Takvimlerden 4 Haziran 1840'idi. Normalde alışkın olunan Westminster şehrinin o bulutlar ile kapalı boğucu havasından eser yoktu. Sabahın erken saatleri olmasına rağmen onlar günlük telaşa kapılmış halde sokaklarda dolaşıyordu. Gazeteci çocuğun sesi insan kalabalığı arasından duyulmaya başlandı. bu da demek oluyor ki şehrin çarkları her sabah olduğu gibi dönmeye başlamıştı. sokaktaki her insanin yüzünde bir telaş okunuyordu. mutsuz ve tukenmislerdi fakat yaşıyorlardı. durup da 1 dakika düşünmeye vakitleri yoktu. sanki otururlarsa hayatta kalamayacaklardi. bu şehrin çarkları arasında ezilip yok olacaklardı. sokaktan geçen arabaların sesi, bagirismalar, nefes sesleri korna sesleri ve seyyar satıcıların sesi Westminster brough otelinin içerisine doldu. bu otelde balkon kapısı açık kalmış bir odanın içinde 4 direkli tül işlemeli yatakta küçük ve zarif bedeni ile kuş gibi uyuyan Clara tüm bu sokaktaki koşturmacadan habersiz rüya görmeye devam ediyordu ki ansızın bir irkilme ile uyandı. gördüğü şeyin rüya olduğunu anladı ve gözlerini küçük bir kız çocuğu gibi ovusturdu. ardından odanın işlemeli gotik kapısı 2 kez zarifce calındı ve dışındaki oda görevlisi kibarca;
- kahvalti servisiniz hazır madam, dedi.
Clara bu hitaptan hiç hoslanmiyordu. kendisini sanki 45 yaşında evli 3 çocuğu olan ve her davet veya baloda kendi doğurduğu çocuklar ile övünen koca karılar gibi hissediyordu. henüz tam ayilamadan yataktan kalktı ve uzun beyaz geceliği yerlere sürünerek kapıyı açtı.
- Günaydın, dedi uykulu uykulu Clara.
hayatında hiç böyle bir şey duymamış gibi afalladi bir an adam. aslında çok da abartmış olmayız böyle dersek. nitekim çoğu soylu ailelerde kendisinden daha assagida olan insanlara karşı böyle hitaplarda bulunan pek çıkmazdı. hal böyleyken adam yemek tepsisinin bulunduğu el arabasını odanın içerisine kadar ittirerek getirdi. tepsiyi Clara aldı ve;
- Bundan sonrasını ben hallederim. her şey için teşekkürler, dedi gülümseyerek.
adam hala suratindaki o afallamislik halini atamadan odadan çıktı ve kapıyı kapattı. Clara derin bir nefes aldi ve dün akşam açık unuttuğu balkonun kapisini kapatacakken dışarıda bir şey dikkatini çekti. kapıyı tekrardan açtı ve balkonun içerisine girdi. Clara gözlerini kisarak bir şeyi takip ediyordu. aslında bu şey ilk başta neden dikkatini çektiğini anlamadı. tuhaf bir seydigildi. yalnızca ise hastaneye veya okula yetişmeye çalışan koşturan insan kalabalığı arasında öylece ortada durmuş kalmış bir adam. yüzü secilemiyordu bile fakat kılık kıyafetinde de bir absurtluk yoktu. klasik bir İngiliz beyfendisiydi. fakat acelesi yoktu ve sanki zamanın dışında yaşıyormuş gibiydi. belki o esnada Clara sokakta adamın yanından geçse bu denli dikkatini çekmezdi. fakat sokağa daha geniş bakıldığında adam bariz bir şekilde kalabalıktan ayrılıyordu. sanki meydanın orta yerine bir bomba koymuş da onun patlamasını bekliyormuş gibi kibirli gururlu ve cevresini ezikler gibi bir duruşu hafif bir tebessumu vardı. hemen sonra çok daha garip bir şey oldu. adamın suratindaki o ki ir yavaş yavaş kayboldu ve mimiksiz bir halde kafasını kaldırıp calaranin onu izlediği balkona baktı. Clara sanki az önce rüyasından irkilerek uyandığı gibi kendini geriye doğru attı. hayatta bazı durumlar vardır ki bunlar her insanın başına zaman zaman gelir. kimi anları yaşarken duyduğunuz heyecanı korkunclugu aynı durumu bir başkasına anlatırken karşıdakine aktaramazsiniz. bu da öyle bir andı Clara için. derken calaranin odasının kapısı ikinci defa çalınır ve bu sefer cevap beklenmeyerek odanın kapısı açılır. içeriye kafasında kocaman yapay çiçeklerle bezeli bir şapkayı taşımakta zorlanan 40 yaşlarında tıknaz ve gösterişli bir kadın girer.
