol elimle komutanımı selamladım. Aynı şekilde tüm askerleri selamladıktan sonra arabasına doğru yöneldi Binbaşı Ahmet Kürşat. “Hadi gidelim, doktor bol bol dinlenmeni söyledi.” Nur’un bir anne şefkatiyle söylediği sözleri ruhumu okşadı. O şefkati hiç hatırlamıyordum. Benimkinin vicdanı olduğunu dahi düşünmüyordum… “Teşekkür ederim,” derken acı dolu bir çınlama vardı sanki sözlerimde. Usulca arabanın olduğu yere doğru ilerlemeye başladık. Ağlayan insanların feryatları yüreğime inen vicdanın tokmağı gibi sarsıcıydı. Ona veda edemeyen aile fertlerinin gözyaşları asit misali benim soğumak bilmeyen yüreğime damlıyordu sanki. Acısı balçık gibi yapışkandı, ruhumdan çıkmayacağına emindim. Ceyhun’un vefatı, her daim yara olarak duracaktı içimde kabuk bile bağlamadan. Bir süre daha arabanın yanında durup dağılan insanları izledim. Tabur çoktan gitmişti. Bense gidemiyordum. Nur da yanımda bekliyordu sesini bile çıkarmadan. Bu kadar sabırlı olduğu nadir görülürdü. Benim için sessiz kaldığını biliyordum. Yanımdaki varlığına şükrediyordum. “Demek geldin…” Sesini işittiğimde bakışlarım korkuyla çehresini buldu. Gözlerindeki ifadenin soğukluğu damarlarımdaki kanın akışını bile dondurdu. Dudaklarım aralanırken çaresizlikle bir soluk çekmeye çalıştım ciğerlerime. “Evet, geldim.” “Çok mu üzüldün?” Duygudan yoksun ses tonu yoksunluk krizine sokabilecek kadar acımasızdı. Böylesine canımı yakacağına ihtimal vermediğim ifadesiyle öylece karşımda duruyor ve yargılayıcı bakışlarla tepeden bakıyordu. Bu kadarını hak etmediğimi söyleyebilmek isterdim ama fazlasını hak ettiğim ortada olan bir gerçekti. “O benim de silah arkadaşımdı, Bahadır Sorgun.” Sesimin titremeden duyulması bile mucizeydi. Kimsenin dokunmasına gerek kalmadan saatlerce ağlayabilecek kadar kırılgan hissediyordum. Sanki yine o gündü. Canım gibi sevdiğim annem, ardına bir kez bile bakmadan kaçarcasına çıkıp gidiyordu sanki evin kapısından. Akşama kadar bir başıma o evde ağlayarak babamı bekliyordum sanki. Her ölüm bana böyle hissettirirdi. Her giden böylesine canımı yakmayı başarırdı. Çünkü bir kere o darbeyi yediysen, her terk ediliş hep o ana benzerdi. O yüzden Bahadır Sorgun’un acımasız sözlerine ihtiyacım aslında yoktu. Ben kendi kendime bir kurt misali kendimi yiyip duracaktım zaten. “Arkadaşındı… Cümledeki geçmiş zaman kipinin sebebi sensin, Beyza. Senin inadın…” “Kes şunu!” Nur’dan beklenmeyen bir öfkeyle çıkan sözlerle gözlerimi yumdum. “Beyza da ölebilirdi…” Keşke ben ölseydim… Benim ardımdan ağlayacak ne bir annem vardı ne de babam. Annemin bizi terk edişiyle önce ruhsuz bir kabuk gibi kalan o dağ gibi babam sonrasında aklını yitirmişti. Şimdi ölsem, ne olduğunu bile anlayamazdı. Yatırıldığı hastanede, arada bir onu ziyaret eden kızını dahi tanımadan ölümü bekliyordu. Bir insanın seçimleri, bunca acının doğmasına sebepti. Benim seçimim de Ceyhun’a sebep olmuştu işte… “Böyle olmasını istemedim…” Dudaklarımdan cansız bir fısıltı döküldü. Kapattığım gözlerim aralanıp karşımdaki adamın dipsiz kuyuyu andıran bakışlarına çarptı. “Seni uyardım, Kara!” “Sorgun…” Merih’in yanımıza yaklaştığını fark etmedim. Bahadır Sorgun’un kolunu tutup kendine doğru çekerken bizden tarafa bakmadı. “Burnun yeterince bok içinde, yeni bir bela mı almak istiyorsun başına?” “İspiyoncu muyuz biz, bu nasıl ima? Vatan görevi için hepimiz canımızı ortaya koyduk, ne bu tavrınız, askersiniz siz!” Nur’u sakinleştirebilmek için elimi tutan elini usulca sıktım ama pek işe