- hala hazır değil misin Clara, der sitem edercesine. ardından masanın üzerindeki hiç dokunulmamis kahvaltı tepsisini görür ve ekler;
- uyumaktan kahvaltini etmeye bile vakit bulamadın tabi.
Clara aynı lafları işitmekten bıkmış ve usanmis halde annesine bakar. annesi madam Victoria bu bakış üzerine;
- hale bak. ben senin yaşında ne kadar heyecan dolu ne kadar cıvıl civildim. gunumu dolu dolu geçirirdim saygıda kusur etmezdim her gün saati saatine ne yapacağım belliydi. bir de senin şu tembel pişkin erkek çocuğu haline bak.
- ben niye erkek çocuğu oluyorum şimdi. akşam biraz geç yattım o kadar. siz de pek ala biliyorsunuz ki bu kadar geç uyanmam her zaman, dedi gücenmis halde.
- niye geç yatilıyor acaba akşamları. şuan seni balkondan çıkarken gördüğüme göre gene yıldız gökyüzü palavraları ile uğraşmaktan. kac kere laf anlattım sana senin işin değil onlar. saçma sapan şeylerle uğraşacağına biraz el işlerine el at da bitsin. ( bu son söylediği cümleyi Fransızca söylemişti )
konuşmanın böyle sona ermeyecegini anlayan Clara kabullenip:
_ D'accord maman, dedi ve annesi sitemkar bakışları ile odayı terk edip kapıyı çarpıp gidene kadar yüzü assagida yerdeki halıya baktı. kapının çarpma sesini duyduktan sonra derin bir nefes aldı ve bavulunu görkemli dolaptan çıkararak eşyalarını toplamaya başladı. esyalarini toparlarken zarif tüllü dantelli balo elbiseleri arasından ona bakan kırmızı orta boy bir kutuya öncelik verdi. bu kutu ona dadısı Lauren'den kalan hatıralar ile doluydu. Clara nereye gitse bu kutuyu yanında muhakkak götürürdü. öyle her zmaan icini açıp ne var ne yok diye bakmaz fakat yanında var olduğunu bilmek onu rahatlatirdi. bu kutuyu görünce balkonda göz göze geldiği gizemli adam bir an aklımdan uçtu gitti ve kutuyu açmaya karar verdi. kutuyu açmasıyla sanki zaman da yolculuk yapmaya başlamış gibi hissetti kendini Clara. odanın etrafını birden yeni pişmiş ekmek kokusu sardı ve bütün bu otel eşyaları kaybolup yerini fakirhane bir evin mutfağına bıraktı. Yer de küçük uzun sarı saçlı bir kız oturmuş kollarıni cekyata dayiyarak elindeki at figürlü tahta oyuncakla kendi hayal dünyasına dalmıştı. bu küçük pasaklı kız her halinden anlaşılacağı üzere Claranin kucukluguydu. neden bir fakirhane evin salonunun ortasında diye soracak olursanız bu ev dadisi Lauren hanımın evliydi. Claranin anne ve babası klasik yurtdışı seyahatlerinin birindeydi ve Clara bu fırsatı kullanıp dadisinin evine gitmek için ona çok ısrar etmişti. zavallı kadın onu kiramayip evin diğer çalışanlarına evden almam gereken eşyalar var calarda gelsin hem canı sıkılmaz gibi uyduruk bir bahane bularak beraber gelmişlerdi. evin içi adeta rutubet kokuyordu. yerlerde arasıra gezinen hamam boceklerine rastlamak mümkündü fakat henüz fare yoktu anlaşılan evde. küçük claranin bu eve gelmekte bu kadar ısrar etmesinin sebebi dadısı Lauren hanımın ona hep küçüklüğünün geçtiği bu evi ona geceleri uyuması için anlattığı masallarda bahsetmiş olmasıydı. nitekim şuan küçük claranin elinde oynadığı tahta at figürlü oyuncak da zamanında dadısı Lauren hanımın tek oyuncagiydi. zaten oyuncağa bakınca her halinden belli oluyordu bu. şimdi ise bu tahta at oyuncağı kutunun içindeydi. Clara şimdiki zamana geri döndü ve ata bakıp tebessüm ederek onu yerine koydu ve eşyalarını toparlamaya kaldığı yerden devam etti.
eşyalarını toparlanmış bir vaziyette kapının önüne koyan Clara seyahat kıyafetinin de tam annesinin isteği şekilde giymiş odadan dışarıya çıkmıştı. koridorun ucunda bavulları arabaya indirmek üzere bekleyen usaga doğru eli ile işaret ederek eşyalarım hazır dedi otelin dışında avlu da onları bekleyen arabalarına doğru merdivenlerden aşağıya doğru zarifce suzulurcesine indi. fakat ortada bir garipli vardı belli. merdivenler assagi inerken annesi de aynı zaman da telaşla yukarı çıkıyordu ki birbiriyle karşılaştılar kadın kan ter içinde kalmış kirmizi suratı ile hemen acele acele söylenircesine;
- Clara sen burda kalıyorsun. babanın santiyesinde bı kaza yaşanmış hemen oraya gitmesi gerek. ben David'e haber verdim buraya yakınmış zaten. burada buluşur tanisirsiniz sonra bir kaç gün sonra da uşağı yollar trenle gelirsin yanımıza Londra'ya.
o an o kadar hızlı konuşmuştu ki madam Victoria biraz önce kızına nutuk çektiği bütün naçizane hanimefendilik kurallarını adeta yok etmişti. ardından dönüp arkasını soluk soluğa arabaya binmiş ve uzaklaşmışlardi. Clara arkalarından bakakalmisti. sevinsin mi üzülsün mu bilemedi. hem yalnız kalmıştı sonunda nereye gitmek istese istediği saatte gidebilecekti. fakat sonra annesinin de dediği gibi David aklına geldi. bu David bütün soylu denen soysuz çevrenin göz bebeği delikanlısı yakışıklı çocuğuydu. öyle bir tipti ki hala kendini genç sanan 50 yaşlarındaki kadınlara bile flortoz davranırdı. adeta böyle davranmak için dünyaya gelmiş gibiydi. her yaştan çiçeğim tadına bakar ardından fazla sürmez canı sıkılır ve bırakırdı. şimdi kancayı claraya takmışti ve ailesi de bu ikili arasında ciddi bir şeyler yaşansın istiyordu. Clara babasına karşı bir şey diyemese de annesine vakti zamanında çok dil dökmüştü. annesi ise anlattığı her şeye;
- sen babanı o yaşlarda farklı mi zanlediyordun. erkekler geç oturur. David'i de oturtucak kadın sen olmalısınız. hem ne kadar da yakisiyorsunuz hiç farkında değil misin. çocuğun sana olan ilgisini görmezden gelme. o bizim için bize yakışır saygın soylu bir damat adayı, şeklinde cevap vermişti.
clara'nin ailesi için David hakkında söyleyeceği hiç bir olumsuzluk onların gözündeki değerini bitiremezdi. david'i ilk Potter ailesinin kızlarının evlilik merasimi için verdikleri şatafatlı baloda görmüşlerdi. ondan önce zaten çocuğun yakışıklılığını ve Clara hariç her genç kizin kalbini çalan hareketlerini herkesin ağzından duymuslardi. Clara daha bu kulağına çalınan cümlelerden dolayı davidi gormeden soğumuş adeta tiksinmisti. bizzati kendisini o baloda görünce de kendi iç gudulerinin ne kadar haklı olduğunu anlamıştı. çocuk bildiğin vıcık vıcık yapmacikliktan ve saçını sağa sola çapkın çapkın savurmaktan ibaretti. dünya da başka hiç bir işe yaramiyormus izlenimi verdi claraya. ne yazikki o akşam annesinin ısrarı nedeni ile balonun açılış dansını beraber yapmışlardı. bu balonun üzerinden neredeyse 1 yıl gecmisti. çocuk o zaman bu zamandır claranin peşindeydi. başka bir kız claranin yerinde olsa onun kendisine aşık olduğunu sanardi tıpkı annesi gibi. fakat Clara durumun hiçte böyle olmadığının yalnızca davidin bir türlü kendisine beklenen buyulenmeyi clarada bulamadığı için hırs yaptığını biliyordu ve bundan emindi. clara'nin babası mösyö Thomas bu konuda sessiz kaldığı söylenemez ama en azından annesi madam Victoria gibi baskı yapmazdı üzerinde. yalnızca birbirlerine yakistiklarini ve beraber olurlarsa mutlu olacağını dile getirirdi. clara'nin babası mösyö Thomas her zaman her konuda böyleydi. evdeki kararların çoğunu diğer ailelerin aksine her zaman annesi madam Victoria alırdı. ve mösyö thomasin da eğer aynı fikirdeyse kendisine katılmasına fırsat verirdi. farklı bir şey düşünüyorsa zaten adamcağız sessizliğe gömülür sanki odada başka kimse yokmuş gibi davranıp elindeki gazeteyi okumaya devam ederdi.