yaramadı. “Asker gibi davranın!” “Hepimiz çok üzgünüz, kimsenin kalbi kırılmadan dağılalım!” Daima esprili bir dille konuşan Merih’in ciddiyeti ürkütücüydü. “Bir kalbin varsa yarın timimin başına geçip komutancılık oynamaya kalkma!” Bahadır Sorgun’un o içimi oyan bakışıyla yutkunma arzusuyla kavrulsam da bunu yapamadım. Bir bakışı boğazıma sıra sıra yumrular dizmeye yetti. “Göreve itaatsizlik etmeyeceğim! Çok istiyorsan bunu Cemil Albay ile konuş, istiyorsa gönderir beni.” Hakkım varmış gibi kırgın bir şekilde baktım gözlerine. “Operasyonda bu konuyu pek önemser gibi görünmüyordun. Kulaklığını çıkartmıştın, götünü kurtarmak için kırmak zorunda kaldığım hani…” “Kurtarmasaydın!” Nur’un ani çıkışı yine beklenmedikti. Hepimiz şaşkınlıkla ona döndük. “O zaman çok istediğin gibi giderdi Beyza ama demek ki senin de kalmasından yanaymış gönlün, kırmışsın kulaklığı!” “Senin dilin çok uzun…” dedi ona dönen Bahadır Sorgun, duygusuz bir sesle. “Ne yapacaksın, kesecek misin?” “Nur!” Nur’u, Bahadır Sorgun’un üstüne yürümeden durdurabildiğim için şanslıydım. Yavrusunu korumaya çalışan bir panter gibi yırtıcı görünüyordu. “Kızım deli misin sen?” Şaşkınlıkla sordu Merih. Buradan bakıldığında çok çaresiz bir görüntü çiziyordu. Ne yapacağını şaşırmış gibiydi, ben gibi… “Deliyim, ne yapacaksın? Tedavi mi edeceksin?” “Allah şifa versin, kimsenin elinden bir şey geleceğini sanmam!” “Yeter!” Nihayet dilimi bulabildiğime sevindim. Dikkatle her birine baktım. “Hiç hatan yokmuş gibi beni yargılama Bahadır Sorgun. Böyle olmasını kimse istemezdi, şimdi çekil önümden!” Onu sol elimle kenara itermiş gibi yaptıktan sonra yanından geçip gittim. Arabanın önünden dolaşıp yolcu koltuğuna geçtikten sonra sertçe kapıyı kapattım. Elbette tepkisinde haklıydı ama bir yanımın neden böylesine kırıldığına anlam veremiyordum. “Bir daha başkasını yargılamadan dönüp kendi pisliğinize bir bakarsınız, beyler. Şimdi müsaadenizle, komutanımı bırakacağım!” Nur, benim aksime Merih’i gayet ciddi bir şekilde ittirdikten sonra arabanın kapısını açıp aynı ben gibi sertçe kapattı. Ardından yan tarafta bize şaşkınlıkla bakan adamlara doğru arabayı çalıştırdı. Tam Merih’in dizine dokundurduğu an arabayı durdurup onlara tehditkâr bir şekilde baktıktan sonra geri vitese aldı. Geri geri gidip ileride dönüş yaptıktan sonra gözden uzaklaştı. “Harbiden ruh hastasısın, Merih’i ezecektin!” “Başıma bela olmayacak olsa ezmiştim çoktan!” *** Günün başlamasıyla uyandım. Albay Cemil’in davetine mahzar olduğumdan elimden geldiğince hızlı olmaya çalışarak hazırlandım. Tek kolla her şey tahmin ettiğimden bile zordu. Hazırlanmam bittikten sonra lojmandan çıkıp Albay Cemil’in odasının yolunu tuttum. Beni neyin beklediğini bilmiyordum. Bahadır Sorgun, kulaklığımı hallettiyse emre itaatsizlikten yargılanmamam gerekecekti o zaman niye çağırılmıştım? Binadan içeri hızlıca girip ilerledim. Karşılaştığımız askerlerle birbirimizi selamlıyorduk. Sağ kolum malum yaralı olduğundan sol elimle bunu yapmak durumunda kalıyordum. Albay Cemil’in odasının önünde durduktan sonra beklemeden kapıyı çaldım ve komutu duymayı bekledim. “Gir.” Usulca kapıyı açıp içeri girdim. Albayı selamladıktan sonra gösterdiği koltuğa doğru ilerledim ve onun ardından ben de oturdum. “Geçmiş olsun, Beyza Yüzbaşım.” “Teşekkür ederim, komutanım.” “Kendini hedef haline getirdiğini işittim.” Bakışları dikkatle üstümde oyalanıyordu. Tek yanlış mimiğimi arıyor gibiydi fakat doğruyu olduğu gibi anlatırken bir çekincem yoktu. “Doğrudur komutanım. O an için yapılması gereken buydu, bende bir askerim yerine kendim yaptım.” “Anladım, üstlerime bu şekilde ileteceğim. Bir sıkıntı çıkacağını sanmam. Operasyon hakkında henüz bilgilendirilmedik. Başımız sağ olsun.” Son cümlesini tekrar ettim. Bana dikkatle baktı, ardından ellerini masanın üstüne koyup birleştirdi. “İyileşene kadar dinlen. Merih ilgilenecektir Gökbörü ile.” Yutkunamadım. Beni uzak tutmak istediğini elbette anladım. Ekibin bir süre beni görmek istemeyeceğini söylemesine gerek yoktu. Kimse söylemese de tahmin edebilirdim. “Ben görevimin başına geçebilecek kadar iyiyim, komutanım.” Yine de kaçmak yapacağım son hareket bile olmazdı. “Emin misin?” “Evet, komutanım.” Bir süre düşündü ve cevap vermedi. Sessizlikle geçen her saniye giderek gerginleştim. “Peki, sen bilirsin Beyza.” Onu selamladıktan sonra odadan çıktım. İçtima için alana doğru yürürken aslında adımlarımın ilk kez geri geri gittiğini fark ettim. Ne olursa olsun kaçamazdım. Kararımın sonucuyla yüzleşmeliydim en nihayetinde. Merih, tüm erlerin önünde duruyordu, o sabah selamlamasını gerçekleştirirken alana girdim. Beni fark etmeye ilk başlayanların sessizliği ile saniyeler sonra koca bir taburun bakışlarının üstüme döndüğünü biliyordum. En son ne olduğunu anlamak isteyen Merih, bana döndüğünde kasıldığını hemen fark ettim. Burada olmamı istemedikleri aşikârdı. “Günaydın, asker!” “Sağ ol!” Her şeye rağmen emir demiri keserdi. Beni gördüğüne sevinmemiş olmalarına rağmen hemen selam durdular. “Başımız sağ olsun!” İşte kimse buna çıt bile çıkarmadı. Her birine dikkatle baktım. Hepsi beni suçluyordu. Aslında kendim de yeterliydim vicdanım için ama her biri ek bir yük bindirmek istercesine gözlerime bakıyorlardı. “Asker, cevap ver!” Arkamdan yükselen gür sesi işittiğimde gayriihtiyari sesin geldiği yöne döndüm. Onu gördüğüm an selam durdum. Beklemiyordum… “Günaydın, Beyza.” Dedi tanıdık bir gülümsemeyle. “Günaydın, komutanım.” Bakışlarını üstümden çekip arkamızda hazır ol da duran askerlere çevirdi. Her birine dikkatle baktıktan sonra Merih’in yanına gidip durdu. “Komutanınızı duymadınız mı?” Binbaşı Tulgar Bora Cesurtürk, öfkesini gizlemediği bir ses tonuyla konuşmayı tercih etti. “Madem duydunuz, aynı saygısızlığı tekrarlamayın!” “Emredersiniz, komutanım!” Hep bir ağızdan yükseldi sesleri. “Başınız sağ olsun.” “Sağ ol!” “Şimdi devam edebilirsiniz, Yüzbaşı Merih.” Diyerek yanındaki adama döndü. “Emredersiniz, komutanım.” Merih hiç beklemeden cevapladıktan sonra talim alanına yönlendirdi askerleri. Tulgar Bora bana doğru ilerledi ve önümde durdu. Bakışları acıyla yaralı koluma döndü. Şefkatle elini kolumun üstüne nazikçe yerleştirdi. Hareketiyle gerildiğimi hissettim. Yanlış olduğunu haykırıyordu zihnim. “İyi misin?” Sorusuyla bakışlarım ansızın gözlerine çarptı. Bu şefkati yeniden karıştırmazdım. Şu anda karşımda çaylağı ile ilgilenen bir adamdan fazlası olmadığına emindim. “Daha iyi olduğum zamanlarım olmuştu…” Yalan söylemenin mantıksız olduğunu bildiğimden gerçeği dillendirmek doğru gibi geldi. “Silah arkadaşlarını yeni toprağa gömdüler. Öfkeleri sana değil, bunun suçlusunu yakaladığımızda içlerindeki yangın da bir nebze dinecektir.” “Hata yaptığım gerçeği hiç değişmeyecek… Onlar terörle mücadele için eğitildi ve ben alıp hiç bilgilerinin olmadığı bir operasyona sürükledim…” Sözümün gittiği yönü beğenmediğinden olsa gerek düşünmeden kesti. “Sonucunun bu şekilde bitmesini kimse