bunun yanında David de madam Victoria'ya daha fazla yalakalık etme yüzü bulurdu ki bu durum claranin annesini pek memnun ederdi. o akşamki balondan sonra da defaat ile buluşmaları için türlü türlü davetler balonlar oldu fakat Clara her seferinde ayrı bir bahane bulup gitmemiş adeta Davide katlanmamak için her şen şakrak ortamdan kaçmıştı. nitekim David de bu esnada boş durmamış annesini türlü iltifatlar arasında kendisiyle buluşması için adeta costurmustu. bula bula da şehir dışı seyahatinin son gününü bulmuşlardı. Clara şuan aslında babasının şantiyesinde hiç bir kazanın olmadığını yalnızca onları uzun uzun yalnız birakabilmek için böyle son dakika bir palavra atıp uzaklaştığını düşündü. tam da annesinin yapacağı türden bir hareketti bu nitekim.
Clara bunları düşünürken omuzları önünden 2 dakika önce hızla indiği merdivenleri ağır ağır canı sıkkın bir şekilde çıkıyordu. sonunda odasına vardı. başına sabitledigi şapkayı koparircasina çıkartıp bir kenara fırlattı. ardından sırt üstü kendini kocaman yatağa fırlattı ve tavana bakan gözleri yavaş yavaş kapanmaya başladı.
caddenin içinden geçen karmasik bir tren yolunun içindeydi. telaş içindeydi. izlendiğini farkindaydi. fakat sağına soluna bakıyordu yalnızca uçsuz bucaksız bir ova ve uzakta bir dağın etekleri vardı. etrafta cırcır boceklerinin sesinden başka rüzgar sesi bile yoktu sanki bir resmin içerisine hapsolmuş gibiydi. arkasına döndü ve son derece aşina olduğu bir silüet gördü fakat bu siluet önünde aniden beliren ve şimşek hızıyla gelen treni fark etmesiyle kendini geriye attmasi ile yok oldu ve yine o telaşla arkasina döndü. ardından adam daha yakınında önünde belirdi ve bu sefer de yine önünden bir tren hızla geçti. trenler sanki sonsuzluğu doğru uzanıyordu kaç tane vagonu un olduğunu saymak imkansizdi çünkü sonu yokmuş gibiydi. Clara kendisini resme hapsolmuş gibi hissettiği yerle şuan iki farklı yöne hızla giden trenin arasında sıkıştığı yerin aynı olduğuna inanamiyor ve çığlık çığlığa yardım istiyordu adamdan. fakat aynı zaman da adamdan da korkuyordu. bu adamda tekinsiz bir şeyler vardı fakat şuan bunu düşünmenin zamanı değildi. o bunları düşünürken adam birden yanı başında beliriverdi ve adamın daha sabah balkonda göz göze geldiği o adam olduğunu anladı. adamın simsiyah keskin gözleri vardı. adamın yüzünü ilk defa net görüyordu fakat tanımış olmasının nedeni bu degildi. gözlerinin gölgesindeki o kibirden anlamıştı Clara. ve ayrıca göz göze gelince suratindaki duygunun yavaş yavaş silinip yerini korkunç bir sessizliğe bıraktığından anlamıştı. adam yavaş yavaş daha da yaklaşıyordu claraya. Clara artık trenlerden değil adamdan korkmaya başladığı için ters yönde koşmaya başlamıştı. fakat uzaklasamiyordu. koşuyordu fakat aralarındaki mesafe artmiyordu tam tersine azaliyordu. adamın hiç acelesi yoktu claraya yavaş yavaş yaklaşıyordu yüzündeki korkunç ifadesizlikle. o yaklaştıkça yanlarındaki trenler de ters yönlerde hızlanıyordular. bir insanın suratında nasıl bu kadar ifadesizlik olabilir, adeta ölü gibi ama yaşıyornn diye dehşet içinde düşündü Clara. artık çığlık atıyordu fakat sesini trenlerin gürültüsünden kendisi dahi duyamiyordu. en son adam hiç beklenmedik şekilde elini uzatıp ince uzun parmaklarını claranin çenesine degdirdi. Clara ciglik atarak uyandı. o kadar gerçekçi bir rbüyaydı ki gerçekten o uyurken birisinin odasına girip çenesine dokunduğunu düşündü. oda da yalnız değildi...