istemezdi, Beyza. Sen doğru bildiğini yaptın yalnızca. Biz askeriz, görevimiz vatanı her türlü kötülükten korumak. Her türlü pisliği bu topraktan temizlemek. Kendini suçlamaktan vazgeç. Bir gün aynı ay yıldızlı, al bayrağa sarılmış tabutta bizi de taşıyor olabilirler.” Sözleri merhem gibiydi ama bunun vicdanımı yumuşatmasına müsaade etmedim. Ceyhun’u bizden alandan hesabını sormadan olmazdı. “Teşekkür ederim, komutanım.” Diyerek ona selam durdum. “Bunu yapma, Beyza…” dedi acıyla gözlerimin içine bakarken. “Komutanın olarak konuşmuyorum seninle.” Şaşkınlık dalga dalga bedenime yayılırken bir adım geri çekildim. Konuşmanın gidişatı pek doğru görünmüyordu. İma ettiği her neyse onu anlamak istemiyordum. Kalbimi yeniden kırabilecek hiçbir şey istemiyordum. Arkada bırakılmaktan yorulmuştum, arkada kalan olmaktan bıkmıştım… “Size iyi günler, komutanım.” Bir şey demesine müsaade etmeden hemen hareketlendim. Merihlerin olduğu tarafa doğru adeta koşar adımlarla ilerledim. Aklımda az önceki ana dair hiçbir düşüncesinin dolaşmasına müsaade edemezdim. Bir kez daha aynı yıkımın altında kalamazdım! “Neydi o, sevgilin mi? Ulan bırakmadı kahramanlık yapayım, deldi geçti adam!” Merih’in sözlerine gülmek istesem de somurttum. “Sevgilim falan değil, nerenizden uyduruyorsunuz böyle şeyleri?” “Götümden, öyle güzel ki uydur uydur bitiremiyor!” Hayretle yanımda duran adama döndüm. Ağzının ayarı yoktu gerçekten. Her an dumura uğratabiliyordu karşısındakini. “Söyle o güzel götüne, sevgilim falan yok benim! Saçma sapan şeyler uydurup durmasın.” dedim ters ters. “Güzel götüme mi söyleyeyim yoksa Sorgun’a mı?” Çarpıldığım için birkaç saniye suratına boş boş bakakaldım. İsmi bile tetiklenmeme sebep oldu. “Bahadır Sorgun’un konuyla ne alakası var?” “Ulan fingirdeşirken öldürüyorsunuz ya beni!” “O gevşek ağzına bir tane çakarım, vidayla sabitlemek zorunda kalırlar Merih. Düzgün konuş, ne fingirdeşmesi?” Öfkemi dizginleyemedim. Bir de bu tür dedikodularla uğraşmakla cebelleşemezdim. Yeterince derdim vardı. Operasyonun neye evrileceğinden haberim yoktu. Henüz bir malumat gelmemişti ve bu giderek daha korkutucu bir hal alıyordu. Operasyondan alındığımı öğrensem şaşırmazdım artık… “Tabi tabi… Ne fingirdeşmesi, tabi…” “Taallukatını sikerim senin, on gün ağlarsın! Kes zevzekliği!” (Hısımlar ve yakınlar) Merih ile aynı anda arkamızda duran Bahadır Sorgun’a şaşkınlıkla döndüm. Bu yaratıcılığı başka alanlarda kullansa büyük ihtimalle şimdiye zirvedeydi ama o küfür konusunda gelişmeyi tercih ediyordu. Yanımda küfretmeme kararından da döndüğü anlaşılıyordu… “Ebene söverim, kalbin kırılır ama Sorgun…” derken alınmış gibi görünüyordu Merih. “Ebemi de üstüne koyup…” “Yeter!” diyerek araya girdim daha fazla bunları dinlemekten imtina ettiğim için. “Kendine gel, asker!” Tek kaşı havalanan Bahadır Sorgun, sorgularcasına bana baktı. Ona bu şekilde hitap etmemden elbette hoşlanmamıştı. “Rütbem, yüzbaşı…” “Ben ne istersem o…” Meydan okumaktan geri duramadım. Karşısında bazen dilimi tutmakta zorluk çekiyordum. “Sevgilinden mi öğreniyorsun bu…” “Bir daha bu tarz bir imada bulunursanız, ikinizin de uykusunda pek kıymetli uzuvlarına kızgın yağ dökerim!” Merih, gayriihtiyari avucuyla kasıklarını kapatırken dehşetle bana bakakaldı. Bahadır Sorgun’un ise suratını saran alaycı gülüşü birazdan söylediğim her söze pişman edileceğimi gösteriyordu. “Pek kıymetli uzvumla görülmemiş bir hesabın var sanırım…”
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD